22/12/2009 | Yazar: Ekrem Berk Bilginer

“Sanki bu sokağa ilk kez geldiğim yüzümden anlaşılacakmış hissiyle şaşkın ifadeler vermemeye çalışsam da, itiraf etmeliyim ki ilk gün çok farklı şeyler hissettim&

“Sanki bu sokağa ilk kez geldiğim yüzümden anlaşılacakmış hissiyle şaşkın ifadeler vermemeye çalışsam da, itiraf etmeliyim ki ilk gün çok farklı şeyler hissettim…” 

Yolculuğuma sadece sayılı günler kalmıştı. Alel acele eşyalarım toparlanıyor, eksikler çıkartılıyor, yavaş yavaş da dostlarımla vedalaşmaya başlıyordum.
 
Günlerdir sabırsızlıkla beklediğim İngiltere öğrenci vizem nihayet onaylanmış ve pasaportum elime ulaşmıştı. Böylece hayalini kurduğum, gidenlerden duyduğum şeylerle heyecanlandığım şehre, Londra’ya kavuşma zamanım gelmişti.
Yakın bir dostumun beni havaalanından karşılamasıyla başlayan İngiltere maceram 1,5 seneden fazla sürdü. Kalacağım yere doğru giderken, hâlâ İngiltere’de olduğuma inanamıyordum ama arabadan etrafı seyrederken birden içim burkuldu, gözlerim doldu. Bilmiyorum neden, birden kendimi yalnız hissettim. Bu üçgen çatılı evler, ters giden trafik, karanlık bir hava… Soğuk bir rüzgâr estirdi pencereden içeriye doğru...
 
Neyse ki aylarca yadırgadığım bu kültüre, insanlara, havaya, ... kendimi telkin ederek alışabildim. Artık biraz daha Londener -Londralı- olabilmiştim. Artık ben de hiç güneş açmayan havaya alışmış hatta çantamdan şemsiyemi çıkarmamayı öğrenmiştim. Metroya koşturuyor, yer bulunca hemencecik herkes gibi ya bir gazete ya da bir kitap okumaya başlıyordum.
 
Okul, iş ve ev arasında koşturuyor, günlerimi geçiyordum.
Ancak daha Londra’ya gelmeden önce bu ülke hakkında duyduğum onca iltifattan henüz nasibimi alamamıştım. Tüm yabancılığımı bir kenara bırakıp artık şu ''Soho'' denen yere gitmeye cesaret edebilmeliydim. Bir hafta sonu bu planımı uyguladım ve özgürlüklerin şehri Londra’da, bolca gey pub, cafe, bar ve shop’ların yan yana dizildiği ''old compton street''e giriş yaptım.
Sanki bu sokağa ilk kez geldiğim yüzümden anlaşılacakmış hissiyle şaşkın ifadeler vermemeye çalışsam da, itiraf etmeliyim ki, ilk gün çok farklı şeyler hissettim Londra’daki eşcinsel yaşama karşı. Ne kadar şanslı olduklarını düşündüm birden, rahatça sevgilileriyle el ele tutuşup alışveriş yapabiliyorlardı ya da bir kaç dostuyla erkek arkadaşları hakkında konuşup sohbet edebiliyorlardı cafelerinde ve de özgürce pub’larda biralarını yudumlayabiliyorlardı. Bu şehirde homofobiden, ayrımcılıktan, şiddetten söz edilemeyeceğini düşündüm.
 
Bir de, Soho’daki bu gey kalabalığı aynı zamanda tek stil giyim odalarından çıkmış gibiydiler; tayt kotlar, en büyük boy çantalar kollarda ve renkli saçlar,... acaba bu caddede yürümenin kuralı mıydı bu?
 
Hiç bir mekân bilmeyişim ve yalnız oluşumdan dolayı fazlaca oyalanmadan evimin yolunu tuttum ama bir kaç ay sonra, Soho'nun müdavimi olduğumu da itiraf etmeliyim.
Gerçi Londra da eşcinsellerin rahatça eğlenebileceği Soho'nun dışında da birçok bölge vardı.
Vauxhall da bunlarda biri, Soho’dan sonra 'gay village' olarak tanınan, River Thames'ın güneyinde kalan aynı zamanda şehir merkezinde bir yer. Ve Angel, KingCross, Leicester Square, Waterloo, Charing Cross gibi birçok yerde de gey mekânlara bolca ulaşılabiliyor.
 
Bu süreçte okulum devam ederken, Londra’yı daha iyi öğrenmiş ve yeni arkadaşlar edinebilmiştim. Haziran ayına geldiğimizde havaların daha iyi olacağını düşünsem de tüm gün güneşi gördüğüm tam bir gün olamadı koca yaz boyunca. Ama bir gün vardı ki bolca güneşten faydalanıp, eğlenebildik; ''GayPride''.
İki Türk arkadaşımla beraber günler öncesinden kararlaştırmıştık Pride'a katılacağımızı. Haftalardır gey magazinlerde programla ilgili bilgiler sunuluyordu ve programımızda olduğuna göre planlı bir şekilde günümüzü geçirebilirdik. Öğle saatlerinde Dünyaca ünlü Oxford Street'te yürüyüş kortejimizle başladı gün. Oldukça renkli, eğlenceli ve bir o kadar da yorucu bir yürüyüş oldu bu bizim için.
 
Hiçbir taşkınlığın olmadığı, her şeyin planlanan şekilde gittiğini görünce inanın organizasyon ekibini tebrik etmek geldi içimden ve diğer Türk arkadaşlarımla acaba bir sonraki seneye biz de birer Türk bayrağıyla mı katılsak ne diye de gönül geçirdik.
 
Tüm gün boyunca şehrin en merkezi meydanı 'Trafalgar Square'den tutun da 'Soho Square'a kadar her yerde konser ve showlar vardı ve yetişip görebildiğim kadarıyla her yer hıncahınç doluydu. Gece partilerle ve after partilerle ertesi günü karşılarken, çok defa sordum kendime acaba pride’da neden eşcinsel haklarını savunan bir kuruluşun organizasyonuyla karşılaşmadım diye. Acaba, ben mi bir yerde kaçırıyordum yoksa elimdeki programda mı eksik bir bölüm vardı? Tanıştığım kişiler bile sadece pride partilerinin hangisinin daha iyi olacağından söz ederken bir tane aktivistle sohbet ettiğimi bile hatırlamıyorum, en ilginciyse yıllardır ismini ezbere bildiğim, ILGA gibi organizasyonların hiç birini kortejde görememem.
Aynı şeyleri yine İngiltere’nin güney kentlerinden biri olan Brighton’da da yaşadım. Brighton da birçok İngiliz gey çiftin evlendikten sonra yerleşmeyi tercih ettikleri, sokaklarında hiç homofobiyi göremeyeceğiniz bir sahil kenti. 
Brighton’daki ‘gay pride’ da Londra’dakinden pek de farklı değildi. Kortejle başlayan program çadır partisiyle devam ederken, tüm kentteki clublar pride için sabaha kadar süren parti organizasyon broşürlerini dağıtmakla meşguldüler ama burada da bir türlü ne bir eşcinsel dernekleri söyleşisi nede bir tiyatro, film gösterimi bulamadım...
 
Her ne kadar Londra Pride’a göre daha samimi olsa da, en azından Londra Pride’da 'Gay Icons' -National Portrait Gallery, ev sahipliğiyle- sergisinden söz edilebiliyordu.
 
Neredeyse İngiltere’nin her kentinde farklı tarihlerde bir kaç ay içine sığdırılmış ‘gay pride’lar karşınıza çıkıyor ama her birine katılmak için bolca nakde ve zamana ihtiyacınız olma şartını unutmayın. Ben de nihayet bu gerçekle yüzleşip başımı pride’lardan kaldırabildim ki artık etrafımda birçok Türkiye’den gelmiş gey arkadaşlarımın olduğunu fark ettim. 
Türkiye ve Kıbrıs’tan gelen birçok geyle sohbetlerimiz sırasında birçoğunun coming out’larını İngiltere’de yapmış olmaları beni çok şaşırttı. Ne zor bir şey olduğunu düşündüm. Anadolu’dan bastırılmış duygularla gelip, daha 'gey nedir?' tanımını bilmeden, pride’da yürüyor olmak ya da gey bup’larda içiyor olmak.
Belki de iyi olan bu muydu acaba?
 
Benim eşcinselliğimle yüzleşip kabullenme sürecim sancılı bir şekilde yıllarımı almışken, aynı koşullarda büyümüş bir başkası bir kaç haftada out sürecini Londra’da tamamlarken hiç bir sıkıntı bile çekmiyordu.
 
Üstelik sadece Türkiye’den gelen geyler için değil, tüm geyler için bu süreci sıkıntısız ve sorunsuz bir şekilde atlatabilmelerine yardımcı olabilecek poliklinikler de bulunuyordu neredeyse her semtte. Sadece geyler için bir danışmanlık hizmeti veren bu kuruluşlar aynı zaman yine sadece geylerin sağlık sorunları ile de ilgilenebiliyorlardı, tüm cinsel sağlık sorunlarını oldukça güler yüzlü çalışanlarla ve talebinize göre gizlilik şartlarıyla yapıyorlardı.
 
Bir de atlamadan geçmeyeceğim, her hangi bir sorununuzda, karakolluk bir durumunuzda yine talebinize göre gey veya lezbiyen polis desteği hakkınızın olması...
 
Elbette ki ben burada kolayca bunları yazarken, şu an Londra sokaklarında özgürce kimliklerini yaşayan eşcinseller varsa bu güzel şeylerin oluşmasında mücadele veren birilerinin olduğunu da unutmamak gerekir.
 
Ta ki, Amerika Birleşik Devletlerinde başlayan 'Stonewall' (1969) olayları kıvılcımıyla, Avrupa’da da eşcinsel hakları mücadeleleri yıllar önce başlamış ve bu günlere gelmiştir.
E.M. Forster (İngiliz yazar 1879-1970), William Shakespeare (İngiliz oyun yazarı 1564-1616), Virginia Stephenswoolf (İngiliz yazar 1882-1942) ve David Bovie, Elton John, Boy George gibi dünyaca ünlü İngiliz sanatçılar bu mücadeleye gerçekten büyük katkılar sağlamışlar.
 
Bunların yanında, görünür olmaktan korkmayan, aileleri, patronları, okul arkadaşlarıyla yüzleşmekten korkmayan ve yıllarca bu eşitlik mücadelesinin sürdürülmesinde can verenlerin olduğunu da unutmamak gerekiyor.
Keşke bizler de Avrupa’da şimdilerde süren bu özgürlük havasının bir geçmişine uzanabilsek de görebilsek, Soho’ların hayaliyle İngilterelere, Hollandalara gitmek yerine kendi “soho”larımızı yaratabilsek...
Kendi mücadelelerimizle geleceğe bir şeyler katabilsek... (Aralık 2009)
 

Etiketler: yaşam, dünyadan
nefret