27/03/2012 | Yazar:

Türkiye’de sol cinsiyet sorununda neden muhafazakâr bir yol çizmiştir? Sol çevrelerin cinsel özgürlük konusunda sergiledikleri gerici tutum nerden gelmektedir…

Türkiye‘de sol, cinsiyet sorununda neden muhafazakâr bir yol çizmiştir? Sol çevrelerin cinsel özgürlük konusunda sergiledikleri gerici tutum nerden gelmektedir…
Batı’daki 68 hareketi, toplumsal kadın hareketi ve cinsel özgürlüğün dillendirilmesi noktasında bir gelişimin önünü açarken, Türkiye’de cinsiyet sorunu bir ’burjuva’ sorunu olarak görülüp, mücadele dışında tutuldu. Kadın sorunu fabrika ve iş yerlerindeki emek sömürüsüne indirgendi. Bunun yanı sıra kadına yönelik şiddet de bunun bir parçası olarak algılandı. Tüm bu tartışmaların içinde, toplumsal olarak kabul edilen (sadece) iki cinsiyetin aslında tarihsel bir algılama olduğu bunun ne cinsiyete dayalı ’seksüel’ ne de “fizyolojik” bir nedeni olmadığı göz ardı edildi. Bunun böyle olması da nedensiz değildi.

Bu durumu derinlemesine tartışmak gerekmektedir. Neden Türkiye’de sol bu konuda daha muhafazakâr bir yol çizmiştir kendine? Sol çevreler kadın sorunu ve cinsellik konusunda gerici bir tutum sergiledi. Bu gerici tutumların bir kısmı, kendini cinselliğe karşı alınan tavırda gösterdi. Buna göre cinsiyet başından zararlı ve ahlak dışı bir konudur. 1960’lara kadar Almanya da cinsel anlamda muhafazakârlıkta ilerideydi. Kadınların, kocaların izni olmadan çalışabilmesi yeni aşılmıştı. Kürtaj hakları yoktu ve evlilik öncesi bakirelik ciddi bir önem arz etmekteydi. Almanya’da daha önce bu konuda yapılan çalışmalar vardı. Wilhelm Reich’in, Elrike Friedländer (Ruth Fischer) gibi. Daha önce komünist hareket içersinde, azınlık olarak kalmış olsalar da, bu konuda çalışma yapan devrimcilerin eserleri 1968 hareketi içinde yeniden tartışılmaya ve günceleştirilmeye başlanılmıştı. Türkiye’de bu konuda kaynak yokluğu yaşanırken, Almanya’da ortaya çıkan hareketin cinsel özgürlük noktasında kendine referans alabileceği çalışmalar mevcuttu.
1967 senesinde Almanya’da ‘Komün I’ kuruldu. Siyasi bir ev arkadaşlığı olarak da kurulan bu komün aynı zamanda özgür cinselliğin yaşandığı bir yerdi. Bu çerçevede söyleyebileceğimiz, kapitalizmin içinde bir evin içine sıkıştırılmış bir ada ya da tek evde sosyalizm gibi ütopyaların boşa çıktığı ve zamanla toplumun geneliyle çelişkilerin içinde boğulan girişimler olarak kaldığıdır.
Bu adacıklı çözümler içersinde bu hareket tutarlı değildi. Erkeklerin arzuları birçok sefer kadınlara dayatılan bir konuma gelmişti. Eğer kadınlar bu konuda arzu hissetmiyorlarsa ve bu istekleri reddettiklerinde, aşırı iffetli olmakla eleştiriliyorlardı. Aslında özgür cinsel birliktelik salt erkeğe mahsus oluyor, kadınlar ise tekrardan erkekler tarafından belirlenen cinsel rollere sıkıştırılıyordu. Bu nedenden dolayı böyle bir hareketin kutsanmasına gerek yoktur. Üstünde durulması gereken tartışma noktası, bu tür eylemler sol içersinde Almanya’da nefret tepkilerine sebep olmaz iken, neden Türkiye’de bunun çok daha gerisindeki eylem biçimlerinin dönem dönem fiziki saldırılara kadar gidebilen çok daha büyük sorunlara yol açtığıdır.
Komünist hareketin Stalinizmin etkisine girmesiyle, kadın aseksüelleştirilmiş bir duruma gelmişti. Kadın sosyalist için doğuran ve anneliğini yerine getiren bir role sığdırılmıştı. Devrimciliğin kadını aseksüel olarak konumlaması aslında, mevcut cinsel baskıları ortadan yok etmiyor, sadece devrimcileri renk körü yapıyordu. Kadın sorunu tali çelişki olarak görülüyordu – ne kadar anti diyalektik bir şema!! Bürokratik ideoloji, tabanda spontane inisiyatiflerin başlamasını ve karar vermesini engelliyordu. Eleştirel ve kendine güvenen düşünce, işçi sınıfı sıralarından yok oluyor, onun yerine devletine bağlı bir düzen oluşturuluyordu. Bunun için de herkesin yeri ve rolü belliydi. Kadınlar da işçi sınıfının geri kalanları gibi bu mekanizmanın çarklarına tabi kılınıyordu. Bu Stalinist sürecin derslerini bürokrasi bir araya getiriyordu. Bu süreç esnasında kendi üyeleri ve çevre ilişkileri de buna uygun bir şekilde yetiştiriliyordu.

Bu süreçle birlikte Almanya’da ve diğer emperyalist merkezlerde kapitalist üretimin beraberinde getirdiği burjuva haklar ve yaşam koşulları da vardı. Bu imkânlar dünyanın geri kalanının sömürülmesi ve baskı altında tutulmasıyla sağlanılan imkânlardan başka bir şey değildi. Bu durum kendisini, örneğin ailenin konumu noktasında göstermekteydi. Almanya’da bireyler ailenin etkisinden çok daha rahat çıkabilirdi, kendi kişiliğini ortaya koyabilenlerin sayısı çok daha fazlaydı. (Türkiye’de sağ ve sol eğilimler bile neredeyse aileden kalan bir miras iken, Almanya’da birey kendi tercihini ailenin tercihinden çok daha farklı kullanabiliyordu) Türkiye’de bireyin üstündeki aile ve çevre baskısı eskiye nazaran azalmış olsa da, bu gün hâlâ çok yüksek boyuttadır. LGBTQI olan ve eğilimlerini açıktan yaşamak isteyen bir kimse, Türkiye’de kendine çok dar bir arkadaş çevresi yaratabilmekteydi. Sanat dünyasındaki eşcinsel ile toplumdaki eşcinsellerin yaşamı arasında dağlar kadar fark vardı. Bu konudaki toplumsal çelişkiyi gösteren bir fenomen bu! Yani bireyin cinsel yönelimleri veya yaşam biçimleri toplumsal normların yoğun kontrolü altındaydı.

Türkiye’de bonapartist rejimin hâkimiyetinde geliştirilen burjuvanın kadın mensupları, kendi cinsel kimlikleri noktasında çok gerilerde kalmıştı. Bonapartist rejimin mimarları, kadınlardan burjuva gibi davranmadan, burjuva gibi düşünmelerini istiyordu. Kemalizm, kadına belirli roller biçerek, aydın batılı kadını yaratmak istiyordu. Yani aileyi dışarıda temsil edecek güzel ve aydın bir temsilci olabilirlerdi kadınlar. Gerçek değişikliklere ise, önemli bir kısmı sokakta geçecek mücadelelerle ulaşılabilinirdi. Kemalizm ise bu tür hareketlere, vebaya yaklaşır gibi nefretle yaklaşıyordu. Güzel ve iyi olanları devlet zaten veriyordu. Kendi iktidarını, bürokratik aparatçığı tümüyle saf dışı bırakarak eline alan Türk burjuvazisi ise, tümüyle seksist bir islamcı düşünce de ortaya çıkınca kadın hareketinin burjuva sayfası tümüyle kapanmış oldu.
Burjuva kadın hareketi 1980 darbesi sonrası toplumda ortaya çıkmaya başladı. Kadına yönelik şiddete karşı ve sığınma evleri için kampanyalar düzenlendi. Bu kadın hareketi de siyasal olarak gelişemedi. Bugün gelinen noktada, partilerle pazarlıklarla meclise gönderilecek kadın vekil sayısını artırmaya yönelik bir politikaya yönelmiş durumdalar, o noktada da çok başarılı oldukları söylenemez! Burjuva feminist hareketine karşın Kürt hareketi yaşamda daha köklü değişiklikleri sağlayabildi. Bu değişimler ise birçok çelişkileri içinde taşıyordu. Kadınlar aktif olarak mücadelelerin içinde yer alarak, üstlerindeki seksist ve feodal baskıları kırmışlardır. Diğer taraftan dağlarda bile cinsel ilişki yasağı, cinsel ilişki yaşandığında cezalandırma ve dışlama cezaları başka bir gerçekti. Kürt hareketinin küçük burjuva programı bu tür alanlarda kendini günlük yaşamda da göstermektedir.

1970’lerde Türkiye’de yaşanan iç göçü oluşturan ve şehirlerde ucuz iş gücü işlevini üstlenen yeni işçi tabakasının sosyal değerleri, devrimcileşen gençlik hareketi içersinde kendine yer edinmeye başladı. Halkın değerleri denilerek, halkın en ağır cinsiyetçi değerleri, sol literatür tarafından yeniden inşa edilmeye başlandı. Türkiye coğrafyasında, “bacım” kültürünün yanı sıra, devrimci nikâh veya kendi üyelerine cinselliğin tamamen yasaklandığı bir sürece tanıklık edildi. 90’lardan itibaren ortaya güçsüz de olsa çıkmaya başlayan LGBTQI hareketinin zorlamasıyla, birçok devrimci kurumda belirli bir hassasiyet yaratıldığı ortadadır. Bu hareket genele yayılmadığı gibi çok da derinlemesine bir nüfuz yaratmadığı da gözükmektedir. En ufak bir sarsıntıda, solun seksist yapısı gözler önüne serilmektedir. Transseksüel hareketin temsilcileri devrimci örgütlerle aynı masada yer alabilir mi tartışmalarından, eşcinseller üzerinden edilen birçok hakarete kadar pek çok şey, sol içerisinde homofobinin mevcut olduğunu göstermektedir. Buna karşın belirli bir tepkinin de olduğunu görmemiz gerekir. Homofobi kendisini yapıların tabanlarında daha çok göstermektedir. Sözü edilen hakaretlerden, eşcinsel grupların ve bunların konularının dışlanması gibi konular kadın sorununun yanı sıra eşcinsel hareketin de sol içersinde epeyce yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Emek sermaye çelişkisi kapitalist toplumun her alanına belirleyici faktör olarak girmektedir. Bu etkileme değişik biçimlerde gerçekleşiyor. Cinsiyetler üzerindeki baskı Emperyalist merkezlerdeki yüksek yaşam kalitesine rağmen ortadan kaldırılabilmiş değildir. Kadınlar üzerinde sadece sosyal değil aynı zamanda ekonomik baskılar da mevcut. Mesela Almanya’da aynı işi yapan insanlar arasında, kadınlar %23 daha az maaş almaktadırlar. Eşit işe eşit ücret Almanya’da halen gerçekleşmesi gereken bir talep olarak durmaktadır. Nihai olarak cinsel sorunun çözülmesi sınıflı toplumun tamamen ortadan kaldırılmasıyla olacaktır. Diğer bir deyişle, kapitalizm olduğu sürece, bireyin özgür gelişimi ve cinsel özgürlük noktasında baskı uygulanmaya devam edilecektir. Buradan bu sorunun sosyalist topluma ertelenmesi gerektiğini sonucu çıkarılmamalıdır. Tam tersine bu mücadeleyi yürütmek birçok insanın sosyalist mücadeleye katılmasını sağlayacaktır.

Kadınlar, kendi bedenleri üzerindeki tek söz sahibi olduklarını ortaya koyduklarında gerçekleşecektir. Buna diğer işçi arkadaşlarıyla ürettikleri artı değerleri üzerinde de söz sahibi olmayı katabiliriz. Kapitalist sistemin bu konudaki taleplerini, partinin söz hakkına çevirmek devrimci bir tutum olmadığı gibi, mevcut baskıların devamını sağlamlaştırmak anlamına da gelmektedir. Stalinist devlet partileri ile onların diğer ülkelerdeki (Türkiye ve Kürdistan da dâhil buna) kadına yönelik baskının sürdürülmesini bürokratik açıklamalarla devamını kendilerine görev edinmişlerdir. Kendi bedeni üzerine söz sahibi ve konseylerde kendi ürettikleri üzerine karar verme hakkına sahip olan aktif kadın modeli, fabrika ve işyerlerindeki planlama ve kararlarda inisiyatiflerin bastırıldığı bürokratik anlayışa temelden zıt düşmektedir.

Kapitalist toplumun getirmiş olduğu ahlak anlayışı, kadın erkek ilişkisini maddi çıkarlar üzerine kurdurduğu ve kadının bedenini bir erkeğin kendi neslini devam ettireceği bir araç olarak seçtiği için, kadın erkeğin bir zevk aracına dönüştürülmüştür. Bu haliyle kadınlar mutsuz bir cinsel hayata mahkûm edilirken, erkekler de, ticari seks yolunu tutmuştur. Ailenin mirası, erkeğin çocuğuna gitmelidir ayrıca. Çocukların yetiştirilmesi ise ailelerin sorumluluğuna verildiği için ve ailede de genelde anneye ya da ablaya verildiği için kadın, çocukların yetiştirilmesi için zaman ve emek harcamalıdır. Çocuklar ve aileye verilen emek ve ailenin maddi birikimi belirli davranışları ve değerleri ortaya çıkarmaktadır. Kapitalist üretimin beklentileri çocuklara aileler tarafından öğretilmektedir. Bu beklentiler kavramlar içinde bir transformasyon ile iletilmektedir: İş pazarındaki rekabet ilişkilerine çocuk ‘güçlü ol’ ya da ‘daha iyi ol’ gibi söylemlerle hazırlanmaktadır. Kadına yönelik güç ve mülkiyet hak iddiaları ise, ’saf’, ’sadık’ ya da ’gerçek aşk’ gibi değerlerde kendini göstermektedir, yani bir şekliyle monogam ilişkileri direk ya da dolaylı olarak ifade ederler ve monogam ilişkilerin maddi çıkarlarının ideolojik (romantik, dini, edebi, sanatsal vs.) açılımlarını gösterirler.
Mevcut erkek egemen sistemin baskısıyla kadın ve erkek ayrı görev ve sorumluluklara yönlendirilmektedir. Evlilik öncesi kadının bekâretine verilen önem bunlardan biridir. Buna karşın erkekler cinsel ilişkiyi özgürce yaşayabilmektedirler. Genelde erkeklerden ticarileşmiş seks yaşamaları beklenir. Erkek seveceği ‘saf’ ve ‘namuslu’ bir kadın profilini kafasında yaratırken, bu ‘temiz’ kalmış kadın normlarına uymayanlara ise “eğlenilecek” kadın veya “orospu” sınıflandırmasına sokup cinsel bir meta olarak görmektedir. Yani erkekler cinselliği ve romantik aşkı birbirinden ayırırken kadınlarsa ikisini bağımsız düşünemez. Bu duygular cinsiyete bağlı duygular değildir, tam tersine son derece değişkendirler. Ayrıca toplumsal şartların değişmesiyle, erkek ve kadının davranışları da değişir. Kadınların ve erkeklerin birbirlerine yakınlaştıran koşul ve imkânlar- birbirine yakınlaşmış davranışları beraberinde getirir.
Eski bir erkek ayrıcalığı olan, birçok kadınla evlenebilmek, İslam’a da yansımıştır. Belirli şartlara bağlanılmış olsa da sadece erkeğe 4 kadınla evlenebilme hakkı tanınmıştır. Hatta erkekler cennette bile 40 çok güzel bakire ile cinsel ilişki hakkına kavuşmuşken, bu hayali yerde bile kadınlar sadece kocalarıyla cinsel ilişki yaşabilmektedirler. Yani kadınlar hayallerinde bile disiplinli bir şekilde kontrol ediliyorlar ve kısıtlamalara uğruyorlar. Hıristiyanlığın bu noktada İslam’dan daha farklı bir yol çizmesinin altında, onun gelişmiş bir üretim biçimi ve meta değiş tokuşu mevcut olan Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olması yatmaktadır. Daha sonraki Hıristiyan tarikatlarından daha farklı bir anlayışı taşıyan ilk Hıristiyan tarikatları baskıya uğramış ve yok edilmiştir. Ayrıca birçok burjuva yasasına Roma hukuku kaynaklık etmektedir. Roma hukuku ve roma Hıristiyanlığı arasında oluşum ve gelişim bakımından ilginç benzerlikler vardır.

Alevilik Türkiye’de sol ideolojiyle iç içe geçmiş durumdadır. Devrimcilerin çevre ilişkilerinde alevi aileleri epeyce mevcuttur. Sünni İslam’dan farklı olarak, Alevilik erkeklerde çok eşli evliliği reddeder, monogam evliliği savunur. Cennet kavramı Alevilikte yok gibidir. (Dersim Aleviliği esas alınırsa). Sünni İslam erkek ve kadın mirasçılar arasında fark görürken ve iki kadının şahitliğini bir erkeğe denk tutarken, Alevilikte kadınlar pratikte olmasa da erkekle eşit sayılabilirler. Mesela kadınlar cemi yönetebilme hakkına sahiptir. LGBTQI bireyler ise alevi öğretisinde yer almamaktadırlar veya açık kimlikleriyle cemi yönetecek ’dede’ ya da ’ana’ olamazlar. Monogam evliliği sorgulamak kabul edilebilir bir durum değildir. “Saf ve temiz” evlilik yaşamı savunulur. Alevilikle iç içe geçmeden dolayı, devrimci hareket de bu sınırlar içinde hareket etmektedir aslında.
Türkiye’deki devrimci hareket içersinde ikili bir durum çıkmaktadır. Örneğin, şehirli ve eğitim seviyesi yüksek kesimler içinde daha çok örgütlü olan hareketlerde -ki buradaki Aleviliğin etkisi göreceli olarak daha azdır - yaşanılan bir karmaşa vardır. Kendi kadrolarının yaşam biçimlerine karışmayan ama bunu kitlelerin dönüşmesine yönelik bir siyasi tutum olarak algılamayan bir anlayış da hâkimdir. Üyelerinin kendisine ait bir ahlak anlayışına sahip olduğu ve kitlelere yansıtmaması gereken bir durum ortaya çıkmıştır.
Kendi yaptığı çalışma alanında cinsellik sorununu ortaya koymadan yapılan çalışmalarda  trajikomik durumlar da ortaya çıkmıyor değil. Yaşam biçiminde en ufak bir değişikliğe varmadan, yıllarca devrimci partilerin sempatizanı, destekleyicisi olarak yaşayanlar bu partileri terk edip, sistemin içindeki partilerin destekleyicileri olabiliyor.

Gençliğin, cinselliği üstündeki baskıdan dolayı sorunlu bir nesil yetişmektedir. Cinsellik üstünde baskı uygulandığında ise ortaya taciz ve tecavüz ile kendini tatmin etmek isteyen bir nesil çıkar. Metalaştırılmış cinselliğinin normal sonucu olarak, ’kadınları zorla elde edebileceğine’ inanan erkeklere rastlamak normal bir olaydır. Bu yüzdendir ki, devrimci politika bu tür olaylara sert ceza sistemi uygulamak değildir. Bunun yerine cinsellik kapitalist ilişkilerin dışında ele alınmalı ve yeniden değerlendirilmelidir. Öte yandan erkekler çok çabuk yaratılan ‘güzellik’ kavramının tutsağı olabiliyor ya da cinsiyet rol dağılımlarının ayakta kalması için uygulanan baskılara boyun eğebiliyorlar. Burası da aslında bir şeytan çıkmazını ortaya çıkartıyor. Sol için gidilebilecek tek yol, toplumdaki cinsiyetçi tutuma karşı kökten bir tavır ile gerçekleştirilebilir. Ki bu toplumda, kızgınlıklarda kadının veya eşcinsellerin bedeni küfür kavramı olarak kullanılması tümüyle ’normal’ bir olaydır.
Türkiye’de, sokakta kadın hareketinin yeterince güçlü olmaması sonucunda, sol örgütleri ileri gidememektedir. Kadın hareketinin talepleriyle karşılaşmayan sol kendi içinde kendi görüşlerini yeterli gören bir kulübe dönüşmüştür. Buna rağmen, kadınların, cinsel azınlıkların ve diğer ezilenlerin kendi kimlikleriyle siyasi kimlikleriyle özgürce örgütlenebilmeleri, burada bahsedilen tüm eksiklere rağmen, artık bazı örgütlerde mümkündür.
Arjantinli Sosyalist Andrea D‘Atri’den alıntıyı aynı zamanda perspektif olarak almaktayız. Arjantin tarihinin en büyük sosyalist kadın örgütlenmesinin (Ekmek ve Gül) temel hedefini açıklıyor: Bizim temelimiz devletten ve patronların partilerinden bağımsızlık, Antikapitalizm ve sosyalist devrimdir.’ Sadece bu temelde yürütülen bir mücadele kadın ve cinsiyet sorununda gerçek ilerlemelere ulaşabilir.

 

Etiketler:
İstihdam