10/08/2015 | Yazar: Beren Azizi

‘Uydurma karakter’ ya da ‘tarihte olmayan olay/karakter’ sinemanın kendi gerçekliği için gereksiz tanımlamalardır, zaten sinema kurgudur.

Senaryosunu Jon Rabin Baitz’in yazdığı, Roland Emmerich’in yönettiği Stonewall filminin geçtiğimiz günlerde fragmanının yayınlanmasının ardından bir dizi tartışma ve protesto başlamış durumda.

Stonewall filmi, Roland Emmerich’in “tarihsel hatalar” konusunda eleştirildiği ilk filmi değil. The Patriot (2000), 10,000 BC (2008), Anonymous (2011) filmleri de “tarihi gerçeklileri çarpıtmak” ve “tarihi gerçekliklere sadık kalmamak” konusunda eleştirilmiş filmleridir. Bunun üzerine de “bir biliminsanı değil, bir  yönetmen” olduğunu ve hatta açık açık kitlesel “pop-corn” bir eğlendirme amacıyla bu işleri yaptığını dile getirmiştir.  Konuyla ilgili kendisiyle yapılmış bir röportaj: http://www.blackfilm.com/20040528/features/rolandemmerich.shtml

Yönetmenin filmografisine baktığımızda hem geçmişin hem de geleceğin (bilimkurgu) zaten açıkça kurgulanmaktan çekinilmediğini görüyoruz. Ayrıca The Day After Tomorror (2004) filminin DVD’si için hazırlanan “Yönetmenle Röportaj” bölümünde, Emmerich, Will Smith’i bu filmin kastına alma düşüncesine karşı yapımcıların ve stüdyo yöneticilerinin oldukça ırkçı tutumlarından ve ayrıca homofobiyle de karşılaştığından bahsediyor. (Roland Emmerich “açık” bir eşcinsel.)

Çok açık bir şekilde denilebilir ki kitlelerin eğlenmesi için tarihi gerçekleri “çarpıtmak”, yönetmenin bile isteye tercih ettiği bir çeşit otör tutumudur.

Stonewall filmine gelirsek, halihazırda henüz yalnızca fragmanı yayınlanmış olan bir filmin hiçbir gerekçe üzerinden eleştirisini yapmak mümkün olmayacaktır. Bunun haricinde yalnızca, filmin dışında kalan filmin reklam süreçlerinin kurgusu eleştirilebilir. (Fragmanın neden öyle hazırlandığı gibi.) Yalnız bu çeşit eleştirilerde dahi öfkenin ve dilin gereğince örgütlenmesi önemli. Yönetmenin kendi tarihini dışlayan, eleştirilerin odak noktasına tarihsel gerçeklikler ile filmin kendi gerçekliğinin tutarsızlığını koyan eleştiriler sığ ve aşırı milliyetçi bir değerlendirme olacaktır. Temsil sorunu, kime kimin oynatıldığından veya “gerçek” kahramanların filmlerde nasıl değiştirildiğinden farklı bir sorundur. Temsil sorunu içinde ritüel fonksiyonlar ile ideolojik sorunları barındıran çift yönlü bir meseledir ve sansür-pozitif bir dille ortaya konulabilecek bir sorun değildir.

Buradan doğru, benim “şimdilik” yapılan eleştirilere basitçe bazı itirazlarım var:

“Tarihimizi silen bir filmi desteklemeyin!”

Filmler tarih yazmadığı gibi tarih de silmezler. Tarihi manipüle ederler, değiştirirler, gerçekleri çarpıtırlar, canlarının istediği gerçekliği yansıtan kurguyu seçerler. Dramatik efektleri kasıtlıdır. Tüm filmler böyledir. Asıl eleştirmemiz gereken filmlerde bir tarih yazımı (veya tersinden silinmesi) arayan seyirci deneyimleridir. Seyircinin örgütsüzlüğü onu manipülasyona açık hale getirdiği için “tarihi gerçekleri çarpıtan filmlere” karşı tedirginlik anlaşılır; ama bunu yaptığı açık olan, gizlisi saklısı olmayan bir mecradır film. “Tarihimizi gençlerimize yanlış öğreten bu filmler/bu diziler” muhafazakarlığından kaçınmak, ortada filmin temsil krizi varsa bunun başka başka eleştiri süreçlerinin konusu olduğunu hatırlamak gerekiyor.

Peki nedir bu tarih? Stonewall’ın tarihi nedir? Zaten oldukça yakın bir dönemde gerçekleşmiş, hikayelerle destanlaştırılmış bir olgu var karşımızda. “İlk kurşunu sıkan” mevzusunu ciddi bir itibar malzemesi haline getirmek, bunun yapanın filmde gösterilen “beyaz” olmadığını söylemek neyin sonucu? Açıkçası ben burada şunu gözlemliyorum, Stonewall öncesi var olan ve utançtan oluşan LGBTİ kültürün tamamıyla reddedilmesi durumu sonucu Stonewall’ın milat sayılma arzusudur bu. Peki Stonewall öncesinin reddedilmesi bugün hangi sonucu doğurdu: Şüphesiz bugün de Stonewall’ın reddedilmesi sonucunu doğurdu.

Tarihçi Barry Adam, wikipedi’nın Stonewall Türkçe sayfasında bakın ne diyor:

"Her sosyal hareketin belli bir noktada geçmişinden neleri tutmak, neleri de reddetmek istediğine karar vermesi gerekir. Hangi özellikler baskının sonucu, hangileri de sağlıklı ve otantik?"

Oldukça yerinde bir analiz gibi görünüyor. Zaten Stonewall’ın kendisi bir tarih inkarıdır; hem de aşağılayarak, reddederek, yok sayarak kendinden önceki altkültürü, gizlenmeyi reddetmiş, yok saymıştır. (Çünkü Stonewall isyancılarına göre “utanç” baskının sonucu bir özellikti.) Bugün ise aynı inkarı, aynı sosyal hareket tam da Barry Adam’ın dediği yerden yapıyor. Bu sefer de hangimiz idda edebiliriz ki beyaz diye adlandırılan gay kültürün “aşırı exhibitonist” trans kültürü baskının sonucu “sağlıksız” bir tutum saymadığını? Zira aynısını Stonewall, “utanç” için yapmıştı.

Tarihe sahip çıkmak, “milat” kabul edilenin destanlaştırılması değildir. Bugün Stonewall öncesine denk düşen  eşcinsel erkekler tarafından eşcinsel erkekleri “mutsuz” ve “çelişik” karakterle temsil ederek yazılmış “gay pulp edebiyatı”na ait birçok kitap yeniden basılmamış ve şu an bilinmiyor. Bronski’ye göre ise bunun sebebi açık:

"Gey kurtuluş, tarih anlayışı büyük ölçüde geçmişin reddedilmesi ile belirlenen bir gençlik hareketi idi"

Gene oldukça yerinde bir tespit. Kabul edelim ya da etmeyelim LGBTİ özgürlük hareketi büyük ölçüde geçmişi inkar üzerine şekillenen bir hareket ve tarih tekerrür ediyor. Bugün ise “beyazlaşma” olarak tabir edilen kültür de aynısını kendi geçmişi için yapıyor. Bu bugünün meselesi değildir, LGBTİ tarihinin tarihsel sorunsalıdır zaten.

Peki gerçekten ilk kurşunu kim sıktı?

Tarihte böyle bir sorunun cevabını aramak sizi koşulsuz bir mecburiyete sürükler. Bu mecburiyet de şudur: Bir milat kabul etmek ve milat kabul ettiğiniz andan önceki tarihi reddetmek. Bu bildiğimiz “ulus tarih” öğretisidir. Şu an boykot destekçilerinin “öfkelendiği” nokta da tam olarak bu.  “İlk kurşun” sorunsalı. Oysaki LGBTİ hareket için bu “ilk kurşun” hadisesi her kimliğe giydirebilinir, giydirilmelidir de.  Tarih mevzusuna geri dönersek, hepimizin bildiğinin aksine “PRIDE” mevzusu ve Onur Yürüyüşleri mevzusu Stonewall’dan biraz daha önce başlamıştır.

Gene başka bir “gay bar” olan Black Cat Tavern’de sivil polislerin yaptığı baskınlar ve tutuklamalar sonucu barın çevresinde ayaklama oluştu. Daha sonra başka barlara da sıçrayan bu ayaklanmalar sonucu artan polis şiddeti bir yürüyüşe evrildi: PRIDE, yani Personal Rights in Defense and Education!

Tüm bu olaylara “beyaz gey” diye bugün nedense ve gereksiz yere sürekli aşağılanan kitle katıldı ve her şeyden önce ciddi bir basın-yayın kitlesi oluşturdular; akademik alanlarda bir kamuoyu elde ettiler.

Bu olaylardan birkaç yıl sonra Stonewall Inn barındaki isyan gerçekleşti. Açıkça söylemek gerekirse öncesinde “beyaz lgbti”lerce hazırlanmış, tasarlanmış bir basın-yayın ağı ve akademik kamuoyu olmasaydı bugün Stonewall Stonewall olamazdı. Bu noktada LGBTİ mevzularında temsil meselesine temkinli yaklaşmak gerekiyor. Homofobi ve sınıf düşmanlığını harmanlamak hem haksızlık hem hak ihlali hem de tehlikelidir. Hiçbir lgbti bireyi için henüz “eşit bir dünya” kurulmuş değildir. Ayrıca “kimin ilk kurşunu” sıktığı da bilelim ki oldukça tartışmalıdır. (Tabii böyle bir tartışmayı kabul edersek.)

Sonuç olarak; sinema-propaganda, sinema-tarihi gerçeklik, sinema-temsil gibi sorunlar önemli, politik ve tarihi tartışmalar olmakla birlikte “hassas” tartışılması gereken mevzulardır. Zira “sansür” tamamen bu alanların tezleri ile meşruluk kazanır. Ayrıca “uydurma karakter” ya da “tarihte olmayan olay/karakter” sinemanın kendi gerçekliği için gereksiz tanımlamalardır, zaten sinema kurgudur,  tüm karakterler gerçekte pek de yoktur.  Eleştirilmesi gereken mesele ise seyirci deneyimlerinin sosyolojisidir ve sosyolojik bir sorundur; filmin gerçekliğinin tutarsızlığı değildir.


Etiketler:
İstihdam