15/09/2014 | Yazar: Emre Korlu

Yachel, geldiği zaman bana sabretmem konusunda telkinlerde bulunuyordu zira ırkçılığı savunan aile bireylerinden eşcinselliğimi anlayıp aşkıma saygı duymalarını beklemem saçmaydı.

Son beş yılımın büyük bir bölümü buradan kurtulmayı hayal ederek geçti. 1938 yılıydı ve sanırım mevsim kışa dönmeye hazırlanıyordu. Gün ışığını görmem için bana ayrılan pencere aralığından bakarak Yachel’i düşünüyordum. Dadım, Yahudi düşmanı Adolf Hitler’e duyduğu aşkı mırıldanırken oldukça çirkin görünüyordu. Hiç kimse onun umurunda değildi. Her an kıçımı bir başkasına elletebilirim korkusuyla görevlendirilmiş zavallının tekiydi. Ailem, Yachel gibi Yahudileri umursamazdı. Onlar Adolf ve askerleri tarafından nasıl olsa öldürülecek olan yaratıklardı. Aile içi sırlarımız o kadar çoktu ki bazen sırf saklanılanlar yüzünden ev içinde vuku bulan kavgalara gülüp geçiyordum. 

Eşcinselliğin kıç deliği olarak adlandırıldığı insanların arasından geliyordum ve bu durum beni oldukça rahatsız ediyordu. Yachel, askerlerden gizlenerek tan ağarmadan pencereme vardığında, “oral sevişmeyle idare ettiğimizi söylesem bu suçumuzu hafifletir mi?” deyip gülüyordum. Parmaklarımız birbirine zor değiyordu ancak bir dahaki buluşmamıza kadar bununla idare etmek zorundaydık. 

***

Oldukça sert vuruyordu. Genzimden boğazıma doğru inen kanın tadını duyumsuyordum. “Lanet olası ölmekten de mi korkmuyorsun? Senin gibileri de toplayıp oraya götürüyorlar ve diri diri yakıyorlar” diyordu. Öyle çok bağırıyordu ki her iki kulağımı da kapayıp sesi bastırmaya çalışıyordum.  
 
Dachau toplama kampının nasıl bir yer olduğuyla ilgili oldukça bilgi sahibiydim. Nazi Almanyasında yaşıyor olmak, tüm bunlara yabancı kalmamak anlamına geliyordu. Babamın benden istediği üç maymunu oynamam gerektiğiydi. Ben ona göre oyunbozanlık yapıyordum ve sırf inat olsun diye erkeklerle yatıyordum(!)
 
1933 yılından bu yana sürekli onların gözüne girmeye çalışır gibi bir halimiz vardı. Öldürülme korkusuyla yaşadığımızı gizlemeye çalışıyorduk. Katolik inancı bize artık çok uzaktı. Çünkü inancımızı yaşıyor olmamız bile Naziler tarafından öldürülmemiz için bir sebepti.
 
Yachel’i bir daha görmedim. Bahar mevsimi içerisine girmiştik, aylardan Mayıs’tı. Avusturyalı ve Alman Yahudiler götürüldükleri kamplarda imha ediliyorlardı. Dışarıdan sürekli ceset kokuları geliyordu. Yaptıklarını saklamaya çalışıyorlardı ancak bu hususta pek de başarılı oldukları söylenemezdi. Yachel’in kokusunu hissetmekten korkar hale gelmiştim. O da kamplardan birine götürülmüş ve gaz odalarında ölüme terk edilmiş olabilirdi. Buna inanmak istemiyordum. Aksini düşünmek yok ediciydi.
 
Naziler, “Almanya Almanlarındır” deyip bağırıyordu. Babamın onlara eşlik ettiğini duyuyordum. Lanet olasıca dadı da aptal Almancasıyla şarkılar söylüyordu. Evin içinde özüne ruh katılmış bir heykel gibi durmaktan sıkılıp, “yeter!” diye bağırdığımı anımsıyorum. Beni meydan okumaya zorlayan onların anlamsız tutumlarıydı. Yachel, geldiği zaman bana sabretmem konusunda telkinlerde bulunuyordu zira ırkçılığı savunan aile bireylerinden eşcinselliğimi anlayıp aşkıma saygı duymalarını beklemem saçmaydı.
 
O gün sevgilim ve ailesi için yapabileceğim en mantıklı şeyin bu olduğunu düşündüm. “Yeter!” diye bağırdığımda bozulan örgünün tekrar eski haline geleceğine inandım. On yedi yaşındaydım ve rahatım yerindeydi(!) İçimde patlayan aşkı hiç kimsenin gördüğü yoktu. Babam, “ne olur Lear! Her şeyi anlarlarsa seni de alıp götürürler” lafını onlarca kez tekrar etmişti. Ona acımam ve dışarı çıkıp, “ben bir homoyum!” diye bağırmamam için elinden gelenin de en iyisini yapmıştı.
 
Onlara karşı duygularımın bu kadar hassas oluşu yıllarca kendimden utanmama neden olacaktı.
 
1933 ila 1945 yılları arasında Yahudilerin nasıl harcandığına tanık oldum. Alman doğduğum için şanslı olduğumu söyleyen zavallılarla karşılaştım. 
Yachel, nereye gidersem gideyim kalbimdeydi. Onun her halini hatırlıyordum. Çoğu kez ailesinden herkesin öldürüldüğünü düşünüyordum ve oldukça canım yanıyordu. Küçük kız kardeşinin o gaz odalarından birinde yok edilme ihtimaline karşı bir şey yapamamanın içimde bıraktığı çaresizliği o yıllardan bu yana sırtımda taşıyordum. 
 
“Sevgili Lear,
 
Sana yıllar sonra mektup yazıp bir zarfın içine özlediğim her şeyi koyup göndermeyi ümit etmiştim. Bunu yapabilmem için yaşamam gerekiyordu ve sanırım yalnızca seni bir gün görebilme umuduyla direndim. Nazi Almanları, dövmekten çok hoşlanıyordu. Yahudiler, onlar için ruhsuz birer et parçasıydı.
 
Evimize girdiklerinde bizleri Auschwitz’e götüreceklerini anlamıştık. Üzerlerindeki kamp üniformaları o kötü sonu gözümüzün önüne seriyordu.
 
Oraya götürüldüğümde “burada uzun süre kalırsan şanslılardan olacaksın” diyorlardı. İnsan olmadıklarına emindim. Üzerimi çıkarıp soyunmamı istediler. Tıraşa zorlandım. Adım başı dayak yiyordum ve tek suçum dindar bir Yahudi ailesinden gelmiş olmamdı. Ailemi Gettoya gönderdiler. Ben de çalıştırılanların arasında olacaktım. Çok zor aylar geçirdim. Savaş bittikten sonra hayatta kalabildiğime inanamıyordum. Ölüm yürüyüşüne ne kadar dayanabileceğim hakkında ise bir fikrim yoktu. Çekoslavakya’ya sığındığım için kendimi şanslı hissediyordum.
 
Seni hiç unutmadım Lear!
 
Bana yapılan en büyük işkence sensizliğe karşı çaresiz kalmaya zorlanmamdı. Şimdi Almanya’dayım ve oldukça yaşlıyım!”
 
Bu mektup elime geçtikten sonra evlendiğini ve evliliğinden iki kızı olduğunu öğrendim. Şartlar onu buna mecbur bırakmış. Hasta yatağında öldüğünde, başucunda eski Almanya içinde bir Lear kalmış. 

Etiketler:
İstihdam