06/03/2017 | Yazar: Tunca Özlen
8 Mart… Bazen erkeksiz, bazen karma ama kadınsız asla!
Her 8 Mart arifesinde gündeme gelen ve “en heyecanlı yerinde” seneye devredilen tartışmalara aşinasınızdır. Başat ekseni, “Erkekler de 8 Mart’a katılmalı mı” sorusu olan tartışmalar, son yıllarda popülerliğini değilse bile şiddetini kaybetmiş görünüyor. Bu vesileyle mevzuyu harlamanın belki de tam sırası…
İşe, temel argümanı masaya yatırarak başlayabiliriz. Buna göre, 8 Mart eylemleri erkeklerin katılımına kapalı olmalıdır zira bunun pek çok gerekçesi vardır: Her şeyden önce, kadınlar etraflarında erkeklerin varlığını hissetmeden sokağa çıkabilmeli, bir eyleme katılabilmeli, kadın kadına olmanın verdiği özgüveni yaşayabilmelidir. Diğer taraftan, erkekler eylemlerde de kadınları domine etmekte, sesleri kadınların sesini bastırmakta, varlıkları bir tür gözetim mekanizması yaratmaktadır. Eyleme gelen eşler, sevgililer, kardeşler kadınları “koruma” eğilimini eylemde de sürdürmektedir. Dolayısıyla erkekler, senede bir gün olsun kadınlara verdikleri desteği, “Erkeksiz 8 Mart” kararına saygı göstererek ortaya koymalıdır. (1)
İşin aslı, “Erkeksiz 8 Mart” ilkesinin zayıf noktasını gerekçeleri oluşturmuyor. Yukarıda sıralananlar ve onlara eklenebilecek diğer gerekçeler, gerçek bir toplumsal sorundan, erkeklerin kadınlar üzerinde kurdukları, çeşitli mekanizmalarla tarih boyunca ayakta tutulan hegemonyanın sınırlandırılması ihtiyacından doğuyor:
"Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana rastlar. (…) Aile içinde erkek burjuvadır, kadın proletarya rolünü oynar.” (2)
Alıntı, yalnızca öne sürülen argümanların tarihsel arka planını ortaya koymuyor, aynı zamanda “Erkeksiz 8 Mart”ın siyasi açmazına da ışık tutuyor. “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması” yalnızca bir gün değil her zaman, belirli bir mekânda değil her yerde yaşanıyor. Hal böyle iken, tam da “Erkeksiz 8 Mart”ı savunmak için ortaya konulan argümanlar, onun zayıflığına denk düşüyor.
Öte yandan, “Bir günü bize çok görmeyin” yaklaşımı erkeksiz katılım tartışmasının ötesinde, erkek egemenliğinin arkasında yatan tarihselliğin üzerini örterek biyolojist yaklaşımlara savrulması, iktidarın fethini gündemden düşürerek gündelik yaşama kilitlenmesi ve bu anlamda kadın hareketini düzen karşısında silahsızlandırması bakımından tehlikeli. Kadın hareketinde uzun süredir gözlenen “sivil toplumculaşma” eğilimi, işin tuzu biberi oluyor. Erkekliği biyolojik kimliğe indirgeyen ve bu haliyle dışlayan bu tarz, kimliksiz - sınıfsız toplum tahayyülüyle arasına duvar örüyor.
Yukarıda değindiğim “biyolojist yaklaşım” meselesini biraz açmak gerek. “Erkeksiz 8 Mart”, erkekleri salt biyolojik varlıklar olarak kodluyor ve mutlaklaştırıyor. Toplumsal cinsiyet ve kuir teori üzerine söylenen onca söz, yazılan onca satır, takvimler 8 Mart’ı gösterdiğinde bizzat sahipleri tarafından ortada bırakılıyor. Toplumsal bir kimlik olarak tanımlanan erkeklik, o gün bir penise sahip olup olmamaya indirgeniyor ve bu kriter üzerinden kategorize ediliyor. Kriter siyasi bilinç değil biyolojik özellikler olunca, “erkeklik geçmişi var” diyerek trans kadınları bile veto edenler (3), toplumsal olarak “erkekleşmiş” kadınları gönül rahatlığıyla kortejlerine alıyor. Ne kadar acı…
“Erkekler” yoksa tarih bilinci de, toplumu dönüştürme becerisi de yok!
Abartıyor muyum? Peki ya 8 Mart’ta kadınlar yoksa?
“Erkeksiz 8 Mart”, bu ilke doğrultusunda kurgulanan eylemlerin içeriksizleşmesini, erkekleri dışlayan tarza karşı sınıfsal bir içerikte kutlama iddiasıyla düzenlenen bazı eylemlerde ise biçimciliğe başvurulmasını beraberinde getiriyor.
İlkine örnek vermek gerekirse, 2004 yılında kadın örgütlerinin ve alana karma bileşimle gelen örgütlerin katılımıyla İstanbul’da düzenlenen 8 Mart eyleminde, bu iki grubu birbirinden ayırmak için burjuva feministler tarafından bir “kadın zinciri” kurulmuştur. Bu zincir esas olarak kadınlarla erkekleri değil, öz örgütlerde yer alan kadınlarla karma gruplarda yer alan kadınları birbirlerinden ayırmıştır. “Kadın zinciri” tarafından boğulan kadın dayanışması yoksa, kadınlar da yok!
Diğer taraftan, devrimci-demokrat çevreler tarafından dostlar alışverişte görsün diye her 8 Mart’ta mecburen ve idareten düzenlenen etkinliklerin içeriği, geriye kalan 364 günde söylenebilecek şeylerin o güne denk getirilmesinden ibaret kalıyor. Basın açıklamasını kadınların okuması, örgütte kendisine kolay kolay sorumluluk verilmeyen kadınların o gün önlerde durması, sadece görüntüyü kurtarıyor. 8 Mart’ta kadınların sorunlarına, taleplerine, mücadelelerine vurgu yoksa, kadınlar da yok!
Kadın hareketi içeriksizliğe ve apolitizme, sol ise biçimciliğe ve kolaycılığa mahkûm değil. Önce, 8 Mart’a katılımı çetrefilli bir hale getiren konuyu, görünürlük meselesini sağlıklı bir bağlama yerleştirmek zorundayız…
Bir Newroz kutlamasını gözünüzün önünde canlandırın. Kimlerin Kürt, kimlerin diğer uluslardan olduğunu bilemezsiniz ancak alandan çıkan politik mesaj Kürt hareketinin hanesine yazılır. Ertesi gün haberlerde “Kürtler alanları doldurdu, barış istedi” denir, diğerlerinin de ağırına gitmez.
Bir Alevi mitingini gözünüzün önüne getirin. Alanda kim Alevi, kim Müslüman, kim inançsız net değildir, yine de alandan çıkan politik mesaj Alevi hareketinin hanesine yazılır. Ertesi gün televizyonda “Aleviler eşitlik istedi” denilir, kimse bir daha Alevi mitingine gitmeye tövbe etmez.
Bir Onur Yürüyüşü’nden kareler hayal edin. Kortejde kim lezbiyen, kim gey, kim biseksüel, kim heteroseksüel emin olamazsınız (çoğu durumda translar kendiliğinden görünürdür) ancak yürüyüşten çıkan politik mesaj LGBT hareketinin hanesine yazılır. Ertesi gün gazeteler “LGBT’ler yürüdü” yazar, heteroseksüeller de bundan gocunmaz.
Şimdi aynı şeyi bir 8 Mart eylemi için deneyelim. Alanda kim kadın, kim erkek… Bellidir! Zira kadın veya erkek olmak, yani cinsiyet kimlikleri kendiliğinden görünür kimliklerdir. Bunun biyolojizmle değil, görünürlükle ilgisi var. Toplumsal cinsiyet normlarının tamamen ortadan kaldırıldığı, bu anlamda “cinsiyetsiz” bir topluma ulaşana kadar, bu bir veri. Dolayısıyla, “kadın dayanışması”nın hissedilir bir olguya tekabül edebilmesi için kimi zaman homojen bir görüntü vermek gerekebilir. Özgecan cinayetine duyulan öfkeyi açığa vuran kitlesel kadın eylemleri, bunun güncel bir örneğiydi.
Ne yapacağız? Kadın zincirleri mi kuracağız, yoksa erkekleri arkadan mı yürüteceğiz? Kadınları veya erkekleri aşağılamaktan başka yol yok mu?
Siyaset her sorunu çözer.
Ülkenin içinden geçtiği dönem, düzen siyasetindeki çatlaklar, kadınların öne çıkan sorun ve talepleri, devrimci fırsatlar o sene hangi eylem biçiminin benimsenmesini dayatıyorsa, onu benimseriz. Belirli bir eylem biçimini, erkeksiz veya karma katılımı mutlaklaştırmak veya lanetlemek, meseleyi sınıflar mücadelesinin ihtiyaçlarından azade ele almak, düşülebilecek en büyük hata.
8 Mart eylemlerinin biçimi kadar, hatta bundan daha fazla üzerine kafa yormamız gereken başlıklar var. Haziran Direnişi’nden sonra toplumsal muhalefeti bütünüyle saran etkisizleşmenin nasıl kırılacağı, Cumhuriyet’in tasfiyesiyle bu alanda eriyen kazanımları savunmanın hangi bağlam üzerinden kurucu bir misyonun parçası olacakları, LGBT hareketinin giderek daha çok gündeme getirdiği ikili cinsiyet rejimi tartışmalarında kadın hareketinin nasıl bir pozisyon alması gerektiği gibi başlıklar, çok daha kritik bir önem taşıyor.
8 Mart… Bazen erkeksiz, bazen karma ama kadınsız asla!
- Örneklerini verdiğim argümanlar, her zaman ciddiyetle savunulmuyor: “Gidip bir de 8 Mart’ta kadınların sesini bastırmanın manası var mı? Ya da yaklaşım şu mu, ‘Ben kadınları ezmedim, 8 Mart’a katılmam lazım, kadınlar buna karşı çıksa da’. Mesele şuna dönüşüyor, ‘Kadınlar için, kadınlara rağmen’.” Kaynak
- Friedrich Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Ankara, 2010, s. 78-87.
- 2013 yılında İstanbul’da düzenlenen 8 Mart eylemine katılmak isteyen trans kadınların korteje alınmasını kabul etmeyen burjuva feminist Ayşe Düzkan, buna itiraz eden translara “erkek geçmişlerini” hatırlatmıştır. Biyolojist yaklaşımların transfobi üretmesi kaçınılmaz.
Bu yazı ilk olarak soL Haber Portalı’nda yayınlanmıştır.
Etiketler: