25/02/2014 | Yazar: Karin Karakaşlı

Ruhunu diri tutanlar hâlâ 1986’nın 18 Şubat’ında ölen Tezer Özlü’nün, biatçı topluma had bildiren manifestosunu haykırır: "Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz."

Ruhunu diri tutanlar hâlâ 1986’nın 18 Şubat’ında ölen Tezer Özlü’nün, biatçı topluma had bildiren manifestosunu haykırır: "Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz."
 
Bir ölüm tarihin olunca ölüyorsun mecbur. Yani o gün öldüğün anımsanıyor oluyor. Ama bir 18 Şubat günüyle ölen Tezer Özlü’yse, hayatı her 24 saatte ölüp dirilmek, kendini yeniden ve yeniden doğurmak şeklinde yaşayan bir yazarı aslında her Allahın günü yaptığım gibi yanıma çağırmaktan başka bir şey değil bu yaptığım. Hani isminden yola çıkıp neredeyse içgüdüsel olarak bağırmak gibi “Tez gelesin Tezer!”
Anmak değil, yaşamak düşer onu bana. Hep böyle oldu. Ama bu yıl yurtdışından çeşitli dergilere yolladığı yazılardan oluşan yeni bir kitabı da var ya hani elimde, sanki elinde hediyesi ile gelmiş hissediyorum onu. Tezer Özlü kavimdaşlarına Sezer Duru’dan hediye.
 
Bazı yazarların konuları vardır, bazılarının meramı… Tezer Özlü, derdi, meselesi olan, o meramı anlatmanın kaçınılmazlığı içinde, neredeyse canhıraş bir şekilde yaşayan ve yazan bir yazar. Canhıraş yazanlar her yıl proje misali ürün vermez ama ortaya koydukları yapıt, onlardan bağımsız kendi yörüngesini oluşturur ve okurların tamamlamasına açıktır. Yazarın bıraktığı yerden okur devam eder. Tezer Özlü böyle olduğu içindir ki bitmez, tüketilmez. Sürekli daha da genç kuşaklarla buluşur, ölüme yandan şöyle bir gülümser.
 
Hayat sokakta
Tezer Özlü’yü her okuduğumda sokağa fırladığımı bilirim. O en çok da yollara, anonim otel odalarına, şehir meydanlarına, denize ve gökyüzüne yakışır. Kulağımda sesi çınlar: “Yaşam yalnızca sokaklarda. Bir canlılık var sokaklarda. Güzel olan, gerçek olan, kentin insanları, kalabalık, dış dünya . Dış dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusu…” Gidiyor olurum. Daha da mucizevi olanı kendime varıyor olurum. O ki, Tezer Özlü bu uğurda dünyaları yakmıştır. Şimdilerde yine bedene, zihne, yüreğe, ruha kast eden bir düzen silindirle ezmeye çalışırken, onun kutsadığı tek değerdir birey. Bu son derleme kitabında da daha ilk sayfadan ilan ediyor konumunu: “Her zaman olduğu gibi gene çok bireyci davranacağım. Başka türlüsü elimden gelmiyor. Toplumun oluşumunda en çok bireyin varlığına önem veren bireyciyim.”
 
Onu bireyciliği, kendi ben’inden yola çıkarak vardığı koca bir insanlık hikâyesidir. Yalansız, riyasız çırılçıplak hakikat. Maruz kaldığı elektroşoku bile dilin olanaklarını zorlayarak anlatan, kadınlığını, cinselliğini, bunları özgürce yaşamak uğruna ödenen bedelleri paylaşan cömert bir hakikat. O yüzden uyarır hepimizi: “Derinliğin derin boyutunu tanıyorum, diyorum. Akıl ve delilik arasındaki o ince çizgiyi. Artık kimse karşıma çıkıp, bana bencil olduğumu söylemesin. Her ‘ben’ bencildir, her ‘kır’ kırsal olduğu gibi.”
 
Yazmaktan öte yaşamanın kendisini bir başkaldırı olarak koyar ortaya. Başkaldırdığı; her nevi erk, her tür düzen kisveli faşizmdir. Bir zamanlar özgürlükler mücadelesi olarak başlayan ama giderek şık tanımlı prangalara dönüşen bugünün kimlik politikalarının ortasında ve şu koca tahakküm idaresinin karşısında onun kendi köken ve kim’ine dair yaptığı tanım alır götürür insanı: “Yaşamımın annemin ve babamın yaşamıyla bir ilintisi olmadığını düşünüyorum. Bir ana ve babadan olma değilim. Bir yaban otu gibi Anadolu yaylasında bittim. Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım.”
 
Köksüzlük ve uzaklaşma hislerinin ilk doğduğu yer evdir. Tezer Özlü’nün anlattığı ev, öğretmen-müfettiş orta sınıf memur bir ailenin 50’li yıllarda bir yanı Çarşamba semtine bağlanan yolun çıkmazındaki tahta apartmandır. Üst üste eşyalarından, damlayan musluklarına kadar biz bu evleri çok iyi biliriz. Ve onunla birlikte atarız kendimizi sokaklara: “Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek……….isterim hep.”
 
Bütün bunların dışındayım’
O da gider ama kaçmaz. Ardında bırakmaz hiçbir şeyi. Bugün halen aynı ezber, dayatmacı ders kitaplarıyla kuşatılmış çocuklar dalgın gözlerle camdan dışarı bakar ders sırasında. Onun zamanında darbelere denk gelen provokasyonlar, demokrasi maskesi altında bugün de süregider. O kadar ki duvarlara “Burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!” sözü yazılıdır Gezi direnişi sonrası. Ve ruhunu diri tutanlar hâlâ onun biatçı topluma had bildiren manifestosunu haykırır: “Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanlarla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım.”
 
Son kitabında yazıyla hesaplaşıyor yine. Oradan devşirdiği gücü fısıldıyor kulaklarımıza: “Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. (Ya da kendi kendine kanıtlamak için). Çünkü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalımı yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olmayı edebiyatla öğrendim.”
 

Egemenlere karşı çıkılan bu her günlük ölüm-kalım savaşında edebiyat için yaptığı ve kitaba da adını veren tanımı alır bağrıma basarım: “Neden edebiyat? Yeryüzüne dayanabilmek için.” 


Etiketler:
İstihdam