24/05/2009 | Yazar: Elif Gazioğlu

Geçen hafta gazetelerin ‘en güzel transseksüel’ başlığıyla verdiği haber, Tayland, Pattaya’daki güzellik yarışmasının sonucunu bildiriyordu.

Geçen hafta gazetelerin ‘en güzel transseksüel’ başlığıyla verdiği haber, Tayland, Pattaya’daki güzellik yarışmasının sonucunu bildiriyordu. Nattee, 30 transseksüelin arasından birinci seçilmiş, kameralara mutluluk gözyaşlarıyla süslü gülücükler dağıtmıştı. Fotoğraflarda transseksüel olduğuna dair hiçbir emare yoktu. Tüm izler silinmiş, silinemeyenler pudralanmış, makyaj hileleriyle kapatılmıştı. 

Nattee’ye güzellik tacı, ‘en güzel transeksüel’ olmasından ziyade, ‘kadın’a en çok benzeyen transseksüel olduğu için verilmişti. Bunu, yarışmanın önceki elemelerini geçerek finale kalan diğer 29 kişide de gözlemlemek mümkün. Transseksüel güzellik yarışmalarının tek maluliyetleri, benimsedikleri aynılaştırıcı, kalıplara indirgeyici güzellik anlayışları değil; bir transseksüelin bu tür bir yarışmada yer alabilmesinin temel kıstası, onun mümkün olduğunca kadınsı özellikler taşıması, ‘kadın’a benziyor olmasıdır.
 
Kadın’ı tırnak içinde kullanmam, bahsettiğim kadınlığın, sistemin benimsediği bir kategoriye, bir toplumsal cinsiyet kalıbına işaret ediyor olmasından. Bugün, bu kalıbın ana hatları, el ele veren iki kapsayıcı sistemin hayat damarları tarafından çiziliyor. Biri, patriarkinin besleyip pompaladığı erkek egemen estetik anlayışı. Diğeri, yine ilkine bağlı olarak gelişip büyüyen kozmetik sektörü. Daha kapsayıcı ve sömürücü sistemlerin yaratımı olan bu iki damar, el birliğiyle, tüm farklılıkları iki temel potada eritmeye ve herkesi, kendi tanımladıkları ve sınırlarını kendilerinin çizdiği ‘kadınlık’ ve ‘erkeklik’ alanlarına hapsetmeye yeminli işlemekte. Nattee’nin gözlerindeki upuzun takma kirpiklerden, dudaklarındaki ıslak ruja, narin yürüyüşünden utangaç gülümsemesine kadar her şey bu kurgunun, bu kalıplardan birine ‘layık’ görülme çabasının birer göstergesi. Dolayısıyla Nattee’nin başına kondurulan taç, güzelliğinden ziyade ‘ne kadar da kadına benzemiş’liğinin ödülü. Kavramlar üzerinden konuşursak, kadın’ı çoktandır denetleyen ve sömüren patriarki, transseksüeli de bu kalıba dâhil ederek mevcut sömürgesine benzetmekte ve iktidarını güçlendirmekte. Bu anlamda trans bireylerin yüzleşmek zorunda oldukları tehlikelerin bir ayağını homofobi oluştururken, önemli bir diğer ayağını da patriarki belirlemekte.
 
Yarışmaya geri dönersek, bu yarışmalarda dayatılan transseksüel güzellik, daha geniş bir güzellik anlayışı evreninin, yani eril bakışı tatmin etmeye odaklı egemen estetik anlayışının bir çıktısı aslında. Egemen estetiğin eril bakışı tatmine yönelmesinin tarihi ise Antik Yunan’a, hatta belki daha öncesine dayanıyor. Eşcinselliğin, istisna olarak görülmek bir yana, bir norm olduğu, Platon dâhil en önemli düşünürlerinin başka erkeklere açıktan açığa aşk nağmeleri dillendirdiği, bununla birlikte kadınların vatandaştan sayılmadığı Atina demokrasisinin ünlü heykellerinin büyük bölümünün erkek heykeltıraşların ellerinden çıkmış olması, bu anlamda çok şaşırtıcı değil. Yunan heykelciliğinin günümüzün, beyaz, Avrupa merkezli egemen güzellik anlayışının şekillenmesinde payı büyük. Tabii bu, kadının tarih boyunca bilimden, düşünden, edebiyattan ve sanattan dışlanmışlığının tek bir örneği. Dolayısıyla, tarihsel seyri içinde sanatın çeşitli dallarının ve ona paralel gelişen estetik ve güzellik anlayışlarının erkek eyleyicilerin ellerinde şekillendiğini öngörmek, yeni bir çıkarsama olmaz.
 
Transseksüelliğin, bugün kadın’a yakıştırılan ne varsa onun içine hapsedilmesi çabası, patriarkal iktidarın kendini koruma ve güçlendirme politikalarından biri. Bu aynı zamanda güzelliğin estetik ve sanat evrenine ait bir kavram olmaktan çıkarılıp nasıl politize edildiğinin de en net göstergesi. Sonuç olarak Nattee’nin birinciliği, içinde barındırdığı ‘görünürlüğümüz arttı, artık varlığımızı kabul edip bizi sayıp seviyorlar’ yanılsamasına yol açma ihtimali dolayısıyla, sevindirici olmaktan ziyade, düşündürücü. 


Etiketler:
nefret