26/02/2014 | Yazar: Erdal Partog

Türkiye demokrasinin sorunu aynı zamanda LGBTİ hareketinin de sorunu oluyor. Siyasi partilerin merkeziyetçi anlayışı bütün toplumsal hareketleri baskı altına alıp etkisiz hale getiriyor.

Bu yazıda uzun uzadıya toplumsal hareketin tanımını yapmayacağım, ancak yazıyı anlaşılır kılmak için biraz çerçeve oluşturmaya çalışacağım. Bildiğiniz gibi toplumsal hareketler denildiğinde aklımıza toplumsal ilişkilerden türeyen grupların kendilerini var etmek için bir araya geldikleri siyasi bir bütün aklımıza gelir…
 
Kürt hareketi son 30 yılda bu topraklarda bir toplumsal hareket olarak kendini var etmeye çalışan bir toplumsal hareket. Bunun yanında kadın hareketini hiç yabana atamayız. Özellikle seksenlerden sonra erkek egemenliğine karşı kadınların mücadelesi oldukça değerli bir mücadeledir. Bu mücadele hala devam ediyor. Bir diğer toplumsal hareket ise LGBTİ toplumsal mücadelesi, bu hareket de homofobiye, transfobiye ve heteroseksizme karşı mücadelesini sürdüren, son olarak da Gezi süreci ile görünürlüğü arttıran bir hareket oldu. Bütün bunlara işçi ve memur mücadelesini eklememek olur mu? Tabii ki olmaz.
 
Ancak şu günlerde yaşadığımız gerilimli ortamda siyasi partilerin toplumsal hareketlerin çok önünde olduğunu görüyoruz. Yani toplumsal hareketleri açan, destekleyen değil ondan rol çalma derdinde olduğunu görüyoruz. Hatta siyasi partiler daha da ileri giderek kendilerini bir toplumsal hareketin öznesi olarak kuruyorlar. Maalesef bu durum Türkiye tarzı siyasetin de en büyük sorunlarından birini oluşturuyor. Bir anlamda siyasi partiler temsil ve katılım adaletine odaklanmaları gerekirken birden toplumsal bir hareketin öznesi haline gelip toplumsal hareketlerin manevra alanını kısıtlamış oluyorlar.
 
En somut örnek de BDP sürecinde yaşanıyor. Kürt toplumsal hareketinin BDP özelinde kendini var etmesi hem bir ilerleme oldu hem de bir sorun oldu. BDP Türkiye’nin geneline dair siyaset yapma tarzını tarihsel koşullarından dolayı henüz gerçekleştiremedi. Ancak BDP bu sınırlamayı fark etti çözüm yollarını aramayı sürdürdü. Nitekim de HDP böylesi bir arayışın sonucunda ortaya çıktı.
 
Ancak bu arayış yine de şu temel sorunu aşamadı, bir siyasi parti toplumsal bir hareketi tamamen temsil edebilir mi? Daha doğrusu bir siyasi parti bir toplumsal hareketi kapsar mı?
Bu soruları biraz daha açmak için işçi sınıfından bahsetmek gerekiyor. Çünkü Marx işçi sınıfını siyasi partinin üstünde tutuyordu. Yani bugün ülkemizdeki siyasi partilerin yaptıklarının tam tersini savunuyordu. Marx, toplumsal bir hareket olarak işçi sınıfını siyasetin öznesi sayıyordu. Marx’ın bu yaklaşımı bize siyasi partinin sınırı nerde başlar nerede biter sorusunu yeniden sorduruyor. Aynı soruyu toplumsal hareketler için de sorabiliriz.
 
Türkiye tarzı siyasette belki de Marx’ın yaklaşımını faklı bağlamda düşünen tek parti muhafazakâr partiler olmuştur. Yani İslam siyasi partiyi kapsamalı görüşü… İşte bu sorular insanın bir şeye karar vermeden önce kırk kere düşünmesine neden oluyor. Bir siyasi parti toplumsal bir hareketin öznesi olabilir mi?
 
Benim görüşüm daha ortada bir yerde sanırım ama Marx’ın temel argümanlarına da yakınım. Sadece Marx’a değil Carl Schmtt’e de… Marx işçi sınıfının siyasetin öznesi olması gerektiği fikrini işçi sınıfının sosyal değişimi üzerinden açıklıyordu. Bu anlamda Marx’ı bu çıkarsamaya sevk eden gerçekliği görmezlikten gelemeyiz. Bugün de işçi sınıfı ya da çalışan kesimlerin yapısı sürekli değişiyor, yeni yeni sorunlar yeni yeni talepler ortaya çıkıyor. Bu sorunlar ve talepler siyasi partilerin ilgisine mahzar oluyor. Siyasi partiler kendilerini ancak böyle yenileyebiliyor.
Bu anlamda Carl Schmitt haklıydı; siyaset devlete önceldir, buna bağlı olarak da siyasi partilere de önceldir. Çünkü öncel olmasının nedeni toplumsal hareketlerin sürekli bir değişimin ve dönüşümün içinde olmasıdır. Bu anlamda hiçbir siyasi parti bu değişimin nedeni değil ancak sonucudur. Nitekim sağ ve sol siyaset dediğimiz şey de bunun bir sonucu değil midir?
 
Bu çerçeveden siyasi partilere baktığımızda Türkiye’de siyasi partilerin çoğunlukla merkeziyetçi bir yapıya sahip olduklarını, sürekli toplumsal hareketleri kıskaçları altına almaya çalıştıklarını görüyoruz. Türkiye’de de normal olmayan şey siyasi partilerin kendilerini bir toplumsal hareket ile özdeşleştirmesi kendini toplumsal hareketlerin üzerine konumlamasıdır.
 
Toplumsal hareketlerin sorunu ise siyasi partilerin kendilerinden güçlü olduğunu düşünmesidir. İktidar ile güç arasındaki farkı kaçırmasıdır. Bu tarz gücün ya da iktidarın da toplumsal hareketin kurtuluşu olabileceğine dayanan boş inanca ne demeli?
 
Gerçekte siyasi partiler zor değişen yapılardır, toplumsal hareketler ise sürekli hareket halindedir. Bundan dolayı da siyasi parti içindeki toplumsal hareket taraftarları ile parti içinde olmayanlar arasında çatışmanın çıkması da kaçınılmaz oluyor.
 
Bugün Türkiye’de yaşadığımız her şey bu çarpık yapı üzerinde yükseliyor. Toplumsal hareketler o kadar hareketli ki siyasi partiler hep bu hareketlerin gerisinde kalıyor. Bu geride kalma siyasi partilerde endişeye neden oluyor. Bu endişe de bir süre sonra toplumsal hareketi karalamaya kadar gidiyor. Böylece toplumsal hareketler siyasi parti partizanları tarafından adeta siyasetten soğutuluyor. Kadın hareketinin tarihinden onlarca örnek buna dair çıkarabiliriz.
 
Bu çıkmaz LGBTİ toplumsal hareketi açısından neden farklı olsun ki, sonuçta toplumsal diyalektik ve siyaset bir tane yol üzerine kurulmuşsa izlenecek yol da bir tane oluyor. Türkiye’de siyasi partiler sırf karşı siyasi partileri kötü göstermek, onlar üzerinden toplumsal hareketleri kontrol etme hatasına düşüyor.
 
Yerel seçimlere bir ay kala LGBTİ hareketinin yaşadığı şeyler de benzer sorunlar üzerinden çıkıyor. Türkiye demokrasinin sorunu aynı zamanda LGBTİ hareketinin de sorunu oluyor. Siyasi partilerin merkeziyetçi anlayışı bütün toplumsal hareketleri baskı altına alıp etkisiz hale getiriyor. Çünkü siyasi partilerin sosyal hareketlerle nasıl ilişkilenmeleri gerektiği siyasiler tarafından çok düşünülmüyor. Aynı kafa karışıklığı toplumsal hareket için de geçerli bence.
 
Bu topraklardaki siyasi parti ve toplumsal hareket ilişkisi konusunda kadim kafa karışıklığı bizi yolsuzluğa ve darbelere sevk ediyor. Kimse kendi rolünü gerçek anlamda bilmiyor. Herkes herkesin rolünü çalıyor. Oysaki siyasi partiler rol çalan değil hayatın içinde gerçek kişilerin görünür olmasına neden olmalı, toplumsal hareketlerden aldıkları siyasi talepleri kendileri icat etmiş gibi yapmamalı. Yoksa toplumsal hareketler küçülür siyaset sığlaşır.
 
İşte bütün bu akıl tutulması ülke siyasetimizin temel karakterine dönüşmüş durumda. Maalesef ülkemizde siyaset henüz demokrasinin gerçek değerlerinden uzak bir seyir izliyor. Ne siyasetçilerimiz bu konuda aklıselim davranıyor ne de toplumsal hareketin temsilcileri. Hal böyle olunca bu ülkede demokrasi bu kadar oluyor.
 
Tarihsel gerçekliği aşmayı konuşmak da bu süreçte ister istemez anlamsızlaşıyor. Ütopyalar çoğalıyor gerçeklikler soyutlaşıyor. Dil, kanaat ve fikir, insan aklının hapishanesine dönüşüyor.

Etiketler:
nefret