25/07/2014 | Yazar: Gülsevil Sariye Dönmez

Sömürünün sınıfsal, kimliksel, cinsel, maddesel her bir tezahürüne karşı müşterek bir tavırdan söz ederken birini diğerinin gerisine koymak, ehemmiyet sırası kaygılarına düşmek ‘devrimci’ değiştiriciliğin yerine geçiştiriciliğin gelmesine göz yummak anlamına gelir.

Bir çok sol/sosyalist pratikte olduğu gibi Türkiye solunun mücadelesi de militarizm, milliyetçilik, revizyonist kırılmalar, azınlık sorunları, cinsiyetçilik, homofobi gibi turnusol niteliğindeki meselelerle sınanmıştır. Türkiye gibi; kapalı, muhafazakâr-feodal toplum yapısına sahip ülkeler ve bu ülkelerdeki ideolojik oluşumlar için bu turnusollardan bilhassa cinsiyetçilik ve homofobi hayli sancılı süreçleri doğurmuş, baskıcı ve homojenleştirici örgüt/parti/yönetim politikalarını beraberinde getirmiştir. Ancak daha da vahim olarak (özellikle son yirmi yılda yükselen feminist-antiseksist/antihomofobik politikalarla “farkındalık” oldukça artsa da) solun geçmişindeki bir açmaz da şuydu: Türkiye’deki antikapitalist-sol mücadele içinde kemikleşen eril dil-davranış yapısının “bir iktidar olarak” kabul görülmek bir yana içselleştirilmesi, kadınların ve eşcinsellerin bu ikincilleştirme karşısında pasif, kabullenmiş ve baskıyı yadsı(ya)maz hale getirilmesi hatta bu hegemonik “solcu” erkekliği erkeklerden çok sahiplenen kadınların olmasıydı. Neticede temel metodoloji olarak; her türlü faşizme, mikromilliyetçiliğe, sermayeye eklemlenen sömürü mekanizmasına karşı olarak yükselen sol yapılar bu karşı oldukları iktidar biçimlerini hem epistemik, hem de eylemsel olarak kendi bünyelerinde “yeniden üretmişti”. Yani solun, bir iktidar biçimi olarak ataerkil faşizme, feodal baskıcılığa karşı olarak ürettiği dil, tutum ve tepkileri “bir hegemonyaya yine onun diliyle ve tavrıyla karşı gelmek”le ifade edilebilir, okunabilir. Muktedir olanın sömürü ve eziciliğinden şikayet edip, hiyerarşik kaygılarla karşı bir oluşum içinde aynı iktidar konumlanışını yaratmak, cinsiyetçiliğe mizojiniye karşı bir savaş verirken yine aynı iktidar dilini kullanmak ironisi bir başka ifadeyle. Ve genel toplumsal cinsiyet kalıplarına karşı solun da yeniden ürettiği bu “ataerkil özne” geçmişten bugüne “rahatsız edici” dönüştürücü ve yıkıcı bir eyleyen haline gelmiştir.
 
Çeşitli iktidar biçimlerine karşı yürütülen “özgürlük ve varoluş” mücadelesi çoğu zaman bazı tahakküm yapılarını çürütse de, çeşitli egemenlik biçimlerine karşı “bağımsızlık ve kurtuluş” sağlasa da çöken iktidarlarla birlikte hâlâ yaşayan, yaşamaya direnen diğer iktidar yapıları mevcuttur. Özellikle kapitalizm, milliyetçilik, homofobi, cinsiyetçilik gibi birçok hegemonyanın birbirine içkin/girift bir yapıda olması, bu özgürleşme mücadelelerinin neden birbirlerinden bağımsız olamayacağının en bariz gerekçesidir. Tıpkı diğer sosyal-siyasal pratiklerde olduğu gibi Türkiye solu için de makro iktidar alanlarına karşı yürütülen bu egemen karşıtı mücadele içinde içten içe büyüyen evrilen bir mikro-iktidar biçimi olarak cinsiyetçilik ve homofobi; yadsınan/görülmeyen/ötelenen bir mücadele sahası olmuştur. Örgütlülük içinde hâlâ toplumsal cinsiyet dayatmalarını yıkamamış insanlar “solun üstünde dolanan cinsiyetçilik hayaletini” ya görmezden gelmişler ya da dışarıdaki iktidarlarla mücadele ederken içselleştirilen binlerce yıllık bu iktidara karşı gelmek hayli zor gelmişti onlara. Yahut bu içselleştirilmiş iktidar biçimlerine karşı “farkındalık” içinde değillerdi, elbette ki bir iktidar alanı olarak patriyarkanın ve cinsiyetçiliğin sol yapılara bu denli sızmasının birçok sebebi vardır ancak şu bir gerçek ki herhangi bir özgürlükçü ideolojinin kökleri sosyal adalet, mutlak eşitlik, emansipasyon, demokrasi teorilerine dayansa da o ideolojinin “eyleyenlerinin” bir ayağı cinsel tekelcilikte, feodalitede, ataerkil yargılarda ise sosyal hayata adapte etmeye çalıştıkları her türlü pratik çökmeye mahkûmdur. Söylemde ne kadar demokrasiden, adaletten, feminist politikadan, antiseksizmden dem vursa da bilinci hegemonik erkeklik, patrimonyal tahakküm yapısallarıyla işlenmiş/hemhâl olan insanların eylemlerinin ne kadar cılız ve “devrimci”likten uzak olacağı hakikatinin birçok ispatını gördük, yaşadık toplumsal sağlamalar bağlamında. Ki bu örnekler sadece akademik çalışmalar bazında değil öykülerde, romanlarda da çıktı karşımıza. Örneğin, Vedat Türkali’nin özellikle 1940 sonrası TKP tarihini eleştirdiği romanı “Tek Kişilik Ölüm”de ana karakterlerden biri olan “Gülşen” Türkiye solu içerisindeki mizojini, cinsiyetçilik, erkeklerden yana pozitif ayrımcılıkla ilgili eleştirilerini “Doktor Kerim” isimli bir karakter üzerinden şöyle ifade etmektedir :
 
“Bir erkeğin hem devrimci, hem de kadınlara bakışının bu kadar ’feodal’ olacağına, Kerim’i tanımasa inanmazdı. Söylenince kızıp karşı çıkardı ya, kadınlar, erkeklerden sonra gelen, ikinci tür yaratıklardı onun için! Bir kadının onun yöntemiyle düşünmesi, onun biçemiyle konuşması dayanılır şey değildi; ukalalıktı düpedüz!.................... “Devrimci tarih üzerine bir şeyler biliyorsam temelde Doktor Kerim’e borçluyum. Ama asıl önemlisi kadının doğru yeri, doğru konumu saptanmadan sürdürülecek siyasal devrimci çizginin çok silik, çok yüzeyde kalacağını kavramışsam bunu da ona borçluyum!” (Vedat Türkali/Tek Kişilik Ölüm sayfa:112) .
 
Oysa ki sol-devrimci yapısalların özünde karşı durduğu milliyetçilik, sömürü, emperyalizm gibi bir çok iktidar biçimi esasında cinsiyetçilik ve homofobi gibi bir diğer iktidar biçimleriyle aynı hegemonik temellere, benzer eklemlere sahiptir. Sınıf savaşımına içkin kimlik savaşımı eğer kendi sınırlarını doğru belirlemezse kapitalizme karşı verilen savaşta “mutlak” bir kurtuluş asla sağlanamaz. Sömürünün sınıfsal, kimliksel, cinsel, maddesel her bir tezahürüne karşı müşterek bir tavırdan söz ederken birini diğerinin gerisine koymak, ehemmiyet sırası kaygılarına düşmek “devrimci” değiştiriciliğin yerine geçiştiriciliğin gelmesine göz yummak anlamına gelir.
 
Heteroseksizm, erkeklik, toplumsal cinsiyet Türkiyedeki devrimci mücadeleyi en az diğer pratikler kadar yormuş, sarsmış, ”rahatsız etmiştir”. Özellikle Türkiye solu’nun feminizmle tanışma süreci bu rahatsız edici süreçte “devrimci erkeklerin” erkekliklerini sorguladıkları ya da tepkisel olarak “erkekliklerine” daha çok sahip çıkma şizofrenisine kapıldıkları bir “harp” alanına dönüşmüştür. Cemal Süreya “Günümüzde Kitaplar” isimli, Haziran-1984 tarihli bir dergiye verdiği röportajda “feminizme” dair şöyle der:”Feministlerin, erkeklere göre çok ters gelecek çıkışları olacaktır elbet, bunu doğal karşılamak gerek. Oysa kimi erkek feminist kadını kadın olarak bile görmüyor. Kaç bin yıllık hükümdarlığının yıkılışını hissediyor da ondan. Bizim ülkede feminizmin büyük etkinlik kazanması başka ülkelere göre zor. Çünkü Türkiye erkeği (aydını yazarı bile) bir ayağını nice ileri bir noktaya atmış olursa olsun, öbürünü feodaliteden çekebilmiş değil. Ben demin kendimden söz ettim, ama inan, düşüncem o yanda da, acaba başarabilir miyim feminist olmayı? Öyle kolay değil. Binlerce yıl kadınları ayrı bir yaratık olarak yetiştirmişiz, onlara layık gördüğümüz işler yalnız beden yapılarında değil belki kafalarında da belirleyici rol oynamış. Sapho’nun kadın olmadığını söyleyebilecek kadar bencilliği ileri götüren erkekler çıkmış. Büyük bir kadın besteci, büyük bir ressam niye çıkmamış? Biz çıkmasını istememişiz. Üstelik bunu büyük ölçüde onlara (kadınlara) kabul ettirmişiz. Zulmün en büyüğü de bu.” Burada Cemal Süreya’nın vurguladığı şu nokta oldukça önemlidir: “Çünkü Türkiye erkeği (aydını yazarı bile) bir ayağını nice ileri bir noktaya atmış olursa olsun, öbürünü feodaliteden çekebilmiş değil.”
 
Bu bağlamda, aydın/solcu/ilerici/demokrat herhangi bir erkeğin ifadeleri ne kadar eşitlikçi, özgürlükçü olursa olsun, mücadelesi ne kadar anti-milliyetçi, anti-kapitalist ve anti-seksist olursa olsun şayet bilincinde “erkekliği”,bir tahakküm alanı olarak “erilliği” taşıyorsa bu kişi; herhangi bir kırılma noktasında ya da “erkekliğini” tehdit eden herhangi bir durumda bu feodal-toplumsal erkeklik zırhına bürünecek, “erkekliğini kuşanacak” ve bu rolü tüm şiddet bileşenleri ile birlikte “ispata” girişecektir.
 
Maalesef bunun birçok örneğini yaşadı Türkiye. Devrimci mücadelesinden, ödediği bedellerden, sürgünlerden, işkencelerden, aydınlığından ve birikiminden bağımsız olarak “bir erkek” olarak değerlendirecek olursak örneğin Yılmaz Güney; Can Yücel gibi yazarlar “fallusun” iktidar politikalarını oldukça sıklıkla kullanmış, erilliğini hem söylemsel hem de epistemik boyutta hem siyasal hem düşünsel birçok alanda hissettirmiştir. Can Yücel’in şu sözleri buna bir temsil teşkil edebilir: “Bana şiirlerinde küfür etme diyorlar usulsüz… Lan bu kadar orospu çocuğunu nasıl anlatayım küfürsüz?”
 
Tepkileri, kızgınlıkları, küfürleri yine bir “kadın”, ”kadın bedeni” üzerinden konumlanmış. Tabi ki buna savunma biçimi olarak “ama yerleşmiş dil” ezberini sunanlar var. Ancak, Lacan’ın öngördüğü üzere dil bilinçtir. Ve bilinci değiştirecek sarsacak olan da dildir, önce “kelimeler” sorgulanır sonra karşına bir iktidar, bir bilinç biçimi olarak o “eril buzdağı” çıkar ve bu sefer onu sorgulamaya başlarsın. Hasılı şu kolaycılık oldukça yaygındır: Hele bir toplumsal dönüşüm olsun dil dönüşür. Hayır! Dönüşüm süreklidir, bütünseldir. Toplumdaki emek bilinci, cinsel-sosyal kimlik dönüşümleriyle birlikte kabuk değiştirir, dönüşür bu pratikler-hareketler birbirlerinden bağımsız aralarında bir sıra, dikey hiyerarşi olan şeyler değildir oysa.
 
Türkiye solunun aydın ancak feodal kahramanlarından biri olan Yılmaz Güney de “erkekliğini” öldürememiş sosyalistlerden biridir; kadınlara karşı takındığı “toplumsal” egemen erkeklik rolleri Türkiye solu tarafından (maalesef ki kadınlar tarafından da)üstü örtülmüş, görmezden gelinmiştir. Oysa ki antikapitalist bir mücadele içinde sermayenin, kapitalist devletçiliğin tüm şiddet aygıtlarını eleştirirken bunlara topyekun karşı iken, nasıl olur da cinsiyetçi, heteroseksist şiddeti onayan, yok sayan yahut görmezden gelen bir tavırda olabilir bir devrimci? En acısı da bu oluşumlar içinde bu erkek devrimci modelini kadınların benimsemiş ya da buna karşı ses çıkarmaz duruşudur. Sol örgütler içinde “lider”, “karizmatik” kadın devrimcilerin iktidar algılarına eklemlenen “erkekleşme” süreci de bu hastalıklı cinsiyetçi rollerin bir tezahürüdür.Kadın mücadele içinde bir önder bir otorite olarak “erkekleşen”, erilleşerek militanlaşan/liderleşen bir role büründürülmüştür, buna zorlanmıştır.
 
Sol içindeki örgütlenmeler-oluşumlar içindeki mizojinik-cinsiyetçi ya da homofobik yaklaşımların ya da anti-feminist nefretçiliğin görmezden gelinişi, yoksayılması, “aman görmeyivercilik” oldukça yaygın üstü örtülen bir diğer “sancılı” meseledir. Geçen yıllarda bir konferans için gelen Sevan Nişanyan’ı protesto eden feministler üzerinden adeta bir nefret kampanyası başlatan “solcu”lar, insanlar vardı anımsarsınız. Eylemin biçimi ne olursa olsun, onansın yahut eleştirilsin mesele feministlerin eylemlerini eleştirmekten çıkıp doğrudan feminizmi eleştirmeye gelince bir “ad hominem” durumu söz konusu olmuştu. Şöyle ki protesto gösterisi sırasında yapılan eylem biçimini eleştirmekten ziyade feminist kadınlar üzerinden-feminizm üzerinden bir karalama politikası yürütülmüştü. Yani bir “solcu erkeği” eleştirmek cüretinde bulununca hemen “toplumsal erkeklik” hortlayıp sol üzerinden güdülenip yine aynı cinsiyetçi dille yanıt verir olmuştu.
        
Kadının doğrudan kimliğine, kadınlığına odaklanan “eril” hakaretler, ahlakçı cinsiyetçi tutumlar sadece “feminist kadınları” değil, mevcut-egemen erkekliğe “aykırı” bir söylem, yahut sadece bir eleştiri içinde olan tüm kadınları hedef almaktadır aslında. Hele ki küçük, toplumsal-feodal baskıların yoğunluklu hissedildiği bir şehirde, sol-sosyalist yapılanma içindeki bu “cinsiyetçi” tutum daha da acıması ve sancılı bir hale bürünmektedir. Sol oluşumlar kasabalar için zaten bir dönüşüm-kırılma turnusolu gibiyken kadın olmanın zaten oldukça zor olduğu kasaba koşullarında bir de herhangi bir sol yapı içinde kadın olmak daha çetrefilli, daha zor bir yaşama/direnme biçimi haline gelmektedir. Kadın olduğu için toplumsal cinsiyet tahakkümleri-dayatmalarına karşı sürekli tetikte olmak zorunda bırakılan kadınlar toplumsal-feodal erkeğin kasabadaki diğer tipolojisiyle savaşmakla birlikte bir de örgütlülük içindeki “solcu”, hegemonik erkeklikle baş etmek zorunda kalmaktadır. Bu erkeklik tipleri ve kendi sınırları içinde “erkekleştirdikleri” kadınlar; her ne kadar kadınların, eşcinsellerin egemen erkeklik, ataerki karşısında nasıl kimliksizleştirildiklerine dair bir çok teorik-bilimsel çalışma,kitap yayın okumuş, görmüş, biliyor da olsalar herhangi bir toplumsal-kimlik sağlaması gereken olayda içlerindeki o sessiz,”aydın cehaleti”, ”aydın erilliği” çıkarmaktadırlar. Çıplaklık, cinsellik gibi toplumsal algının heteronormatifleştirdiği birçok durum-duygu-dürtü;küçük-tutucu şehirlerdeki sol oluşumlar için bile hâlâ tabudur ve hâlâ seküler ataerkil dayatmalar arasına sıkışmış durumdadır. Bir kadın, yoldaşım-kavga arkadaşım dediği bir erkek tarafından ya da aynı oluşum içindeki toplumsal kadınlıklar tarafından kolayca “namussuz”, ”basit” olmakla itham edilebilir, erkeğin karşısında kimliksizleştiren yoksayan hakaretlere maruz kalabilir. Bir kadın örgüt-parti içinde herhangi bir fikir açmazı, çatışma halinde öne sürdüğü yahut eleştirdiği şeye karşılık bir karşı-argümanla değil doğrudan kadınlığını hedef alan aşağılayıcı eril hakaret ve etiketlere maruz kalabilmektedir. Sol içine taşan-sızan eril iktidar unsurları kadınları dikey hiyerarşik sınırlara hapsetmektedir bir şekilde, kadınlar bu piramitte erkeğin arkasında, düşünsel olarak gerisinde özgürlük olarak daha kısıtlı bir konumdadır maalesef.
 
Hele ki mesele, taciz/tecavüz ya da her hangi bir cinsel-psikolojik şiddetse sadece kasabalardaki-küçük yerlerdeki sol-sosyalist yapılar değil dünyanın birçok yerinde, hatta gelişmiş kabul edilen bireysel özgürlüklerin, ekonomik gelirin yüksek olduğu ülkelerde dahi kadınların cinsiyetçi vakalarla-travmalarla karşılaştığını, sesini duyurmak istediğinde tepki gösterdiğinde de sesinin kesilmeye çalışıldığını, görmezden gelindiğini biliyoruz. Bunu görüyor, duyuyor hatta çoğu zaman duyamıyoruz, göremiyoruz. Bu baskı-işkence “eyleyen”i tarafından o kadar normalleştiriliyor ki sanki günlük rutinmiş gibi örtbas edilebiliyor, kayıtsız kalınabiliyor. Geçtiğimiz senelerde İngiltere SWP (Socialist Worker Party) içindeki “tecavüz” davası bu bağlamda oldukça acı bir örnektir. Partinin taciz iddiasında bulunan kadına karşı adeta “suçlayıcı”,kadının beyanı esas olmasına rağmen mağdur kadına “tecavüz ve taciz için bir neden” arar biçimde yönelttikleri sorular, olay sonrası partinin takındığı “hegemonik erkekçilik”; “erkekleştirilmiş bir ideolojinin” nasıl kadının mağduriyetini kendi egemenliği ve iktidar kaygısı için görmezden geldiğinin somut bir delili idi. Devrimci-solcu bir teori içinde; bu bağlamdaki ideolojik tavırlar-tutumlar gereğince devleti polisi ya da herhangi bir paternalist algıyı, olguları “cinsiyetçilik ve ataerki” bağlamında eleştiren; kadın-erkek eşitliği, LGBT hakları gibi meseleleri sorun edinmiş bir teori/metodolojiler bütünü içindeki kendilerini bu fikre müdahil eden insanların ne acı ki bu eleştirdikleri kurumlar, yapılar ve insanlardan bu tür vakalarda gösterdikleri tepki itibariyle hiçbir farkları kalmıyor. Bütün o söylemler, epistemolojik çözümlemeler; toplumsal erkekliğin, cinsiyetçi bilincin üstüne yığılan, bilginin ayrışmadığı, fikri dönüştürücülüğü olmayan bir teorik yük halini alıyor. Kurumsallaşmış strateji biçimi olarak ataerki; sol örgütlerde bile örselenemeyen toplumsal-organik bağını böylece “sol düşüncede” yeniden üretiyor yeni bir dille vaftiz ediyor “sol-içi heteorseksizm” ya da “örgüt içi cinsiyetçilik”. Mustafa Suphi ve on beş yoldaşının bindiği ve onları ölüme götüren o gemide bir kadın komünist, Maria Suphi de vardı. Ancak “erkek” sosyalist tarihimizin bir güzellemesi olarak TKP tutanaklarında bu ismi “Meryem Suphi” olarak gördük, ve üstelik mücadele içinde, diğerleri gibi “kahramanca” ilan edilmediğini de ölümler arasında isminin dahi anılmadığını da biliyoruz. Maria Suphi; diğer 16 komünist gibi kahramanca devrimci mücadele veren, bu uğurda ölüme gideceğini bile bile o gemiye binmiş ve diğer 16 erkekten cesaret ve fikren bir eksiği olmayan bir kadındır oysa. Nazım gibi inançlı bir komünist bile anmaz adını Maria’nın “28 Kanunisani” şiirinde. Üstelik Maria komünist olmasının bedelini hem canıyla hem de kadınlığının katledilmesiyle, defalarca tecavüzle cinsel işkencelerle ödemiştir. Ve bu bedel bir kez vurularak öldürülen diğer 16 komünistin yanında “binlerce” kez ölmeye eşdeğerdir.
 
Yeniden bir iktidar ve şiddet biçimi olarak ataerkil yapısallara dönecek olursak; iktidar sahiplerinin sınıfsal olarak “varlığı” hiyerarşik algılama şizofrenisini “erkekliğin” empatik sorgudan uzak oluşunun nedenlerinin çoğunu açıklayan sorunlardan biri olduğunu görebiliriz. Üstün olanın (toplumsal olarak üstün görünenin-hegemonik olanın) güçlerini kendisinden aşağıdaki sınıflara-varlıklara bir şiddet-tahakküm aracı olarak kullanımı aşağıdaki gruplar için “faşizm” olarak çevrilse de “egemen” in bunu faşizm değil bir “hak”, ”meşruiyet” olarak görmesi algısal olarak mümkündür-söz konusudur. Erkeklik bu iktidar korelasyonu içinde evrilip gelişen bir “çekirdek” olduğundan herhangi bir özgürlükçü ideoloji içinde aynı iktidar biçimlerini birebir tezat söylemler-teoriler içinde bile-bunlara rağmen yaşatabilmesi, içten içe saklaması da olasıdır. Bu herhangi bir ideolojinin “tekelci cinselliği” yahut “bir ideolojinin erkekleşmesi” olarak kodlanabilir. Cynthia Cockburn şöyle yaklaşır meseleye: “Ataerki, milliyetçilik ve militarizm bir tür karşılıklı hayranlık toplumudur. Milliyetçilik ataerkiye aşıktır, çünkü ataerki ona gerçek minik vatanseverler doğuracak kadınlar sunar. Militarizm ataerkiye aşıktır; çünkü ataerkinin kadınları, oğullarını asker olmaları için kendisine takdim eder. Ataerki milliyetçiliğe ve militarizme aşıktır; çünkü bu ikisi tam anlamıyla erkeksi erkekler üretir.” Buradan hareketle Türkiye solu’na eklemlenen tıpkı cinsiyetçilik gibi sorgulanma tarihi çok da eskilere dayanmayan militarizme bakışı genellemek mümkün. Türkiye solu için çoğu zaman milliyetçiliğe, militarizme bakış gibi cinsiyetçilik ve homofobiye bakış. Kökenleri, mücadele alanları benzer-içkin bu mücadele sahaları Türkiye solu için de “ayrışmış”, bir alanda kavga sürdürürken diğeri es geçilmiş alanlar.Mikro-mlliyetçilik bağlamında cinsiyetçilik, iktidar-hiyerarşi saplantıları, ulusalcılık, milliyetçilik ve sermaye birinde kazanılan zaferin diğerindeki yenilgiyle kolayca bertaraf edileceği bağımlı değişkenlerdir oysa. Ve bunlara ek olarak militarizm ve cinsiyetçilik arasındaki doğrudan bağ; silahlanmanın, asker olmanın ordunun erillik-erilleşmek köktenciliğinden gelir bu da kadın karşıtı bir karşıt-yapılanma olarak militarizmi “erkek ve güçlü” figür olarak kadın ve eşcinsellerin karşısına koyar. Zaten solun militarizme ve cinsiyetçiliğe bakışı arasında bu nedenle bir fark yoktur; militarist hezeyanlar sol içinde cereyan ettiğinde nasıl ki yeri gelip “devrimci şiddet” unsuru olarak aklanıp, şiddet ve güç övülüyorsa militarist sol çatlaklar gereğince “silahlı ve erkekleşmiş” kadının “liderleşebildiğini” militanlaşabildiğini bu tür kalıpçılık ve ortodoksi ile “kurallaştırdıklarını” gördük, görebiliyoruz çeşitli sol oluşumlarda.
 
Türkiye Solu içindeki cinsiyet algısının “reel” olarak sol-sosyalist literatürdeki “mutlak eşitlik”, ”bağımsızlık”, ”cinsel devrim” ile sınanması bir diğer ifadeyle “içsel savaşı” birkaç kitap yahut makale ile çözülebilecek, betimlenebilecek kadar yüzeysel değildir elbette ancak şu bir hakikat ki teoriler her ne kadar çekirdeğinde “cinsel bir kurtuluş” hareketini, patriyarkadan emansipasyona bir dönüşümü hedeflese de teorinin ve retoriğin söylem cazibesinde öteye geçemiyorsa kimlikleşemeyip salt bir ezbere dönüyorsa orada bir “sol” değişimden ziyade “içsel” bir dönüşüm daha elzemdir. Bir ideolojinin “eyleyenleri” bir kimlik olarak okuduğunu “sorgu” unsuru, özeleştiri unsuru yapmadığı sürece sol-sosyalist oluşumlar parti içi cinsiyetçilik, heteroseksist politikalar karşısında klasik-toplumsal cinsiyet algısından çok da farkı olmayan yeni bir “toplumsal erkeklik, tahakküm” tipi yaratmaya devam edeceklerdir. Feminist teorisyen Simone de Beauviour feminist politikalar düzleminde, gerçek-sol algısına ve yapılanlara dair şöyle bir dip not düşer: “Biz feminizm sorununun dünyada ancak sosyalizmle ve kendiliğinden çözüme kavuşacağı kanısındaydık; ama, dünyanın hiçbir yerinde gerçek anlamda bir sosyalist toplum kurulamadığı için ben, kendi payıma bu umudumu yitirdim.” 

Etiketler:
İstihdam