08/10/2012 | Yazar: Poyraz Şahin

Tek bir ulusal-merkeziyetçi kimlikten kurtulmak için mücadele verirken bir başka ulusal-merkezci politikalara girmemeliyiz...

Tek bir ulusal-merkeziyetçi kimlikten kurtulmak için mücadele verirken bir başka ulusal-merkezci politikalara girmemeliyiz...
 
Günümüzde etnik kimlik sorunları, evrenselleşme ve yerelleşmeyi aynı anda içeren küreselleşme olgusuyla birlikte ivme kazanmıştır. Türkiye devletinin ulusal kimlik sorununu çözüm yöntemi ise asimilasyon olarak seçilmiş; “kendi”-lerini ve “öteki”lerini köken, dil, din, ırk ve kültür gibi farklı etnik unsurlarla ifade eden gruplar yok sayılmıştır.
 
OLMAK YA DA OLMAMAK - 2

Ulusal kimlik nedir? Evrensel boyutta bir tanımı var mıdır? Neden ulusal kimliğe ihtiyaç vardır? Ya da bir “ulus”un varolması için ulusal kimlik şart mıdır? Bu soruları cevaplamak oldukça zor. Zira dünya uluslarının kendini aynı değerler birliğinde tanımlaması oldukça güçtür.
 
Değişik dönemlerde önemi azalan, bazen de çok güçlü anlamlar yüklenen bir kimlik türüdür aslında “ulusal kimlik”. Aktüel dünya konjonktüründe, her ne kadar globalizasyon var sınırlar kalkıyor, evrensel uluslar oluşturuluyor desek de güncelliğini hep korumuştur. Ulus adına katliamlar yapılmış, şehirler yakılmış insanlar yerlerinden edilmiştir.

Bu tarifi zor belki de imkânsız kavramı bu hale getiren farklı sosyo-ekonomik-politik aktörler midir yoksa kelimenin özünde midir bilinmez, ama sadece bir grup ya da topluluğun ortak değerleri, günlük yaşam pratiklerinin ortak adı ulusal kimliktir. Bunlar dil, din, semboller, coğrafya, yaşam tarzı, gelenek ve göreneklerdir. Bu karikatürize edilmiş (ya da) basite indirgenmiş ulusal kimlik tanımının aslında politik açıdan bakıldığında çok daha fazla çetrefilli bir tarifi var. Ama genel anlamda herkesi tatmin ve tarif eden bir “ulusal kimlik“ tanımı yoktur.
 
Ulusal bilinç, kendini bir millete ait olarak hissetmek gibi değişik başlıklar altında anılan ulusal kimlik, her ulus tarafından değişik tanımlamalarla okullarda genç nesillere öğretilmekte.
 
Tarihsel olarak, ulusal kimlik özellikle Fransız devrimi ve sonrasında oluşmuştur. Fransız devrimi sürecinde burjuvazinin, “halk” (Yunanca “ethnos”) kavramını tanımlamasının ardından “ulusal” kavramına geçilmiştir. Ulus-devletlerin oluşturmaya çalışılması beraberinde belirlenmiş sınırlar içinde yaşayan bireylerin ulusal kimlikleri en önemli kimlik odağını oluşturmaya başlamış ve o zamana kadar önemini koruyan dini ve etnik kimlikler eski önemini yitirmişlerdir. Eski değerini yitiren bu kimlikler artık birer asil değil de birer alt başlık olarak tanımlanmıştır. Devlet, vatandaşlarını tek bir kimliğin şemsiyesi altında toplamaya yönelik geliştirdiği politikaları devreye sokmuş ve bu yolda devam etmiştir.

Kırmızı çizgiler
 
Modern devlet/lerin bütün kurumlarında ulusal kimlik çok etkili bir politika olarak insanların karşısında. Vatan için ölmek, ulusunun güvenliği için binlerce km uzağa savaşmaya gitmeyi kabul etmek, öldürmek iyi bir vatansever olmanın tanımı olan bir dünyada yaşıyoruz artık. Ulusun kimliğinin korunması alışılmış güvenlik paradigmasının sorgulanmasının tanımı yeniden yapılmakta neden ve yeni güvenlik gündeminin ontolojisini belirlemektedir.
 
Ulusal kimlik kavramı, 19. yüzyılın ortalarından itibaren “ırksal” özellikler anlamında kullanılmaya başlanmış soğuk savaş sonrasında kesin olarak belirlenen, son yirmi yılda etkisini biraz daha kaybeden ve yine 11 Eylül saldırılarıyla tekrar somutlaşan asimetrik güç bileşenleri ve tehdit unsurları, bütün güvenlik konseptlerini “ulusal güvenlik” adı altında yeniden gündeme getirmiştir. Bu çerçevede ulusal kimlik çatışmaları üzerine odaklanan ulusal kimlik alanında yapılan çalışmaları güvenlik literatürünün ilgi alanı haline gelmiştir. Günümüzde etnik kimlik sorunları, evrenselleşme ve yerelleşmeyi aynı anda içeren küreselleşme olgusuyla birlikte ivme kazanmıştır.
 
Özellikle ABD’de 11 Eylül’de yapılan saldırıların ardından ya “bizdensiniz” ya da “onlardan” olarak kırmızı çizgi ile ayrılan bu yeni dünya görüşü dönemin Amerika Birleşik Devletleri başkanı Bush tarafından ilan edilmiş ve bu görüşün etrafında roller paylaşılmıştı. Dünya dengeleri yeniden şekillenmeye çalışılırken aslında insanlara ulusal kimliğin ateşli bir şekilde ön planda tutulmasının yanında birde global bir kimlik oluşturulmaya çalışmanın ilk sinyalleri verilmiş oldu. Globalleşen (küresel) kimliğin getirdiği sorun özellikle ulusal kimlik ekseninde kendini gösteriyor. Bu kabuk değiştirme yöntemleri kimlikler arasında zaten çok derin olan uçurumu daha da çok açmakta.

Güncel kapitalist sistem kendini sosyal, siyasi ve ekonomik temellerde yeniden yaratıp farklı politikalarla bireyleri ayrıştırmakta. Bu yoğun gündemde ulusal kimlik de nasibini alıp kin ve nefret söylemleri ile yoğrulmakta.
 
Küreselleşen kimlik yalanının altında aslında idealize edilen ve dolaylı olarak diretilen tek bir kimlik yatmakta o da “beyaz” olmak kimliği. Bu aslında kapitalist sistemin kolonyal bakış açısından çıkardığı bir ders. Özde değişen sadece sistemin oryantalist bakışının yeniden daha ikiyüzlüce ve daha sinsice inşa edilmesi.
 
Yediğimiz yemekten tutun da (McDonald, fastfood), içtiğimiz içecekten (coca-cola, pepsi), giyinme tarzımıza ve yaşam pratiğimize kadar (diziler, filmler) bizi öznel olmaktan çıkaran ve bizleri artık kendi istediği ulusal kimlik altında toplamaya çalışan bir sistem var karşımızda. Yukarıda basitçe tanımladığım ulusal kimlik kavramı artık çok tehlikeli yerlerde...

Başkasına uymayan bir giysi
 
“Ağabeyi” ülkelerin kendi kimliklerini empoze etme çabalarının yanında Türkiye’de bir şekilde kendine pay çıkarmakta. Türkiye’de her zaman gündeme gelen “ulusal kimlik” (alt kimlik- üst kimlik saçmalığına girmeden) tek bir ulusal dili üretmek adına kendini bu şekillenen tanım içerisinde bulmayan kimlikler sindirilmeye çalışılıyor. Tıpkı ağabeyilerinin yaptığı gibi... “Çağdaş Türk” ulusunun ortaya çıkabilmesi ve tek bir kimlik inşa edebilmek için elbette, her ulus- devlet inşasında olduğu gibi, nüfusun homojenleşmesi gerekmektedir. Bunu gerçekleştirmek için de homojen yapıyı bozan kimlikler ilk önce bir taraftan Müslüman olmayanların Anadolu topraklarından 1915 yılında Ermenilere karşı, 1923’te Rumlara karşı soykırım gerçekleştirildi. Öte yandan Müslüman ama Türk olmayan kimliklere karşı tamamen bir asimilasyon politikası güdülerek, grup ya yok sayılmış ya da var olduğu ortamlarda Türklüğün içinde eritilmeye çalışılmıştır.
 
Aslında ‘Kurtuluş Savaşı’ boyunca taktik olarak ulusal ve etnik çoğunluğu kabul eden bir yaklaşım gözlemlemek mümkündür. Ancak bu hoşgörülü yaklaşım yerini etnik ve kültürel farklılıkları reddeden daha tekilci bir yaklaşıma bırakmıştır.
 
Öyle ki Türkiye’de ulusal kimlik tanımlanması bünyesinde barındırdığı farklı kimlikleri dışlayacak şekilde Cumhuriyetin kuruluşundan sonra oturtulmaya çalışılmaktadır. Devletin ulusal kimlik sorunun bitirilmesine yönelik çözüm yöntemi asimilasyon olarak seçilmiş, “kendi”lerini ve “öteki”lerini köken, dil, din, ırk ve kültür gibi farklı etnik unsurlarla ifade eden gruplar yok sayılmıştır.
 
Türkiye devleti, kendine diktiği giysiye herkesi sokmak için kendi öz halkına yaptırmadığı rejim kalmamasına rağmen, giysinin bedeninin herkese uymadığını kabul etmek istemeyen bir zihniyet hâlâ var. Giydirilmek isteneni değil de kendine yakışanı giymek isteyen ve hiç bir diyetin yaramadığı Kürtler ve yaşanan savaş var. 

Sadece 30 yıllık sorun değil
 
Türkiye’de otuz yıldır yaşanan savaşın verdiği acılar derin kimlik sorunlarını beraberinde getirmekte. Türk’ünden, Kürt’üne, Ermeni’sine, Çerkez’ine her birey yaşanan bu savaşın doğurduğu kimlikler arası savaşını derinden yaşamakta. Ama en çok kendi başuçlarında, hanelerinde savaşı birebir yaşayan Kürtler etkilenmekte.
 
Türkiye’yi Türkiye yapan bütün etnik guruplar kendi topraklarında yine varlığı inkar edilmiş bir coğrafyada her halk için bir direniş sembolü olmuş Kürt kimlik mücadelesi yeniden sorgulamakta. Böyle bir kimlik konseptinde otuz yıldır inişli çıkışlı süren savaş konseptinin çözümlemesini yapmak, tarihi sürece bir göz atmayı gerektirmektedir. Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemini ve bu kuruluş aşamasında öne çıkan ulusal merkeziyetçi ideolojiyi incelemek ve iyi analiz etmek de kaçınılmaz hale gelmektedir, zira Kürt meselesi sadece son otuz senenin sorunu değildir. Bu sorun yaklaşık 30 yıl önce halkın politize edilmeye başlanmasıyla güç kazanmıştır.
 
Her gün sorunun giderek büyüdüğü ve çözüm yollarının biraz daha tıkandığı bir ortamda ulus, kimlik, ulusalcılık gibi kavramlar ve çok kültürlülük, çoğul dil, çoğul kimlik gibi terimler, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal kelime dağarcığına girmekte zorluklarla karşılaşmakta.
 
Yürütülen mevcut politikalarla amaç varolan bütün kimlikleri yıkıp yerine tek bir ulusal kimlik kurmak mıdır yoksa, tamamen yıkmadan biraz ordan, biraz burdan gıdım, gıdım yaşatmak mıdır tam olarak anlamış değilim (belki çok safça bir soru oldu...). Ama eğer sorumun cevabı yıkıp yeniden kendince üretmekse; bu güvenlik ikilemi altında yürütülen politikalar her ne kadar “başarılı” görünse de uzun süreçte çok da mümkün olacağı olanaksızdır. Zira iktidarın bütün kurumları ile yıkmaya çalıştığı kimlikler de artık güçlendi kendini dünya gerçekleri konseptinde yeniledi ve var olmanın sadece kendi kimlikleri ile mümkün olabileceği kadar politize oldu... Şayet politikası ikinci ihtimal ise bunun gerçekleşme payı birinci ihtimalden daha azdır. Zira kangrenli bacakla çok fazla ilerleme yapılamayacağını sistem çok iyi biliyor olmalı...

Öz güven ve gençlik
 
Türkiye’nin ulusal-merkeziyetçilik yani devletin, kendi etnik grubunu veya kültürünü merkeze alarak değerlendirmesi ve bu yönde politikalar üretmesi önyargı ve stereotip fikirlerin kin ve nefret söylemleri ile beslenmesi, Türkiye’de yaşayan halkları her geçen gün daha fazla ayırmakta.
 
Tam da bu noktada sözü Kürt halkına getirmek istiyorum. Zira halk olarak bu kadar oyunun içerisinde kendimizi var etmemiz uzun bir süreç... Bu sürecin bedellerini çocuğundan yaşlısına kadar hepimiz az çok ödedik, ödüyoruz. Ama benim gözlemlediğim kadarıyla bu kimlikler arasındaki uçurumdan en çok etkilenen Kürt gençleridir.
Zira Türkiye metropollerinde zorunlu göçle ya da ekonomik sorunlardan dolayı gelen Kürt gençleri bu bahsettiğimiz kimlik sorunlarını muazzam bir şekilde yaşamaktadır. Bu sorunun psikolojideki adı kimlik çatışmasıdır. Kimlik çatışması diye adlandırdığımız kavram, bireyin kendi kimlik formları ya da katmanları ile barışık yaşamaması ve bunun buhranını ağır psikolojik sorunlarla yaşaması olarak tarif edilebiliriz.
 
Travma boyutlarındaki bu çatışma gençlerimizin kendilerine olan öz güvenlerinin azalmasına, hatta yitirmesine yol açmaktadır. Öz güvenin başarının ana kaynaklarından olduğu unutulmamalıdır...
 
Kürt olduğu anlaşılmasın diye ya da Kürt kimliğinden utandığı için Türk şehirli ağabeyleri gibi konuşmaya çalışması, onların karşısında eğilmesi, bükülmesi Türkçe konuşurken ağızlarını şekilden şekile sokması onlara saygıda kusur etmemesi aslında bu çatışmanın ne kadar dramatik boyutlarda olduğunun bir kanıtı.
 
Kendisini güçlü olanın yanında görme ihtiyacı ne kadar ezik bir gençliğin yaratılmaya çalışıldığını gösteriyor. Öz güveni olmayan (az olan) bir gencin hayatın hiç bir alanında (eğitim dahil) başarıya ulaşması mümkün değildir.
Bizler bunun mücadelesini vermezsek yarının gençliği görünmek istenen yerde görülecektir...

Sancılı ve acılı...
 
Gençliğini Avrupa’da inşa etmiş bir Kürt olarak buradaki göçmen çocuklara baktığımda aynı tabloyu gözlemliyorum. Avrupa’da kimi ülkelerde ikinci nesil olarak büyüyen Kürt gençleri genel anlamda kendine öz güveni az birer nesil olarak yaşamakta. Zira asimilasyon politikaları ve sistem her yerde aynı işliyor. Bu sistemin çarkları arasında ezilen, yıkılan ve çalınan hayatların mücadelesini vermezsek tekrar söylemek istiyorum yarın o gençler GÖRÜNMEK istenen yerde olacaklardır... (ama ben kişisel olarak karamsar biri asla olmadım ve hep gençlik dinamiklerine inandım zira güneş balçıkla sıvanmaz…) Doğum öncesi sancılara benzetiyorum Kürt gençlerinin kimlik çatışmalarını. Sancılı ve acılı...
 
Yolumuz uzun, silinmiş, sindirilmiş unutulmuş bir halkı yerin kat kat yer altından çıkarıp yeniden can vermeye çalışıyoruz... Artık Kürt kimliği de diğer kimlikler gibi dinamik olup, grup varlığı reddedilen ulusal kimlikten, hak talep eden eşitlik isteyen bir kimliğe dönüşmüştür bu bağlamda Kürtler de bir devletleşme süreci içinde ivme kazanmıştır. Ortadoğu’da yeniden şekillenen sınırlar içerinde Kürt baharı artık kaçınılmazdır. Sistemin inşa etmek istediği homojen yapıya karşı, kendi kimlikleri ile barışık (Kürt, Türk Çerkez ayrımı yapmadan), geleceğe güvenle bakan birer birey olmak yukarıda bahsettiğimiz oyunlara, politikalara rağmen mümkün. Bu sürecin dinamitleri çoktan ateşlenmiştir. Ok yaydan çoktan çıkmıştır... 
 
Öte yandan unutulmamalıdır ki, sağlam kimliklere sahip bir gençlik inşa etmenin yolu milliyetçi bir nesilden geçmemelidir. Milliyetçilik bu kimlik yarasına bir derman olamaz. Çözümü milliyetçi bir gençlikte aramak doğru değildir. Tek bir ulusal-merkeziyetçi kimlikten kurtulmak için mücadele verirken bir başka ulusal-merkezci politikalara girmemeliyiz... Milliyetçi bir nesil kendine güvenen başarılı bir nesil değildir. Aksine, yapılan araştırmalar da milliyetçi insanların aslında kimlik katmanları ile hiç de barışık olmadıklarını göstermiştir. Homofobik bireyin içerisinde bastırılmış eşcinsel duygular barındırması gibi.

Ötekileştirilmeyi iyi anlamak...
 
Sonuç olarak başından beri söylemeye çalıştığım argüman şu: cinsiyet ve ulusal kimlik politikaları günümüzün en etkileyici silahları. Ataerkil karşıtlığı ya da toplumsal cinsiyet rollerini reddetme cinsiyet ötesi durumdur, bu iktidar mekanizmalarına karşı dururken sosyal, ekonomik, politik parametreleri de göz önünde bulundurmalıyız. Değişen dengelerde, saflar neoliberal politikalar ile her ülkede muhafazakâr değerlerle sıklaştırılıyor. İktidar ve mekanizmaları tek bir ulus kimliğinin yanında tek bir cinsiyet yani heteroseksüelliği de dayatıyor. Heteroseksüelliğin çizdiği normların ve kategorilerin dışına çıkan bireyleri deli, hasta ve anormal olarak tanımlayıp ötekileştiriyor ya da hapsediyor. Oyun hep aynı ya bizdensiniz ya onlardan...
 
Kürt eşittir potansiyel tehlike gibi, yani eşcinsel, trans eşittir sapık, cinsellik. Özü itibariyle aslında heteroseksüel kimliğin dışında var olma hakkınız olmadığı gibi Türk olmanın dışında başka bir kimliğe de sahip olmayacağımız gibi Kürtler’in arasında ve eşcinsel/trans/travesti gibi farklı cinsel ya da cinsiyet kimliklerine sahip olamazsınız. Zira yok öyle ortada olmak Kürt dediğin “gerçek erkek” ya da “gerçek kadın” olmalı... Aslına bakarsanız ötekileştirilmeyi en iyi Kürtlerin anlaması gerekir. İçimizde ezilen azınlıklara en çok Kürt halkının sahip çıkması gerekli zira biz halk olarak dışlanmışlığı tarihimiz boyunca yaşadık. Ezilmiş bir halk olarak kendi ulus kimliğimizi kurmaya çalışırken ötekileştiren değil kucaklayan, ayrıştıran değil birleştiren bir şemsiye açmamız gerekli yoksa bizi bu güne kadar ezen, sindiren egemen devlet anlayışından bir farkımız kalmaz...

Ortak kimlikleri yaratabileceğimiz bir dünyayı kurma mücadelesini hep beraber vermemiz gerekiyor. Cinsiyetçi ve ayrımcı iktidar mekanizmalarına karşı pasifik ve birleştirici yeni bir dünya düzeni mümkün. Buna inanmaktan başka çaremiz yok...
Biz davamızda haklıyız, haksız olan cinsiyetçi ataerkil ve ayrıştırıcı sistem. Halk olarak biz de diğer kardeş halklarla beraber Mezopotamya topraklarında hiç sönmeyecek bir ateşin etrafında omuz omuza halaya duracağımız günler yakın hem de çok yakın...
 
Olmak ya da Olmamak – 1
 
Dubar, C. (1998b). La socialisation. Construction des identités sociales et professionnelles (2e édition revue). Paris: Armand Colin.
Ekinci, T. Z (1997), Vatandaşlık Açısından Kürt sorunu ve Bir Çözüm Önerisi. İstanbul: Kureyel
Foucault, M. (1981). Subjectivité et vérité. In Annuaire du Collège de France, 81e année, Histoire des systèmes de pensée, année 1980-1981 (pp. 385-389). Repris dans M. Foucault (1994). Dits et écrits, vol. IV, pp. 213-217. Paris : Gallimard.
Foucault, M. (1982b). The Subject and Power. In H. Dreyfus & P. Rabinow (Eds.), Michel Foucault: Beyond Structuralism and Hermeneutics.Chicago, IL: University Press. Traduction française (1994), Dits et écrits, vol. IV, pp. 222-243. Paris: Gallimard.
Freud, S (1905). Trois essais sur la théorie sexuelle. Paris : Gallimard
Guichard, J. (2004). Se faire soi (Self-construction). Paris : O.S.P
Heidegger, M. (1964). L’être et le temps. Paris : Gallimard
Sartre, J.-P. (1952). Saint Genet. Comédien et martyr. Paris : Gallimard.

Etiketler:
İstihdam