12/03/2015 | Yazar: Emre Korlu

Üşümemek için metroya sığındığım gecelerden birinde sırf feminen hareketlerim var diye bir grup sokak serserisinden dayak yedim ama nasıl dayak!

Ona her gün seni anlattım. Senin olan ve sana benzeyen ne varsa hayal etmesini sağladım. Nasıl hayatta kalması gerektiğini bir ilaç gibi kanında özgür bırakmayı yeğledim. Asla ruhunda taşıdığı o küçük kızı kaybetmesine izin vermedim. 

Açlık önemliydi. Fahişelerin neden bunu yapmak zorunda kaldığını resimler çizerek anlattım ona. Berbat bir ressam olduğumu söyleyip dursa da çabucak pes etmemesi için uğraştım. Çünkü, babasından şiddet görüyordu ve ölümü düşlüyordu. Bu bir çocuk için travma demekti. Oysa çocuklar önemlidir. Ölü bir aileden daha önemli...

Aşık olacaktık. Yeryüzünde birbirimizden başka kimse yokmuş gibi üstelik bir de kavuşamayacaktık. İntihara kalkışacaktım; o haftalarca kendini bu eylemden sorumlu tutacaktı. Kanı bozuk sistem bizi de yalnızca saçma sapan güncelere hapsedecekti ve oradan kurtulamayacaktık.

Neden Işık’ı yo, belki de ışığımı sevdim dersiniz. Çünkü sevmek evrenseldir; onu asla tekdüze bir yargıyla yargılayamazsınız. Tek celsede boşayamazsınız aşkı. Zaten bu heteroseksist bir hiçliğin içinde boğulmaya benzer, yani kaza kurşunu kadar yalancı ve yabancıdır. 
Yüreğimde rüzgârların kopardığı kayalar kadar yalçın izleri kaldı bakışlarının, diyordu Nihat Behram. Ataol’un kardeşine duyduğu bağlılık gibi ince naif duygularla tutunuyordum ona sonra yüreğimden yüzüme kadar vuran o izlere bakıyordum; yalçın izlere...
 
IŞIK’IN PEÇETE NOTLARI:
 
Günlük yazmaya on dört yaşımdayken başladım. Bu oldukça zordu, neredeyse nefes almanın bile yasak olduğu bir evde yaşıyordum; babam yüzüme çarptığı defterlerle geçmişimi hatırlama hürriyetime başkaldırı ile karşılık veriyordu. O zaman öğrendim, bir insanın şiddete başvurarak hükümdar olabileceğini(!) ancak hiç uygulamadım. Evimizde doğruyla yanlışı ayırt etmem mümkün değildi; on sekizimde çalışmaya başladım. Para kazanmak, soluk hayatıma renk katamadı, bedenime yasaklandığı için sahip olamadığım dudak boyalarına iç çekip korkularıma yenik düştüm.
 
Ve sonra özgür olmak için tutsak kalmayı yeğlemekten vazgeçip İstanbul’a geldim. Aynur’un biricik aşkı olacağımdan habersiz oradan oraya dolaşıp durdum. Aç kalmak! İşte her şey, o ağrıyı midemde hissettiğimde başladı.
 
Üşümemek için metroya sığındığım gecelerden birinde sırf feminen hareketlerim var diye bir grup sokak serserisinden dayak yedim ama nasıl dayak!
 
Sanki o gece herkeste bir telaş vardı ve kimse nasıl tartaklandığımı, vücuduma leke gibi sürülen yaraları, sırtımdaki sancıyı, kanayan diş etlerimi, dudağımı, milyonlarca yerimde oluşan acıları görmüyordu.
 
O gün, bu şehirde Kadınlar Gününe yönelik onlarca billboard görmeme rağmen yalnızca yanlış bedendeyim diye yok edilmeye çalışılıyordum, ertesi güne yetişemeyeceğim kadın yürüyüşlerinin hesabını soramadan geçireceğim bir gün için zoraki yaşamayı diliyordum. Ben de bir kadındım ve en az hepsi kadar hayata tutunabilme şansım olmalıydı.
 
Uyandığımda martı seslerini duyuyordum ve müthiş bir parfüm kokusu ciğerlerime doluyordu. Kaç kez kendime gelip sonra kendimden geçtiğimi hatırlamıyordum.
 
Aynur, yeşil gözlerini üzerime dikmiş bana bakıyordu: ”Hadi, daha iyi hissetmen için duş almalı ve bir şeyler yemelisin!” diyordu. Olmayı hayal ettiğim görüntüye sahipti, oldukça güzeldi, kırılamayacak kadar da zarifti.
 
Küvetin içerisinde, uzun zamandan beri ilk kez bir eve ait olduğumu düşünerek çok huzurlu hissediyordum. Şampuan seçmeye çalışırken, Aynur’un kapıyı açmasıyla irkildim:
“Daha iyi görünüyorsun!”
 
Aylar birbirini kovalıyordu; ben ise bakışlarımı Aynur’un bakışlarından kaçırıyordum. Artık hayalleri olan ve onlara yalnızca uzaktan bakan bir seks işçisiydim. Eteğimdeki kirazları düşlemek yerine sonsuz evrenin içinde bir sona hedef olmaktan ürkerek yaşıyordum.
Aşk, beklenmedik bir şeydi hiç gelmemesi gereken misafir gibi öylesine geçiştirilen... İkimiz de kadındık ve üstelik trans olanları daha da öteki sayılıyordu.
 
Aynur, duygularını yüzüme doğru üflediğinde kendimi dışarı atıp bir daha bu eve ayak basmam demiştim. Ardımdan, “Irzına mı geçtim orospu?” deyip bağırmıştı. Günler sonra giysilerimi almak için oraya geri döndüğümde sevişmiştik. Bir anda her şey olup bitmişti.
Birbirimizin saçını okşarken, dünya cennetti de gece olup karanlığa karıştığımızda bir daha görüşememe ihtimali öldürücüydü.
 
Kahvaltılarımızı özlüyorum ve halen günce yazmayı beceremiyorum. Korkaklığımın benden aldığı o kadar çok şey var ki...
 
Aşkı ne kadar hafife aldığımı düşündükçe Aynur’un bakışlarını özlüyorum. Onsuz bu sahnede zavallı kuklayım; beni umursamayan bir sisteme mahkûm yalnızlığı yaşıyorum.Tırnaklarını yiyen fahişelerin fiyatı da az olur, dediğin geceler geliyor aklıma. Bana karşı duyduğun ilgi büyüyünce, “bir daha işe çıkmayacaksın” diretmelerini anımsıyorum. Ne çabuk unutuluyorsun Aynur! Keşke o pencere hole bu kadar yakın olmasaydı.
 
AYNUR’UN SON SÖZLERİ:
 
Cumartesi gecesiydi metroda yaşadığı olayın ardından iki yıl geçmişti. Kırmızı ayakkabılarıyla aynı güzergâha yakın bir yerde müşteri arıyordu. Çok soğuktu.
 
Tırnaklarını halen yiyordu; ne olursa olsun güzelliğini ondan kimse çalamazdı. İyi olduğunu bilmeyi ve uzun sarı saçlı oyuncak bebekleri başucuna dizerken ikimiz için dilediğim her şeyin gerçekleşmesini, parmaklarına basan o adamı gördüğümde şair cesaretimle nasıl atladıysam üzerine, nasıl linç edildiysem seninle birlikte bir yandan sokup elimi o insanların boğazlarından içeriye kalplerini çıkarıp, yerine insanlığı koymak düşüncesiyle ölürken ya da öldürülürken son kez sıcaklığını hissetmeyi çok isterdim.
 
Artık zaman beni değiştiremez ki Aynur, nasıl günlük tutayım? 

Etiketler:
İstihdam