24/10/2011 | Yazar: Kumru Toktamış

Wall Street işgali’nin kazanmış olduğu yaygın destek aslında bir kez daha, sınıf analizi ne kadar sağlam ve yerinde olursa olsun, Karl Marks’ın görüşlerinin kapitalizm karşıtı bir eylem kılavuzu olamadığını gösteriyor. Kapitalist sistem en büyük gücünü halkın tüketebilme arzusundan aldığındandır ki, bir kaçınılmazlık ve vazgeçilmezlik olarak kendini tekrar tekrar yenileyebiliyor.

Wall Street işgali’nin kazanmış olduğu yaygın destek aslında bir kez daha, sınıf analizi ne kadar sağlam ve yerinde olursa olsun, Karl Marks’ın görüşlerinin kapitalizm karşıtı bir eylem kılavuzu olamadığını gösteriyor. Kapitalist sistem en büyük gücünü halkın tüketebilme arzusundan aldığındandır ki, bir kaçınılmazlık ve vazgeçilmezlik olarak kendini tekrar tekrar yenileyebiliyor.
 
Dr. KUMRU TOKTAMIŞ / Pratt Enstitüsü Kültürel Çalışmalar Bölümü, NY-Brooklyn
 
Ekim ayının ilk haftasında, New York kentinin toplumsal mücadeleler tarihinde yer tutmuş sendikaların hemen hepsi  “Wall Street’de İşgal” protesto eylemlerini destekleme kararı aldığında, kentin sendikalı, sendikasız, mavi yakalı, beyaz yakalı, pembe yakalı onbinlerce emekçisi tarihi bir yürüyüş gerçekleştirerek sokağa döküldü. Sendikamın elime tutuşturduğu “Bu ülkenin yüzde 99’u biziz” pankartının arkasına, “oğlum seninle gurur duyuyorum” yazmış olarak girdim, protestocuların işgali altındaki finans gökdelenleri arasına sıkışmış Zuccotti Parkı’na. Amerikan rüyası edebiyatının artık bir yalan olduğunu gencecik yaşta kavramış olan kızlarımız ve oğullarımız usulsüzlüğü kural edinmiş dev şirketlerden, satılığa çıkmış politikacılardan ve hatta uyuntu sendika yöneticilerinden hesap sormaya karar verdikleri için dünyanın artık sembolikleşmiş finans merkezinde bir dizi yeni sembol ve anlayış üretmekteler. Protestoların ilk göze çarpan niteliği, gerek işgalin başlamasında önayak olan çekirdek unsurların, gerek katılımcıların ve destek verenlerin, gerekse ülke ve dünya çapında protestoların yankılanmasında katkıda bulunanların çok farklı gerekçe ve hedeflerle olup bitenleri algılamakta ve kurgulamakta oldukları. Bu her kafadan ses çıkması durumu karşısında iki yüz yıl önceden kalma analiz yöntemleri ile düşünmek pek de açıklayıcı olmuyor.
 
ABD’nin yüzde 99’unun isyanı
 
İşgalcilerin kimi, finans aleminde hüküm sürmekte olan başıbozukluğun biran evvel kaldırılmasını ve krize neden olanların tespit edilip yargılanmalarını talep ederken, bir başka kesimi işsizliği ve gelir dağılımındaki eşitsizliği ön plana çıkartmaktalar. Katılımcılar arasında Obama hükümetinin iktisadi politikalarını sorgulayanlar olduğu gibi, demokratik sistemin temsil gücünü yitirdiğini vurgulayanlar da var. Çevrecilerin küresel ısınma kaygıları, savaş karşıtlarının birlikleri geri çekme uğraşısı, sendikaların işverenlerden şikayeti ve çalışanların sağlık sigortası talepleri derken bütün bu olup bitenlerin kapitalist sistemin çöküşüne işaret ettiği kanaatine varmak mümkün ancak bu kolaycı bir yaklaşım. Çünkü ülkedeki gelir dağılımındaki akıl almaz eşitsizliği ve kâr amaçlı yolsuzlukları yüksek sesle dile getiren işgalciler, kâra dayalı kapitalist pazar ekonomisini açıkça reddeden ve karşılarına alan bir tutum içinde değiller. Aslında sistemi değil, sistemdeki aksaklıkları eleştiriyorlar. Pek çok işgalci kendilerini hedefleri ve talepleri belirgin bir siyasi hareket olarak değil bir halk forumu olarak gördüklerini dile getiriyorlar. İşgalde sıkça kullanılan ve pek çok eyalette yankı bulan “Biz yüzde 99’uz” veya ABD anayasasının ilk cümlesi olan “Biz halkız” ifadeleri sınıfsal bir kavgadan çok yoksulluk ve politik hayattan soyutlanmışlığın sloganı. Göstericiler kâr amaçlı işletme sahiplerini değil, bu işletmelerin kanunsuz pratiklerini hedef göstermeye özen göstererek 19 ve 20. yy’ın Marksist beklentilerinden çok farklı bir tablo çizmekteler.
 
Bu haliyle ‘Wall Street işgali’nin kazanmış olduğu yaygın destek aslında bir kez daha, sınıf analizi ne kadar sağlam ve yerinde olursa olsun, Karl Marks’ın görüşlerinin kapitalizm karşıtı bir eylem kılavuzu olamadığını gösteriyor. İki yüz yıldan beri yaşananlara baktığımızda, kâr amaçlı ve özel mülkiyete dayalı üretim biçiminden dolayı yoksullaşmış ve mülksüzleşmiş olanların sadece tüketemiyor oldukları için harekete geçtiklerini görüyoruz. Sendikal mücadelenin 150 yıllık tarihinden, geçtiğimiz yaz aylarında Londra ve civarındaki dükkânları yerle bir eden kent varoşu gençlere kadar bütün muhalefet hareketlerinde yer alan unsurlar, daha fazla tüketebilmek, yani teknolojinin ve modernliğin nimetlerinden daha fazla yararlanabilmek için sokağa dökülüyorlar. Kapitalist sistem ise en büyük gücünü halkın bu tüketebilme arzusundan aldığındandır ki, bir kaçınılmazlık ve vazgeçilmezlik olarak kendini tekrar tekrar yenileyebiliyor.
 
Ancak, kâr amaçlı üretim tarzını doğrudan karşısına almasa da, Wall Street işgalinin muğlak ortak paydalarından biri işte bu tüketim kültünü sorguluyor olması. Zaten işgalin başlangıcı yaz aylarında Kanada’da yayınlanan ve tüketim, reklam karşıtı ve çevreci bir dergi olan Adbusters’ın occupywallstreet.org web sitesini oluşturmasına denk düşüyor. Gerek katılımcı gerek destekleyici gençler arasında en dikkat çeken özelliklerden bir tanesi pek çoğunun teknoloji kurdu olmalarına karşın piyasayı tutan teknolojik markalardan uzak duruyor olmaları. Daha fazla tüketim yapmadıkları zaman, hem doğaya daha az zarar vereceklerini hem de yolsuzluklara neden olan aç gözlülüğün önüne geçebileceklerini düşünen ve işgal ettikleri parkın çiçeklerini derme çatma mutfaklarında kullandıkları su ile sulayan bu gençler, 200 yıllık demokrasi mücadelesinde yeni bir dönemin açılmakta olduğunun müjdecisi olabilirler. Bu aslında, gerek Çin veya Hindistan gibi dev ekonomik coğrafyalara, gerekse Türkiye gibi hala “ithal ikameci” dönemlerin tüketemiyor olma kompleksini üzerinden atamamış toplumlara oldukça yabancı bir anlayış. Bu anlamda kapitalist metropoller dışında fazla ses getirmesi pek de mümkün görünmüyor sanırım. Her şeyden önce işgalcilerin ve destekçilerinin derinden eleştirmekte oldukları iktisadi prensiplerin bizim gibi toplumlarda kültürel karşılığının olmaması düşündürücü. Serbest piyasa iktisadının en çekici ideolojik formülasyonlarından biri olan “zenginde pişen elbet bize de düşer” veya “akmasa da damlar” olarak tercüme edilebilecek olan “trickle-down economy” anlayışının ABD halkının tasavvur dünyasında özellikle Reagan döneminden beri ne denli önemli bir yer tuttuğunu, Türkiye gibi devlete dayalı kalkınma ve büyüme politikaları ile bugünlere gelmiş ülkelerde ne savunmak ne de eleştirmek kolay. ABD politikacılarının, bu ‘akmasa da damlar’ prensibine dayalı olarak en zengini daha da zengin etme plan ve programlarının artık bir işe yaramadığını, tam tersine yoksulu daha yoksul yaparken orta gelir düzeyindeki nüfusu yok ettiğini sloganları ve pankartları ile dile getiren işgalciler, Amerikan rüyasının sonunun gelmiş olduğunu bütün dünyaya duyurmaktalar.
 
İşgalcilerin sabah akşam yılmadan işaret etmekte oldukları gibi bütün istatistikler, “akmasa da damlar” politikalarının artık paçadan akar hale geldiğini ve toplumsal kalkınmayı göz ardı eden en zengini daha zengin etme anlayışının ülkeyi ve dünyayı krize sürüklemekte olduğu gerçeğini gözler önüne sermekte. Dünyanın en varlıklı ve güçlü coğrafyasındaki servetin tamamına yakınını (yüzde 85) nüfusun yüzde 20’si elinde tutarken, geri kalan çeşitli halk kesimleri yüzde 15’lik bir servetten pay kopartabilmek için debelenmekte. Daha da ağırı, nüfusun en zengin yüzde 1’ini oluşturan aileler bütün ülke servetinin üçte birine sahipler ve üstelik, ‘akmasa da damlar’ politikaları sayesinde kendilerinden biraz daha az varlıklı olan kesimden daha da az vergi veriyorlar. Öte yandan zaten finansman olarak topu topu yüzde 7 gibi komik bir orana sahip nüfusun geri kalan yüzde 80’ninin refah ve büyümeden aldıkları pay ise giderek azalıyor. Bütün bu gerçeklik, bir çeşit zihin tutulması olan Amerikan Rüyası ve ‘akmasa da damlar’ ideolojilerine olan iman ve inancı henüz pek de zedelemiş değil aslında. İşgalciler yarattıkları forumun bu boş inancın altının oyulmasında ve Amerikan halkının kendi gerçekliği ile yüzleşmesinde önemli bir araç olduğunu düşünmekteler.
 
Her ne kadar siyasi bir hareket değil bir forum olduklarını ısrarla söyleseler de işgalcilerin örgütlenme biçimlerinin de sınıfsal olmaktan çok halk hareketi niteliğinde olduğunun en büyük göstergesi, tartışma ve karar alma mekanizmalarının Fransız Devrimi’nden kalma genel meclis tarzında olması. Türkçe’ye daha çok genel kurul olarak çevrilen bu örgütlenme biçimi aslında bir temsilciler, vekiller kurumu değil herkese açık bir katılım alanı anlayışının ürünü. Özellikle yerleşik kurullar aracılığı ile karar almaya alışık olan sendikaların ve politikacıların şüphe ile baktıkları bu meclisin katılıma açıklığı ve sürekliliği işgalcilerin özenle üstünde durdukları bir konu. Yıllanmış muhalif grupların “böyle bir yapıdan etkin karar çıkmaz” eleştirilerine “biz siyasi karar almak değil kararları bütün vasıfları ile tartışabilmek istiyoruz” diyerek burun kıvıran işgalciler de etkin kararlar almakta usta olan ancak hantallaşmış bürokrasileri ile ayakta duran sendikalar ve benzeri politik yapılanmalara anarşik bir şüphe ile bakıyorlar.
 
Amerikan rüyasından uyanırken
 
Türkiye gibi, eğitim ve aydınlanmadan hala bir alim kişinin uzun uzun konuşup görüşlerini vaaz etmesinin anlaşılmakta olduğu bir toplumda, kökenleri biraz Sokrates ve daha çok da Brezilyalı eğitim felsefecisi Paulo Freire’nin “Yoksulların Pedagojisi” öğretisine dayalı olan tartışırken öğrenme, öğrenirken de siyaset eyleme biçiminin nasıl yankı bulabileceğini merak ediyorum. Ancak net olan şu ki, bugüne kadar ABD’deki rekabetçi ruhun simgesi olan Wall Street artık bu ülkedeki muhalif ruh ve öğretilerin hayata geçtiği bir merkez olarak yeni bir sembolik önem kazanmakta. Sonuç olarak, işgalci gençler kendilerine oyuncaklarını başka çocuklarla paylaşmaları ve hiçbir çocuğa vurmamaları gerektiğinin öğretildiği paylaşımcı ve eşitlikçi “bir başka” Amerikan tarih ve kültürünün de var olduğunu göstererek, ülkelerini temsil ettiği söylenegelen eski ve son derece güçlü sembollere kafa tutuyorlar. Aslında işgalcilerin kaygılarının, gerekçe ve hedeflerinin muğlâk olması en büyük avantajları olabilir, yarattıkları tartışma ortamları sayesinde yeni politikaların üretilmesinde aracı olabilirler. Şimdilik onlar iktidardaki hükümete soğuk bakıyor olsalar da, Başkan Obama protestolarını anlayışla karşıladığını dile getirdi. Zaten bugünlerde Kongre’de tartışılması (ve büyük ihtimalle red edilmesi) beklenen varlıklıların vergilerinin arttırılarak halka iş imkânları yaratmaya yönelik yasa tasarısının kimi maddeleri ile işgalcilerin manifestoları arasında benzerlikler var. Daha yeni başlayıp eyalet eyalet yaygınlaşmakta olan protesto hareketlerinin uzun vadede ve sabırla siyasi ve iktisadi gündeme şekil vermeleri bekleniyor. NY eyalet valisinin de hoşgörü ile yaklaştığını açıklamış olmasına karşın, New York kentinin güvenliğinden sorumlu emniyet müdürünün işgalin polis bütçesine bugüne kadar neredeyse 2 milyon dolara mal olduğunu söylemiş olması ve soğuk havaların da bastırması ile birlikte işgalciler bana, siyasi barometrenin bıçak sırtında duran, etrafları kurtlarla çevrili yürekli kuzular gibi görünmeye başladılar bile.
 
Perşembeyi Cuma’ya bağlayan geceyarısı, bütün günü park temizliği ile geçirmiş olan işgalciler naylon torbaların altına sığınıyor, sendikalar üyelerine “sabah erkenden parkta olun” haberleri salıyor, NY kent polisi ise ertesi sabah başlayacak olan “temizlik” harekatı icin son hazırlıklarını yapıyordu. (star)
 
kumru@optonline.net

Etiketler:
İstihdam