16/10/2017 | Yazar: Umut Erdem

Nilgün Marmara’nın ölüm yıldönümünü (13 Ekim 1987) geçirdiğimizi hatırlamak, mutsuzluk üzerine düşündürüyor beni. Nilgün Marmara’nın bir şiirini başka bir şekilde yazdırıyor bana ve sorduruyor: "Yazgı mıdır mutsuzluk?"

Nilgün Marmara'nın ölüm yıldönümünü (13 Ekim 1987) geçirdiğimizi hatırlamak, mutsuzluk üzerine düşündürüyor beni. Nilgün Marmara'nın bir şiirini başka bir şekilde yazdırıyor bana ve sorduruyor: "Yazgı mıdır mutsuzluk?"

Nilgün Marmara intihar ederek ayrılmıştı aramızdan. İntihar etmenin birden çok sebebi olabilir, tek bir tanıyla teşhis koymak imkansız ama Nilgün Marmara'nın şiirlerine bakıldığında hayattaki zevklerin, nesnelerin onda uyandırdığı etkiler üzerine düşünmek istiyorum.

Mutluluk olarak vaad edilen şeylerin Nilgün Marmara'yı mutlu etmemiş olabileceği geçiyor aklımdan.

"...üşümüştüm
bu yaklaşan kışla değil,
deniz ürpertisi, göğün alacasıyla değil,
ellerimin soğukluğu hep bir kalabalıkta.
kaçışının gizini gönlünde tuttuğun
bilisiz aşkı/nı ver bana!

Üşümeyeyim...

...

"biz rengin değil
ara rengin peşindeyiz" ..."

Nilgün Marmara'nın şiirlerine baktığımızda bireysel kırılganlıkların ve varoluşsal çıkışsızlıkların "gerçek" ve şairin kendi yarattığı dünya arasında gidip gelerek dizelere döküldüğünü görürüz. Karanlık, kasvet hakimdir şiirlere, dünyada değer verilen şeyleri sorgulama peşinde daktilonun düğmelerine basılmıştır parmaklar.

"...bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim. Bugün ortaya çıkıyor."

Mutsuzluk, acı, yalnızlık, hayalkırıklığı, hayattan beklentilerin karşılanamaması şiirlerinde hakim olan duygulardır. Şiirleri sadece bir iç dökmesi, duygu dışavurumu olarak kalmaz. Okuyucuyla duygudaşlık yaratır dizelerinde. Kendi acılarımızı, hayalkırıklıklarımızı birisiyle paylaştığımızı, birisinin bizi anladığını hissederiz. Çünkü herkes öyle mutludur ki; biz o kalabalığın içinde yalnız, sadece "ortamın huzurunu kaçıranızdır." Belki de Nilgün Marmara da bu şekilde hissetmiştir; paylaşmaya ihtiyaç duyup kendi varoluşsal hesaplaşmasını, duygularıyla olan karşılaşmalarını dizelere geçirmiştir.

"...Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir -
Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!"

Nilgün Marmara'nın şiirlerinde hissettirdiği mutsuzluk, yalnızlık, "hayatın neresinden dönülse kârdır" yaklaşımı, beni psikolojik olarak daha dibe indirmiyor. Şiirlerini çevreleyen duyguların dizeler üzerinde yarattığı atmosfer benim için olumsuz bir psikolojik durumu, zihinsel evreyi temsil etmiyor. Aksine mutluluk ve mutsuzluk üzerine düşündürüyor. Neden mutlu hissederiz? Ya da mutlu olmaya ihtiyaç mı duyarız? Neden? Mutlu olmak sadece bir duygu mu? Yoksa BUNUN DA MI toplumla bir ilgisi var?

"çok yalnızım, mutsuzum
göründüğüm gibi değilim aslında
karanlıklarda kaybolmuşum
...bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır
aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
kimse duymuyor çığlıklarımı
duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor
bense insanların bu ilgisizligi karşısında ilgiye susamışım
ümidimi yitirmişim
biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim
arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim herşeye
veda edeceğim.

...

ey iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini gördüm ben! "

Sara Ahmed, toplumda mutluluğun sosyal düzene uyum sağlamakla, homojen bir topluluk tahsis etmenin mümkünlüğünle ve farklılıkların temel ve ortak bir ulusal değere hizmet edip bağlılık göstermekle sağlanacak şekilde görüldüğünü belirtir. Bu yüzden queer bir hayatın, var olma tahayyülünün sonunun mutsuzluk olarak görüldüğünü öne sürer. Feministler oyunbozandır, göçmenler de melankolik. Toplumun "hassasiyetleri"ne biat etmeyenler mutsuzluğa mâhkum olarak görülürler. Ne kadar çatlak açarsan gri ve pürüzsüz bir duvarda, çıkardığın sorun, verdiğin rahatsızlık o kadar büyük olur.

Mutsuz olarak varoluşun, bir yaşayışın kodlanma durumunun yanı sıra toplumda mutluluğa karşı geldiği düşünülen şeyler üzerinden yargılanır insanlar. Mutsuz olmanın kabahatlisinin sadece kendin olduğu aşılandırılır toplum tarafından. Nasıl olur da mutsuz olabilirsin ve mutsuzluğunla da çevrendekileri mutsuz edebilirsin? Büyük düşüncesizlik (!)

Nelerin insanları mutlu ettiği düşünülür? Bir ailesinin olması, okul ve iş hayatında başarılı olman; ev, araba, iş, eş sahibi olman ve tabii ki de çocuk. Bunlara sahip olduğu için ödüllendirilir insanlar toplumda. İşte bu yüzden Sara Ahmed, mutluluğun, karşılığında ödüllendirileceği değerlerin bir uzantısı olarak toplumda yer ettiğini belirtir. Atanmış ailenle anlaşamıyor musun? Eğitim sistemi senin taleplerini karşılamıyor mu? Potansiyelin üzerine yoğunlaşmana engel mi? İşinde ve hayatında çuvallıyorsun ve bu birilerinin işine gelmiyor mu? Mutluluk, hetero-cis merkezli bir aile kurumuna ve kapitalist süzgeçten geçerek yapılan değerlendirme sonucu nice başarılara dayanan bir şey olarak görüldüğünde bunun dışında kalacak pek çok insanın varlığı şaşırtıcı olmayabilir aslında. Nilgün Marmara'nın "ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım yok..." deyişi, bir özet niteliğinde aslında. Toplumda ayrıcalığı elinde bulunduranların toplumun mutluluk olarak vaad ettiği şeylere erişme ihtimali çok daha yüksek oluyor; aksi takdirde kişinin mutluluğu kendisinin ya da kendisiyle birlikte değer verdiği insanlarla yaratması gerekiyor.

Mutluluk vaad edilir, der Sara Ahmed. İleriye dönüktür ve sonuç odaklıdır. Bunun anlamı mutluluğun istikrarsız olmadığı, bazen nedensiz yere mutlu olmadığımız anlamına gelmez. Fakat belirli bir grup/sınıf, inanç, varoluş egemenliğine ve bundan kaynaklı birtakım ayrıcalıklara dayalı bir toplumda yaşadığımızı hesaba katarsak mutluluğun belirli nesnelere adandığını söylemek gerekir. Bu nesneler de sosyal anlamda "iyi" olarak devir daim yapar. "İyi" olması gerekir çünkü iyi ve erdemli bir hayatın olma ihtimalinin gerçekleşmesidir, mutluluk. Buna dair kurulan beklentidir. Bu ihtimale yapılan yatırımdır. Mutsuzluk da bu beklentinin gerçekleşmemesidir. Toplumda genel geçer olarak "iyi"ve "erdemli" kabul edilen belli başlı şeyler vardır ve sen bunların dışında şeyler yapıyorsan, mesela yüksek meblağ getirecek işler yapmaman, yaptığın şeylerin kapitalist ve rekabetçi göstergenin değer verdiği bir şey olmaması, bir ailen olmaması, hayalini kurduğun şeylerin seni "düzenli" bir hayata kavuşturacak şeyler olmaması ya da geleceğinin tamamen belirsizlik üzerine kurulu olması, atanmış ailenin hayalini kurduğun bir evlat olmaman, "mâkbul" kadın olmaman. Bunlar asla ulusal değerleri karşılayan, "iyi" ve "erdemli" bir hayatın koşullarını yerine getiren şeyler olarak görülmez. Belirli ve düzenli bir iş ve aile sahibi olarak, çuvallamadan, sorun çıkarmadan, son derece uyum sağlayarak topluma hizmet edebileceğin ve ancak bu şekilde mutlu olacağın varsayılır (bknz. "mutlu ev kadını" miti). Daha pek çok şey eklenebilir. Senin kendi bedenini yetiştirmeye çalışman, senin için mutluluk kaynağıyken ailen, komşular vs. için bu böyle olmaz ve bu böyle olmadığı gibi sen "mutsuz queer bir evlat" olarak adledilirsin ya da ailenin mutluluğunu bozan mutsuzluk kaynağı...

Mutluluk ve queer gündemi aslında tek yönlü değil, belirli bir varış yeri yok; yani "ne kadar mutluyuz" ya da "ne kadar mutsuzuz"a varacak bir argüman öne süremeyiz, bu iki konuyu ilişkilendirirken. İki durumdan herhangi birini kanıtlamak üzerinden bir politika yapamayız. Sadece topluma, politikaya iştirak eden bir konu gayet mutluluk ve queer varoluşun kesişimi. Bunu politik bir mesele olarak kabul edip iki konunun toplumsal dinamikler ve iktidar alanları ekseninde ilişkisini genel geçer olmayan bir şekilde konuşmak mümkün. Çünkü mutluluk, gayet şansla ilgili de bir olay. Harika bulduğun bir seçilmiş aile sayesinde mutlu olabilir, kendini güvende ve sağlıklı hisseden bir queer ilişki içinde mutlu da hissedebilirsin. Bunun yanına da başka bir sürü şey eklenebilir.

Ama tam tersi de olabilir. Toplumun dayattığı, çok kültürlü alanlarda mutlu olunamacağı, birbirlerine benzeyen insanların birarada bulunduğu topluluklarda mutluluğun olabileceği yargısı, her ne kadar çeşitli açılardan muhalif/feminist/queer ortamlarda itirazlarla karşılansa da insanlarla aramızda, politik ortamlarda adeta bir uçurumun olduğunu, birbirimizle geçirgen ilişkiler kuramayacak noktaya geldiğimizi düşündüğüm oluyor. Bir çalışma için bir cemaatin etkinliğine katılmıştım. İlk karşılaşmanın ve temasın olacağı; benim gayet önem verdiğim bir andı. Bu kaşılaşmadan elde edeceğim bir çıktı olacaktı elimde ve pozisyonum daha çok gözlemlemek ve orayı tanımak, insanları dinlemekti. Oranın dışından gelmiştim yani birbirimize yabancıydık ama orada bir temas kurmak için ortam hazırdı. Kişi olarak benimle hem teker teker o insanlar hem de cemaat olarak aramızda farklılıklarımız vardı belli ki ama toplum içinde ortaklaşabileceğimiz, yollarımızın kesişeceği durumlar da mevcuttu. Fakat orada nasıl müdahale edeceğimi bilemediğim kadın düşmanı yargılamaların içselleştirilmiş olduğuna şahit oldum. Bu yaşadığım karşılaşma beni çok mutsuz etti, bu mutsuzluğumu diğerleri bilmiyor, onlar bu durumun da bu durumla karşılaşmamın da beni nasıl hissettirdiğini umursamadılar. Zaten bir feminist olarak "yeterince" oyunbozandım, oraya uyum sağlamak istemediğim şeylerin varlığı aşikardı ama beni asıl mutsuz eden bu olmamıştı: Fark ettim ki aramızda uçurum var. Bu uçurumun daha önceden oluşmuş olduğunu ve bizim birbirimizle ilişkilenmemize son derece ket vurduğunu gördüm. Yani temas yaratacağımız, birbirimizle geçirgen ilişkiler kurabileceğimiz ortamlar yaratamıyoruz yeterince gibi hissettim ve bu beni son derece mutsuz etti. Kadın düşmanı, cinsiyetçi ve nafeminist düskur ve eylemlerle karşılaşmak neredeyse her yerde muhtemel, herhangi bir hak ve adalet mücadelesinin olduğu bir yerin tamamen bundan azade olduğunu düşünmek çok zor. Ama yaşadığım bu ilk karşılaşmada buna yönelik tepki koymanın yöntemlerini de belirleyebilmenin ihtiyacını duydum. Durumu anında kendi alanlarımıza çekilip aramıza sınırlar çekecek bir aşamaya getirmemek gerektiğini düşündüm, düşünüyorum fakat sessiz kalmak, o yargılamaları kabullenmiş, yutmuş gibi de algılanmak istemiyorum. En azından o cemaat içindeki kadınlarla kurmak istediğim buydu. Ama iki taraflı oluşan engellerin varlığı söz konusuydu ve bu beni mutsuz etti. Buna benzer başka olaylar da yaşıyoruzdur muhtemelen.

Kendi içimize, alanlarımıza bakacak olursak yaşadığımız çağda gözlemlediğim iletişimsizlik hetero-cis insanlara içkin olan ve lgbti+/feminist/queer camiada esamesinin okunmadığı bir şey değil. Toplum dinamiğinden bağımsız bir durum değil çünkü. Hetero-straight ilişkileri öğrenerek geçen bir zaman diliminden sonra kendi ilişki anlayışlarımızı yeni baştan oluşturma sorumluluğunu aldığımızda öğretiyi hafızamızdan tamamen silemediğimiz düşünülürse ilişkiler konusunda çuvallamamızın mümkünlüğü anlaşılabilir oluyor, yani benim gözlemlediğim biraz da bu oldu. İletişimin taraflarca biçim değiştirerek hatta iletişimsizliğe sürüklenerek insanlar arasında sağlıklı olmayan ilişkileri doğurduğunu görüyorum, bunun bir tarafında da olabiliyorum. Teknolojiyle ilişkiyi tamamen tüketip biraraya gelip konuşmanın, yüz yüze iletişim kurmanın, ihtiyaçların dinlenilip gözetildiği sağlıklı iletişim ortamı yaratmanın öneminin göz ardı edilmesi, kendimizi mutlu hissedeceğimiz sosyal alanlar ya da queer alanları oluşturmak konusunda zorluk yaşatabiliyor bizlere.

Özgürleştirici gördüğümüz alanlarda kendimizle arkadaş kalmanın, kendimizle baş başa alanlar yaratmayı ne kadar mümkün kıldığımızı, kendi queer ya da feminist alanlarımızda mutluluk ve mutsuzluğu sırasıyla queer aile sahibi olma ya da geniş arkadaş çevresine sahip olma ve tek başına olmayla ilişkilendirip ilişkilendirmediğimizi sorgulayabiliriz.

Bu yazı zaten "nasıl mutlu oluruz" reçetesiyle bitmeyecekti, toplumun mutluluğa dair ürettiği normlardan bağımsız kendi mutlu olduğu alanları inşa edenlere başka bir söz söylemeyecekti ama mutsuzluğu, mutsuzluğa neden olan hayalkırıklığını bir ürüne dönüştürmenin elimizde olduğunu hatırlatmakla bitebilir, onu kendimizden uzaklaştırmak, kendimizle bağını koparmak yerine kendimizi hareket ettirecek herhangi bir şeye dönüştürmek elimizde; tıpkı Nilgün Marmara'nın dediği gibi: "Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben.
Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir."

Yazıyı yazarken kullandığım kaynaklar şöyle: Nilgün Marmara'nın şiirleri: Kuğu Ezgisi; Ancak Yazgıdır Bu Yalnızlık; Kuş Koysunlar Yoluna; Canım Sıkıntı Sınırı; Daktiloya Çekilmiş Şiirler; Nilgün Ölmüş ve Sara Ahmed‘in Multuculturism and Promise of Happines

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler:
nefret