25/12/2014 | Yazar: Karin Karakaşlı

Büyümek büyü kaybıydı. Mucizeleri küçümsemenin adına mantık diyorlardı.

Noel Baba’nın gerçekliğine inanmak diye bir şey vardı. Yani kalbimizden geçen istekleri bilen ve onları birer hediye olarak kapımızın önüne bırakan bir Noel Baba. Sırlarımızı, rüyalarımızı anlattığımız, mektuplar yazdığımız bir Noel Baba. Bu aynı zamanda çocukluğun da tanımıydı.
 
Sonra bir vakit, okulun ilk yıllarında, dönem sonu gösterileri sırasında pamuktan yapılma sakalıyla, bir yetişkinin Noel Baba kılığına girdiğini görünce bakakaldığımı hatırlarım. Büyümek büyü kaybıydı. Mucizeleri küçümsemenin adına mantık diyorlardı. “Yapma ama, biraz mantıklı ol!” diye başladı hep sonraki cümleler. Mantığın tadına baktım, pek yavandı.
 
İnadına, o eski simli Noel Baba kartlarını arıyorum. Bulduğumda da bir çocuk gibi seviniyorum. Didem Madak’ın dediği gibi, “Sevinmek nedense hep yedi yaşında.” Ben kart diyorum adına da, aslında her küçük ayrıntıdan oyunlar türeten ve katıla katıla gülen o çocuğu arıyorum. Zamanın yekpare, hayatın bütünlük olduğu yılları.
 
Yılın sonu geldi. Caddeleri, sokakları süslesin diye asılan ışıklar pek bir zevksiz. Yorgun gözlerimin kenarında bir kasılma, bir ağrı olarak hissediyorum o çiğ ışıkları. Koca alışveriş torbalı insanlar illa da omuz atıyor bana. Geri dönüp özür dileyen yok; sevdikleri için gereğini yerine getirmeye çalışanların sokakta biçtikleri kadınla harcayacak vakitleri yok. Acele etmek lazım, para puan ve indirimlerde yılın son günleri.
 
2011’in son günlerinde, 28 Aralık’ta Roboski’de 35 Kürt vatandaş, Türk Hava Kuvvetleri uçaklarının bombardımanıyla katledilirken de üç gün sonraki yılbaşı kutlamasının telaşındaydı bu ülke. Bir toplu yas bile ilan edilmedi. Acılar da sınıflandırılarak paylaşılırdı ne de olsa. O yılbaşı bir ah daha eklendi listeye.
 
Didem Madak’ın ‘Ah’lar Ağacı’ elimde. Onsuz adım atmaya mecalim yok. Sanki koluna girmişim de birlikte gidiyormuşuz bir yolu. Rüzgâr karşıdan estikçe atkılarımıza gömülüyor ve susarak çok şey konuşuyormuşuz:
 
“Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya: / Tanrım bana hiç erimeyen, / Kırmızı bir bonbon şekeri yolla. / Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik / Kardeşimle kendimize durmadan, / Olmayan çayları, / Olmayan fincanlardan içerdik. / Olmayan kapıları açardık, / Olmayan ziller çaldığında. / Siyah papyonlu olurdu mutlaka / Resim defterimizdeki damat. / Yedi günde yarattığımız dünya /Mutlu olurduk pastel koksa...”
 
O kokuyu unutmadım. Ama bir hayat, döngüsünü tamamladı ve kendi üzerine kapandı. O yüzden şimdiki dileğim ancak şiirin sonraki satırlarında: “Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya: / Olanlar oldu tanrım / Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!”
 
Sevginin gücüne sığınıyorum çaresiz. Öte türlü hayat züldür bana. Ruhdaşımın deyişiyle: “Vasiyetimdir: Dalgınlığınıza gelmek istiyorum / Ve kaybolmak o dalgınlıkta.”
 
Gidip bir kez daha öpüyorum çocukluğumun kara böcük gözlerini siyah-beyaz fotoğrafta. 

Etiketler:
nefret