11/12/2014 | Yazar: Emre Korlu

Romanların ilk bölüm paragraflarından sıkılıyorum, pelüş. Meselâ, evin çitlerini öyle bir anlatıyorlar ki kendini cennette sanıyorsun. Kandırılıyorsun.

Romanların ilk bölüm paragraflarından sıkılıyorum, pelüş. Meselâ, evin çitlerini öyle bir anlatıyorlar ki kendini cennette sanıyorsun. Kandırılıyorsun. Üzüm hoşafına benzer bir dünya hayal etmeni sağlıyorlar. Yazı yazmaya başladığımdan beri kimsenin allı pullu anlatımlarına kanmıyorum.
 
Yetimhane çevresi, başlı başına soğuk duvarlarla örülüydü. Nasıl oluyordu, niye oluyordu bilmiyordum ama Kader Anne’yi sürekli kızdırıyorduk. O, buradaki her çocuğun alın yazısında olması gereken biriymiş gibi zorla sokulmuştu söküğü dikilemeyen hayatlarımıza. Kimliğimizdeki ana–baba hanemize varlığından haberdar olmadığımız, hiç tanımadığımız insanların isimleri yazılıyordu. Sanırım bazı hataları olduğu gibi bırakmayı o yıllarda                                                     öğrendim.
 
Kader Anne, merhametsizdi. Evet, onu en naif çizgiyle böyle tanımlıyorum. Yetimhaneden kaçtığımız vaktin akşamı kürkçü dükkânına (!) geri döndüğümüzde Kader Anne elindeki kızgın maşayla bizi bekliyordu ve o inanılmaz baskıyı ellerimizde hissetmemizi sağlıyordu. Acı veriyordu. İz bırakıyordu.
 
O koskoca yara, gölgesiyle kendini hep hatırlatacak bir yol buldu.
 
Sokaklarda soğuktan donarak ölmeye direndiğim zamanların çok sonrası, hayatıma giren insanlara elimin üzerindeki derin izin hikâyesini, cümle sırasını hiç karıştırmadan, anlattım.
 
Ya, kestirmeden söyleyeyim sizlere: Çocuk olmadım. Yani buna izin vermediler. Rahat rahat kalem tedarik edemedim. Bir tane verirlerdi. Onunla yazar yazar çizerdim. Bitmesine az kala kendimce bir yöntem geliştirmiştim, onu denerdim; işe yarardı. Tıraş bıçağının ucuna parmakla kavranamayacak kadar küçülen kalemleri takardım. Yani kalemin, kenarı kıvrılmış sayfalarda bıraktığı iz hiç gitmezdi; buna izin vermezdim.
 
Ben toprak rengi dünyaya methiyeler dizerken hiperaktif olan çocukları oturdukları sandalyelere bağlıyorlardı. Bizden daha küçükleri görmek için yetimhane odalarını gezdiğinizde pembe ve mavi ile o kadar çok karşılaşıyordunuz ki, tesadüf kavramına karşı duyduğunuz inanç daha da zayıflıyordu.
 
Yetimhanelerin saçma sapan bir havası vardı. Anneler Günü pek çoğumuzun en zayıf olduğu gündü ve özellikle böyle zamanlarda izlediğimiz televizyonlar itinayla kapatılıyordu. Başkalarının annelerine imrenmemizden korkuyorlardı. Her şey Kader Anne’nin tek sözüne bakıyordu: Aç ya da kapat!
 
Dolabınızda kim bilir ne kadar çok giysi vardır. 13-14 yaşlarımdayken yetimhaneye yeni kıyafetler getirilmişti. Öyle sevinçliydik ki, o kirli beyaz oda kapısının önünde balık istifi gibi dizilmiş, bekliyorduk. Sıra bana geldi. Girdim içeriye ama nasıl heyecanlıyım; tarifsiz... Kader Anne, elindeki poşeti ve içindekileri göstererek, “bunlar da senin” dedi.
 
İçimdeki “ya olmaz ise” korkusuyla denedim lakin o endişe çoğu kez yaptığı gibi yine beni yanıltmadı. Paçalar kısaydı, gömlek kolları uzun zira elimden alırlar korkusuyla “oldu” dedim. Hayat, burada kursağımıza dizdiği milyonlarca mutlulukla yetinmemizi emretti.
 
Acıkmak berbat bir şeydi. Midemizde eskiyen lokma kalıntılarının kürtajla içimizden zorla alındığını düşünüyorduk. Ağabeyler dokunurlarsa bizleri ekmek ve sütle ödüllendiriyordu. Dokunmaları önemliydi. Buna izin vermeyip aç kalan çocuklar geceleri boşalan karınlarını okşayıp duruyorlardı. Onlardan biri de bendim.
 
Hademelerden bazıları ve ağabeyler, çocuklara temas etmekten büyük zevk duyuyordu. O koridorun başında bekleyip, Kader Anne’nin yattığı odaya doğru bakarken, ağlıyordum. Çocukların acı çekerek inlemelerini işitmek sinirlerimi tek tek koparıyordu. “Bir dilim ekmeğe, bir avuç seks!” O yetişkin insanların yaptığı işte buydu.
 
İlk aşkım Papatya! Gözleri peygamber hırkası, üzerime sımsıcak sarılan... Henüz açılamadan on beş yaşıma kara çalan beyaz yapraklı turuncu çiçek... Bir aile geldi. Aldılar götürdüler. İyi okulda okuyacak, yeni yeni ayakkabıları olacaktı. Ağabeyler dokunamasın diye üzerine titrediğimde dişimi kırdığım o yılları belki de seneler sonra hiç hatırlamayacaktı. Fakat ben ne kadar büyürsem büyüyeyim ağzımdaki o boşluğu baktıkça onu düşünecektim.
 
Zaten Papatya gittikten sonra yetimhane daha da karardı. Onlarca kez kaçmayı denediğim kâbustan bu kez yüzümün akıyla çıktım. Beş-altı arkadaş şehir merkezine doğru koştuk. Saçlarımıza rüzgâr bulaştı, yüreğimize aşk...
 
Kader Anne bana seçtiği isimle ardımdan sesleniyor: KIZIL! Duyuyorum. Minicik ellerimin yaralı yüzünü kapatarak: “Sen buradaki çocuklar için aslında hiçbir şey ifade etmeyen açgözlü bir cadısın” diyorum. Yaşamak yorucu...
 
“Bir fındık kurdu vardı. Sevgiye muhtaçtı. İşte sırf bu yüzden ağabeylerin ona dokunmasına kızmazdı. Sarı saçlarıyla hiç tanımadığı annesine benzediğini zannederdi. Nereden nereye olursa olsun herkesin bir gidiş hikâyesi vardır. Onunki gökyüzünden yeryüzüne doğru objektifime yansıyan o kısacık intihardı. Görgü tanıklarına mikrofonu uzattığımda, arkadaşının ölümünü haber yapan kırklı yaşlarında bir gazeteciydim. ”
 
“Bir eylüldü başlayan içimde.
Ağaçlar dökmüştü yapraklarını,
Çimenler sararmıştı.
Rengi solmuştu tüm çiçeklerin,
Gökyüzünü kara bulutlar sarmıştı.” - Ümit Yaşar Oğuzcan 

Etiketler:
İstihdam