20/03/2012 | Yazar: Andaç Yazlı

Roman sanatı belki de Cervantes’in Don Quijote’undan bu yana biçim ve tür incelemelerini kendinde topladığı en geniş alanlardan biriydi desek doğrusu çok yanılmayız.

Roman sanatı belki de Cervantes’in Don Quijote’undan bu yana biçim ve tür incelemelerini kendinde topladığı en geniş alanlardan biriydi desek doğrusu çok yanılmayız. Burada kuşkusuz Cervantes’in asırlar sonrasının yazarlarını bile dolaysız biçimde etkileyecek güçte bir eseri yaratmış olmasının payı oldukça büyük. İlk roman denilen türün Cervantes’le başladığı ve tüm Rönesans yazınına bir tür meydan okuduğunu genel hatlarıyla iddia etsek bile, yine de Don Quijote öncesi ve sonrasının tam anlaşılması adına daha çok bilgi malzemesine ihtiyacımız var. Bunun için ilk saptamamız gereken nokta romanın bütünselliğe erişmeden önce neleri bünyesinde barındırdığı meselesi. Türler roman öncesinde de vardı, hem de belirgin düzeyde. Tragedya, romans, epik, soneler gibi türler roman öncesi yazılı geleneğin temsilcileriydiler. Fakat romanla birlikte ortadan kaybolmadılar. Tam tersine çeşitli katmanlarıyla romanın karakteristik gelişimine paralel düzlemde öyle ya da böyle var oldular. Bazen herhangi bir türün roman dilinde sorunsallaşması söz konusuyken, hiciv yoluyla parodileşmesi ya da yeni anlatı tekniklerine geniş alan açabilecek şekliyle metaforlaşması da mümkün olabildi. Örneğin Don Quijote’da Jale Parla’nın altını çizdiği gibi ”türlerin melezleşmesi” olgusunu bu minvalde gözlemleyebiliriz. Türler Don Quijote’de iki şekilde dikkat çeker: ilki hiçbir tür kendi otoritesini anlatıda hakim kılamamıştır. İkincisi ise türlerin hitap ettiği, genellikle roman öncesi anlatılarda saray erbabının gündelik diline uygun ”yüksek” kültürün halk diliyle hicvedilmesidir. Bu iki gelişmeyi roman sanatının geleneksel yazın türleriyle hesaplaşması olarak da düşünebiliriz. Ama daha da ötesinde romanın tamamlanmamış/eksik bırakılmış bir anlamda gücünü ”parçalanmışlık”tan alan bir yanının bulunduğunu da söyleyebiliriz. Şimdi biraz daha açalım.
 
Murat Belge roman türünü yaratan toplumsal sınıfın ”dünyaya bireyciliği ilk yayan burjuva sınıfı” olduğunu ileri sürer. Öznellicilik, bireysel yaşam/deneyimler, yine bireyin içsel ve dışsal edinimleri roman türünde olmazsa olmaz malzemelerdir. Bunun felsefi altyapısı, ünlü burjuva düşünür Bacon’un ”tümevarım” ideasıdır. Özünde bireyin öznel koşullarını en üst mertebede tutulması gerektiğini salık veren bu ilke, roman türünün tarihsel gelişim koşullarına birebir yansıyan boyutunu göstermesi açısından da önemlidir. Kişisellik ve zaman/mekan bileşkelerinin, yine kişisel olanda vuku bulması roman sanatını ”bütünselliğe” yani, yeni bir tür olarak kimlikleşmesine katkı sağlamıştır. Böylece kişi kavramı eski yazın türlerinde (örneğin epikte) tekilliği değil mitolojik olana tekabül etmesi romanla birlikte değişmiştir. Aynı şekilde zaman ve mekân kavramları da, romanda bireyin yaşam-karar ve eylemlerine bağlı olduğu ölçüde var olabilmişlerdir. Tüm bunlar aslında romanın parçalanmışlıktan doğan burjuva bireyini özneleştirmiş bir tür olarak tanımlanmasını sağlamaktadır. Don Quijote’ye geri dönersek, şövalye kitaplarının kurmaca dünyasını ”gerçek” dünyanın asli öğeleri kılmaya çalışan bir kahramanın en hafif deyimiyle ”budala” lığa soyunuyor olmasının edebiyatta ki karşılığı roman sanatının temellerinin atılmasıdır bir anlamda. Çünkü Cervantes romanın ortaya çıkışıyla birlikte geleneksel yazın tür ve biçimlerinin gerçeğe uymadığı, tıpkı Don Quijote gibi hayal dünyasının kurmaca diliyle konuştuğu, konuştuğu ölçüde de ”budalalaşan” türler yumağı olarak varolacağı gerçeğinin altını çizmek istemesidir adeta. Bu tipik anlamda eskiye karşı yeninin kutsanması olarak bir dayatmacılığa bürünmez. Tam aksine Don Quijote’ki ”idealizm” in Sanco Panza’daki ”gerçeklik”le çatışmasından doğan tür başkalaşımının parodileştirmesidir. Diğer bir deyişle parodileşmeyi bir başkaldırma, yeni anlatı dünyalarına ufuk açma, yabancılaştırma, okur-yazar diyalojisini besleme şeklinde yeniliklere kapı aralamasıdır.
 
Modern edebiyatın tüm bu tarihsel süreçlerine ilaven ama o süreçlerden bağımsız da düşünülmeyecek paradoksal iki kavramdan söz etmek istiyorum. Bir ölçüde roman ve roman öncesinin tüm özelliklerini bünyelerinde barındıran kavramlar bunlar. Jale Parla’nın eşssiz çalışması ”Don Quijote’den Bugüne Roman” da bahsettiği kronos ve kairos’un açılımları romanda zaman ve mekan ilişkilerini tüm çıplaklığıyla açığa vuruyor. Parla’nın Frank Kermode’nin The Sense of an Ending (Sonun Anlamı) kitabından devraldığı kronosu şöyle tanımlar: ” Kronosda söz konusu olan, başı, sonu ve ereği olan bir zaman ya da tarihtir. Baş, elbette yaratılış (evrenin, dünyanın, insanın yaratılışı), son ise kıyamettir. Aradaki her şey bu sona götüren sürecin gizil anlamıyla belirlenmiştir. Başka bir deyişle, yaşanılan zamanın anlamı başta ve sonda gizlidir. Bu mitik bir zamanın anlayışıdır ve insanlar bu mitik zaman kavramını saatin tiktaklarıyla dünyevileştirmişlerdir...”
 
Elbette modern edebiyatı mitik zamana karşı ”parçalanmış” zaman arayışlarının getirisi olarak da tarif edebiliriz. Yazının girişinde de bahsettiğim üzere, roman nasıl ki parçalanmış, öznel ve tikel bireyciliği esas alıyorsa zaman da bu girişimlerden payını alacaktır. Dolayısıyla romanda zaman kavramı başı ve sonu belli, çizgisel ve uyumlu bir yapının sistematiği değil, tam da sapmış olduğu yerden bölünmüşlük ve kriz anlarından nasibini alan bir süreç olarak kendini gösterir. Bu ”sapma” Kairos kavramında bütünleşmektedir. Yine Parla’nın sözlerine dönersek: ” Kairos kriz demektir. Roman kriz anlarında, kesintiler, rastlantılar, olası sonlar, olası gelişmeler, kazalara odaklanır. İnsani ve bireysel krizler çevresinde yoğunlaşan roman anlatısı zaman kavramını epik ve dini anlatıların büyük tarih anlayışından farklılaştırmakla, anlamlı sonlar üretmek zorunluluğundan kurtulmuştur. Dolayısıyla belirlenmiş ve parçalı, bireyci ve anti-totaliter anlatılardır romanlar...”
 
Cervantes’in Don Quijote’u parçalanmış metinlerin bir araya gelmesiyle oluşan eserdir. Anlatı sürekli olarak kayıp metinler vesilesiyle kesintiye uğrar. Tam hikayenin sonunu veya önemli diğer ayrıntılarını öğreneceğimiz sırada birdenbire hikayenin geri kalan kısmının kaybolduğu aktarılır. Böylece kayıp metinin peşine giden anlatıcı onu bulana kadar başka hikayeler devreye girer. Hikaye birçok kimsenin anlatıcı ve okuyucu rollerinin değişime uğramasıyla karmaşıklaşır. Bir bakarsınız anlatıcı okuyucunun, okuyucu da anlatıcının yerine geçmiştir. Sonra hikayeye farklı şekillerde dahil olan anlatıcı kalabalıklığı, aşklarını, acılarını, kaybolmuşlarını vs. okuyucuya anlatır. Hikayeye dışarıdan dahil olan bu yan hikayeler roman öncesi türlerin özelliklerini belli oranlarda karşılamaktadır. Kimi zaman epik kimi zaman lirik türler olayların beklenmedik yerlerinde devreye girer. Cervantes bu tutumuyla ilk olarak hikayesini parçalara ayrıştırarak tür otoriterleşmesini yıkıntıya uğratmıştır. Dolayısıyla hiçbir tür ve anlatı hikayede tek başına temsil edilemez. Bir anda kesilir, parçalara ayrışır ve yerini bir başka türün alanına bırakır. Kronos kavramında ki ”mitik zamanı tiktaklaştırarak dünyevileştirme” ye bir tür başkaldırı olarak okuyabiliriz Don Quijote’yi. Laurence Sterne’nin Tristam Shandy’sinde de benzer parçalanmışlıkları görmekteyiz. Parla’ya göre Tristam Shandy: ”hem kesintilerle anlıklaştırmaların hem de kesintilerle ortaya çıkan kriz anlarının romanıdır...”
 
Asıl varmak istediğim noktaya nihayet gelebildiğimi düşünüyorum. Şu soruyu sormalıyım: Romanda zaman kurgusunu başı sonu belli, kesintisiz yani, Kronosla temsil edilenin karşısına koyulabileceğimiz Kairosun, bir tür zamanın sıradanlığını yadsıyarak gerçek manada bizlere özgürlük yolunu açabilir mi? Bu soruya en kapsamlı cevabın, Joseph Condrad’ın Heart of Darkness (Karanlığın Yüreği) adlı modern klasiğinde yer alan ”benliğin çiftiliği/ikizliği” temasında aramalıyım. Jale Parla’ya göre çiftillil, ya da ikizlik: ”modernistlerin benimsediği bir motiftir çünkü modernist yazarların zaman kullanımlarında bu motif bilinçaltı zamanının, daha doğrusu zamansızlığın yansıtıcısıdır...” Condrad’ın kurgusunda Marlow karakterinin uygar yaşamının daha özelin de gündeliğinin peşini bırakıp Kurtz’un (bu kişiyi insanın en vahşi-acımasız doğasının betimlenmesi olarak da düşünebiliriz) istasyonuna doğru yolculuğa çıkışını izleriz. Bu sıradan bir yolculuk değildir. Modernizmin bastırmış olduğu insanın ”egemenlik arzuları”nın açığa çıkardığı ”dehşet” bir yolculuktur. Marlow, Kongo’nun derin ormanlarında gezinirken yine Parla’nın deyimiyle ”zaman, takvim ya da saat zamanı olmaktan çıkar ve düşsel zamana dönüşür”. Marlow uygarlığın ”tik-tak”larından ilkelliğin olanca gücüyle hortladığı bastırılmış benliğin zamansızlığına yani, düşsel zamana yolculuk etmişidir. Bir anlamda Marlow Kurtz’laşmıştır. Condrad bu eserinde kapitalist uygarlıkların insan benliğini parçalayıp, ikiye bölen, yapay bir gerçeklikle üstünü örten/bastıran zaman kavramına karşı çıkıyordu. İnsana egemen olacak güç tutkusundan yakınıyordu. ”Batı uygarlığı bu güç tutkusunun yerine başka hiçbir şey koyamamış, yalnızca bu tutkuyu değişik biçimlerde meşrulaştırmış bir uygarlıktır (...) O Kurtz’un gerçeğini keşfederken, ”üzerinden zamanın örtüsü sıyrılmış” bir gerçeğe yolculuk yapmıştır aslında...” Zaman yitik bir zamandır. Condrad ise yitik zamanın arayışçısı, deşicisidir adeta.

Etiketler:
nefret