21/07/2015 | Yazar: Selçuk Candansayar

Zamanımızın ‘dincisinin’ ağzından dini imanı düşürmese de hem kendisini hem de toplumu dinden uzaklaştırdığını, tanrıya olan inancı sildiğini söyleyebiliriz.

Zamanımızın ‘dincisinin’ ağzından dini imanı düşürmese de hem kendisini hem de toplumu dinden uzaklaştırdığını, tanrıya olan inancı sildiğini söyleyebiliriz. 

Zaman ve mekânın tümünü kaplayan, her şeyi gören ve günü geldiğinde hesap soracak olan bir tanrının varlığına ‘gerçekten’ inanan insan duygu, düşünce ve eylemlerini ondan saklayamayacağına da inanır.

Her ne yaparsa bilineceğine ve bedelinin ödetileceğine inanmak korku, utanç ve suçluluk duygularının kaynağı. İnsanın topluluk içinde yaşayabilmesi de ancak bu duyguların olabilmesiyle mümkün. Suçluluk duygusuna hangi eylemlerin yol açacağı, hangi suçun nasıl cezalandırılacağı yaşanılan topluluğun ortak kararı. Parmağıyla burnunu karıştırıp tatak çıkarmanın, hırsızlığın, rüşvetin ya da başka bir insanı ezip, sömürmenin mi suçluluk duygusuna neden olacağı toplumsal anlaşma ile belirlenir.
 
Toplumsal anlaşmanın tanrıyı ölçü alması, ona göre biçimlenmesi ve ona bağlanmasının tek başına yaptırım gücü başlangıçtan beri hep yetersiz kalmıştır. Yeryüzünün düzenini kuran iktidar kendisini önce tanrının yeryüzündeki vekili olarak tayin eder ve ardından tanrısallaşmış gücünü topluma dayatır. Tanrı kraldan kadiri mutlak padişaha gelen silsile böyle.
 
Sekülerlik ise sadece tanrının değil asıl olarak tanrı adına davrandığı iddiasındaki hükümdarın tahttan indirilmesi. Bu yolla iktidar bir kişiden alınıp, onu da bağlayan ve onun da uymasını zorunlu kılan yeryüzü hukukuna aktarılır. Bu aşamadan sonra iktidardaki her kim olursa olsun kendisini de bağlayan, kendisinin de uymak zorunda olduğu hukukun temsilcisi olur.
 
Tanrının yasakladığı bir eylem yapıldığında duyulan suçluluk duygusu, babanın/ hukukun yasakladığı bir eylem yapıldığında duyulanla benzer. Babanın yasakladığı bir eylem babanın yokluğunda, onun haberi olmadan yapıldığında da suçluluk duyuluyorsa, suçluluk duygusu içselleştirilmiş, kendi varlığının bir parçası haline getirilmiş, demek.
 
Bizi kimsenin görmediğinden emin olduğumuzda bile suçluluk duymadan burnumuzu karıştıramıyorsak, yolsuzluk yapamıyorsak, yalan söyleyemiyorsak tanrıya gerçekten inanıyoruzdur ya da ahlakı/ hukuku içselleştirmişizdir.
 
Dindarlık, muhafazakârlık her zaman iktidarın kendisine değil, tebaasına dayattığı hayat tarzları olmuştur. Tanrı, varoluşu nedeniyle kendi koyduğu kurala uymak zorunda değil, çünkü tanrının korkacağı ya da kendisine bedel ödetecek bir tanrısı olamaz. IV. Murat, kendisi içki içerken tebaasına içki yasağını gönül rahatlığıyla koymuştu. Ama o kendisini hakikaten tanrının vekili olarak görüyordu.
 
Öyleyse son otuz yıldır görünürde artan muhafazakârlık ve dindarlığa rağmen nasıl olup da rüşvet, hırsızlık, yolsuzluk ve arsızlığın iktidarın tepesinden toplumun geneline yayıldığı üzerine kafa yormak mümkün.
 
Önce iktidarı ele geçirmiş olanlara bakalım. Kendilerine tanrısal güç atfetseler de tanrı olmadıklarını bildikleri açık. Bu kadar çok tanrı olamaz da zaten. Ahlakı/ hukuku içselleştiremedikleri de ortada. Çünkü başkalarının görmediğini/ haberinin olmadığını varsaydıkları her durumda hiç bir ahlaki ve hukuki kurala uymuyorlar. Ama daha önemlisi galiba tanrının onları gözlediğine ve hesap soracağına da inanmıyorlar.
 
Bu durumda zamanımızın ‘dincisinin’ ağzından dini imanı düşürmese de hem kendisini hem de toplumu dinden uzaklaştırdığını, tanrıya olan inancı sildiğini söyleyebiliriz galiba. Kimse hesabı öbür dünyaya bırakmak istemeyeceğine göre toplumun asıl şimdi sekülerleşme kavşağında sancı çektiğini düşünebilir miyiz?
 

 


Etiketler:
nefret