07/01/2016 | Yazar: Nisa Cem

Söylem önemlidir, yeni bir dil gereklidir diye diye aradığımız, naralar attığımız yapıda anlaşıl(a)mamak en büyük zaferimiz oluveriyordu.

Her insan gibi ben de ergenlik dönemimden itibaren özellikle etrafımın ve kendimin nasıl olduğunu sorgulayadurdum. Bu, bir eşcinsel olduğumu öğrenmemden mütevellit daha da karmaşıklaşan bir soru(n) haline gelmişti. Tek bir yanıt yoktu sanki ve yanıt bu dediğimde ardı sıra farklı farklı durumların ortaya çıkışı söz konusuydu. Her cevabın parametresi ve konjonktürü birden fazla nedenlere dayalıydı ve giderek nedenler arasında kayboluyordum. Hangimiz kaybolmuyorduk ki?

Başka bir açıdan düşünmeye başladım. Heteroseksist düzen dahi denildiğinde anlamayan, ama anlaması gerektiğini önkoşul olarak beklediğimiz insan yığınları beliriveriyordu etrafta mesela. Önce arkadaşlar, sonra aile, vs. vs. “yuh bunu da mı bilmiyorsun!!!” şeklinde aslında şaşırmamamız gereken ama şaşkınlığı dahi etrafımıza “bilmiş”liğimizin görkemi olarak dayattığımız bir iktidar tatminiydi bu. Sanki altını oymaya çalıştığımız bir yapının bayrak teslimini gerçekleştirircesine resitalleştiriyorduk “biliyor olma” hallerimizi. Söylem önemlidir, yeni bir dil gereklidir diye diye aradığımız, naralar attığımız yapıda anlaşıl(a)mamak en büyük zaferimiz oluveriyordu sanki. Örnek vermek gerekirse, “ben queer’im” tanımlaması, bana büyük bir paradoks gibi geliyordu. Beni bir gülme tutuyordu her duyduğumda bu cümleyi. Neden mi? Queer genel anlamda değindiği her konuda bir merkezi yok etme amaçlı suikast girişimiyse, nasıl bir etiket olarak stabilize edilebiliyordu? Kimliksizlikleştirme desturundaki bir hareket nasıl bir kimlik olarak herkeste aynı tanımlamanın karşılığı olabiliyor ya da bir topluluğun üyesi olduğuna dair refere kelime haline gelebiliyordu? Bir de şu var, queer’im diyen kişilerle girdiğim mülahazalarda hep “heterolar bakın sizde bir gün lgbti birey olabilirsiniz, sonuçta cinsellik, cinsiyet, aşk akışkan” şeklinde cevaplar alıp, soruyu kendilerine yönelttiğimde “ben böyleyim, beni böyle kabullen” şeklinde bir özsavunma pozisyonuna geçiliyordu. Bana göre bu, hiç aşılmayan bir eşikti.

LGBTİ gettolaşması ya da mekanın kimliklendirilmesi üzerine de alışılan yorumlardan farklı bir değerlendirmede bulunduğum için solun hizipçisi gibi hissettirildiğim çok olmuştur mesela. Ama en vahimi, heteroseksist düzende heteroseksüeller tarafından “LGBTİ bir birey olma ve LGBTİ bir bireyin nasıl bir yaşam tarzı vardır?” sorularına karşılık ön kabul aldıkları ilişki yaşama ve cinsellik sirkülasyonunun hızı gibi çok klişe yaklaşımlara “uygun” düşmeyerek nasıl bir eşcinsel olduğum sorgulanıyordu mesela. Bir de bu soruya LGBTİ birey olan arkadaşlarımın bana hayret etmesi de karışıyordu! Sanki her iki tarafında normativite üretmeye ve tanımlamaya ihtiyacı vardı. Ve “queerim” naraları atılıyordu her yerde oysa. Konumlanmam gerekliydi bir yerde, konumlandığım yer kadın olma pratiği idi, fakat konumlandığın yerde bir de marş ve bayrak gibi meşruluğunu temsil eden ve hiç ödün vermeyeceğin amentülerin gerekliydi. Mesela, saçım kısa diye butch olduğumu kabullenmeli, fuckbuddy’lik pratiklerini makul bir çerçeveden illa ki savunuyor olmam gerekliydi. Ya da mağduriyet edebiyatına kaymalıydım en sıkıştırıldığımda çünkü karşımdaki kaale aldığım insan heteroseksüel biriyse, heteroseksizmin izleklerinden çıkıp geldiyse, ona kendi “ait” olduğum normativiteyi kötü de olsa savunmalıydım, “en azından sizin bize hayatımızın her anında dayattığınız seksist, homofobik pratiklerden daha özgür bir alternatif arayışında pratikler sahipleniyoruz” demeliydim. İlla ki sizlerle bizler şeklinde cepheleşmeliydim. Hadi bu belki de en tehlikesiz olanıydıysa ya? Ya birde LGBTİ bireyler arasındaki kamplaşma ve bölünme pratiklerinde yer aramalıydım kendime ve temsili sağlamalıydım ait olduğum küme içinde. Butchlar, femmeler, vs.ler. night standçiler, fuckbuddyler. Partiler, gettolar. Hepsinin içinde ya hepsini kabullenmeli, birleştirici gücümüzün ilericiliğinden dem vurmalıydım, ya da ayrımlar yaratıp gizli homofobik damgası yemeliydim, ya da ahlakçı olmalıydım.

Halbuki sadece kendi oluşumu bir başkasınınkiyle çarpıştırmaktan başka bir şey yapmadığım hayat pratiğinde, oluşumun tanıma kavuşturulması, kadın kavramının tanımı gibi “erkek olmayan” üzerinden yapılmalıydı. “şöyle olmayan”, “böyle olmayan”, “buna benzemeyen”, “genel kanının aksine...”, “stereotiplere nazaran” gibi eklentilerle bitişik sarf edilmeliydi ne olduğuma dair savlar. Falan.

Şimdi ben o kadar çok sıkıldım ki bu kontrol mekanizmalarından, ve o kadar ki sıkıldım hatalı üretim ya da kobay olarak bakılmasından,  eşcinselsem homonormativiteyi sahiplenmek zorunda mıyım? Ya da heteronormativiteye karşı onurumu yere düşürmemek için “ait” olduğum toplama karşı sorumluluk bilinciyle topyekûn topa tutma görevimi yerine mi getirmeliyim? Ya da öznel olarak bahsini ettiğim bir konuda hep “böyle düşünmen seni şirke düşürür”vari endişeli gözler ve söylemlere mi maruz kalmalıyım?

Ne diyordu The Fosters dizisinin 3. sezon 4. bölümünde Jude karakteriyle Cole karakteri arasında geçen bir sahnede:

Cole bir transgender birey olarak etiketlerin gücü olduğunu ve bundan güç alarak kendini var edebilmeyi başardığını ifade ederken, Jude, tüm etiketlere karşı olarak sadece Jude olarak bilinmek istiyordu, gey olduğunu inkar etmek değildi bu Jude’a göre, tam da gey olduğunu kendiliğiyle manalandırıyordu. Ve bu tartışma karşılıklı olarak anlamaya dayalı gelişiyordu, endişeli ve kaygı verici bir şey yoktu çünkü. Peki ya, bunun ne denli az görülebilir olduğunun farkına varabiliyor muyuz sahi, kendi yaşamlarımızda? Hem etiketler dahilinde içinde olduğumuz, hem de olmadığımız ve tehditmiş gibi algıladığımız heteroseksist camia karşılaşmalarında? Zaten etiketlerden arınma gayesindeyken şu an bir etiketi sahiplenmemin şart koşulduğu bir sava boyun eğilmesi mi benden beklenen ve beni meşrulaştıracak olan? Sahi zorunda mıyım, pratiklerimle ve tarzımla bir şeyin referansını yapmaya?


Etiketler:
İstihdam