29/04/2015 | Yazar: Kaos GL
Duygu Koç, Kaos GL Dergisi’nin Sendikal Mücadele konulu 140. sayısına yazdı.
“Türkiye işçi sınıfına selâm!” adlı şiirinde ‘Paranın padişahlığını, karanlığını yobazın ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!’ diyen Nazım Hikmet’in dizelerinin sanki sinemaya aktarılmış halidir Karanlıkta Uyananlar ve 100. yılını kutlayan sinemamız açısından bir mihenk taşıdır.
Duygu Koç, Kaos GL Dergisi’nin Sendikal Mücadele konulu 140. sayısına yazdı:
“İşçilerin veya işverenlerin iş, kazanç, toplumsal ve kültürel konular bakımından çıkarlarını korumak ve daha da geliştirmek için aralarında kurdukları birlik”[1] şeklinde bir açıklamayla TDK sözlüğünde kendine yer bulan “sendika” kelimesi dünyada işçi sınıfının doğuşuyla birlikte gündeme gelmeye başladı. Ancak sendikaların ortaya çıkışından önceki dönemlerde işçi örgütlenmelerinin varlığı bilinen tarihsel bir gerçekliktir. İşçi örgütlenmeleri bazı ülkelerde yardımlaşma sandıkları şeklindeyken, bazılarında işçi eğitim dernekleri olarak varlık gösteriyor, bazılarında ise ustalarına karşı hak ve çıkarlarını korumak isteyen kalfaların kendi aralarındaki gizli örgütlenmeleri şeklinde ortaya çıkıyordu. Yıldırım Koç’a göre bu örgütler sürekli bir değişim içindeydi ve temel duruşları işçilerin haklarını korumaktı, bir müddet sonra geçirilen değişimlerle bu oluşumlara bir noktadan itibaren sendika denilebilir ve bu da “dünyadaki ilk sendika” diye bir değerlendirmeyi geçersiz kılabilirdi.[2]Vasıflı işçilerin örgütlendiği belirli meslek gruplarına ait olan sendikalar 1800’lü yıllarda Avrupa’da pek çok ülkede en yaygın olan sendika türüydü, Ondokuzuncu yüzyılın başlarında genel sendikaların kurulmaya başlanması sendikal mücadele ve işçi tarihine yeni bir perde açtı. Osmanlı tarihinde ise bilinen ilk sendikal örgütlenme 1894-95 tarihinde İstanbul’da Tophane fabrikasındaki işçilerce gizli bir biçimde kurulan Amele-i Osmani yani Osmanlı Amele Cemiyeti’ydi ve cemiyetin gizliliği deşifre olunca yetkili makamlarca dağıtıldı. 1908 senesinde II.Meşrutiyet’in ilanı her alana olduğu gibi sendikalaşma alanına da yansıdı ve bu tarihten itibaren sendikalar kurulup yaygınlaşmaya başlasa da, çıkarılan yasalardaki kısıtlayıcı maddeler işçi örgütlenmelerine ve sendikalara kısıtlamalar getiriyordu. “1908 yılında çıkarılan bir geçici kanun (Tatil-i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanun-uMuvakkat) ve 1909 yılında çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu ile, kamuya yönelik hizmetlerde çalışan işçilerin sendikalaşması yasaklandı. Grev ise yasaklanmadı. Greve çıkabilmek, bir ön uzlaştırma sürecinden geçme koşuluna bağlandı.”3 Yıldırım Koç’a göre; yasalarla birlikte sendikalaşma yasağına uymayanlara verilecek olan para ve ya hapis cezası gibi yaptırımların varlığı sendikalaşmanın bu yıllarda sınırlı kalmasının nedeni olarak düşünülebilir.4
Yeni rejimin ilanından sonraki ilk dönemlerde de sendikal hareketlerde gözle görülür bir artış olmadı, bunun ilk sebebi olarak yıllarca süren savaşlardaki erkek iş gücü kaybı ve vasıflı işçi kitlesi olan gayrimüslümlerin ülkeyi terk etmeleri gösterilebilir, ikinci olarak da yeni rejime karşı çıkan Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılması için kabul edilen Takrir-i Sükun Kanunu’nun varlığıdır. Devlet her alanda olduğu gibi kendi desteğini işçi örgütlerine de doğrudan göstererek kendi güdümünde işçi örgütleri kurmak istese de bu oluşumlar başarılı ve uzun ömürlü olamadığından, çok partili hayata kadar sendikaların yerini yardımlaşma sandıkları, dernekler ve çeşitli klüpler almıştır. - Bu noktada 1938 senesinde çıkarılan bir kanunla sınıfa dayalı olarak örgüt kurmanın yasaklandığını belirtmek gerekir.- Ayrıca yeni rejim henüz ilk adımlarını atarken, işçi sınıfı da aynı aşamadaydı ve işçi kitleleri belirli bir bilinçten yoksundu. 1946 yılında çok partili hayata geçiş ile birlikte işçi sınıfının iktidarı belirlemede etkili bir güç olarak görülmeye başlanması partilerin bu sınıfa yönelik vaatlerini de beraberinde getirdi. Bu vaatlerin en temelleri sendika kurma ve grev hakkıydı. Cemiyetler Kanunu’nda yer alan “sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağı” 1946 tarihinde kaldırılsa da işçilerin sendikalaşmaya yönelik olan mesafeli bakışları büyük ölçüde aynı kaldı. 1947 yılında 5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri hakkında Kanun ile birlikte ilk sendikalar yasası kabul edilmiş oldu. Ancak bu yasanın amacı sendikal örgütlenmeyi devlet kontrolüne almaktı. -Hatta bu amaç doğrultusunda devlet 1947’de İşçi Bürosu’nu kurdu ve onun aracılığıyla sendikalar örgütlemeye başladı.- “Sendikaların siyasal faaliyetlerine büyük yasaklar getirilmişti. Sendikaların uluslararası kuruluşlara üyelikleri Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlanmıştı. Sendika yöneticilerinin yasadışı greve katılması durumunda sendikalar kapatılabiliyordu. Sendikaların üst örgütler kurabilmeleri konusunda da kısıtlamalar söz konusuydu.”5Bu tarihlerde çeşitli sendikalar örgütlenmeye başlandı ve 31 Temmuz 1952 tarihinde Türkiye işçi tarihinin dönüm noktalarından biri olan TÜRK-İŞ kuruldu. TÜRK-İŞ ülkedeki belirli bölgeleri ve iş kollarına kapsayan ilk büyük sendikaydı, hükümet baskıları karşısında büyük ölçüde bağımsızlığını korudu ve sendikalar tarihi açısından bir dönüm noktası teşkil etti.Daha sonra işçi hareketleri, sendikalaşma, grevler vb. dönem dönem artarak bazen de baskılara uğrayıp azalarak günümüze kadar devam etti ve işçi sınıfı var oldukça da devam edeceği şüphe götürmez bir gerçeklik.
İşçi sınıfı ortaya çıktığı andan itibaren tarihin bir parçası oldu ve diğer her şey gibi elbette beyazperdede de işçi sınıfı, işçi sorunları, hak arayışları, sendikalaşma gibi konularla kendine yer buldu. Çalışanlara; iş kazalarına, sömürüye, kötü çalışma koşullarına, düşük ücrete karşı yeni ve koruyucu haklar getiren 1961 Anayasası ile birlikte Grev Hakkı ilk kez tanınmış ve güvence altına alınmış oluyordu.
Bu sene 100. yılını kutlayan sinemamızda ise grev hakkı ve sendikalaşma konusunu işleyen ilk örnek yönetmenliğini Ertem Göreç’in üstlendiği yapımı TÜRK-İŞ’in desteğiyle 1964 yılında olan Karanlıkta Uyananlar filmidir. Toplumsal gerçeklik akımının sinemamızdaki ilk örneklerinden sayılabilecek olan filmin ana rollerinde Ayla Algan, Beklan Algan, Fikret Hakan, Kenan Pars ve Tülin Elgin vardır.2. Altın Portakal Film Festivali’nde üç ödüle layık görülen filmin senaryosunu ünlü yazar Vedat Türkali kaleme almış ve film gösterime girmesiyle beraber birçok sıkıntıyla karşılaşmıştır. İlk olarak sinema salonu sahipleri filmi bilerek geç gösterime sokarlar, daha sonra ise Adana’da gösterildiği bir salona İmam Hatip öğrencilerinden oluşan kalabalık sayılabilecek bir grup saldırır. Filmin tepki almasının sebebi dönemin en büyük korkularından biri olan komünizm sebebiyledir, kimi kişilere göre film alenen komünizm propagandası yapmaktadır. Hatta filmin Antalya’da festival kapsamında gösterilecek olmasına karşı olanlar kızıl yüzbaşı geliyor söylemiyle halkı filme karşı kışkırtacak bildiriler bile yayınlayıp filme gidecekleri tehdit ederler, iki ayın sonunda film İçişleri Bakanlığı kararıyla olaylara sebebiyet verdiği gerekçesiyle yasaklanır.Filmin adı gece ile gün arasında, havanın henüz aydınlanmadığı saatlerde yataklarından çıkarak çalışmaya giden işçilerin durumunu anlatır, “karanlıkta uyanmak” işçinin kaderidir. Belki de yazar bir devriminin ancak karanlıktaki işçilerin uyanması ile olabileceğini ima etmiştir, bilinmez.
Filmin konusu bir boya fabrikasındaki işçilerin sendikalaşma mücadelesi ve grev haklarını kullanmak istemeleri ekseninde geçer. Yetimoğlu boya fabrikası yerli sermaye ile çalışan ve büyümek isteyen bir kuruluştur. Sahibi Şeref Bey içinden geldiği işçi sınıfını unutmuş, işçilerine karşı hoşgörüsüz davranmaya başlamıştır. Patron olmak ile işçi olmak arasındaki fark filmde sık sık vurgulanır ve bu vurgu kapitalizmin çarkına girince işlerin değişmesi, sermayenin kulu olmak şeklinde ima edilir. İşçiler sendikanın da desteğini alarak yasal hakları olan greve gitmek isterlerken aralarından üç arkadaşları kovulur. Bu durum kitlesel bir hareketi önlemek için verilen bir gözdağıdır ve işçiler arasında başarılı olarak ayrılıklara sebep olur. Çoğu işçi sendikaya katılmak istemez, buna gerekçe olarak kovulan üç işçiyi öne sürerek işsiz kalma korkularından bahsederler. “Hakkı yenen varsa, gelsin bana söylesin. Vız gelir bana sendikanız. Fesatlık çıkaranlara, havadan para almak isteyenlere yer yok benim fabrikamda. Beğenmeyen defolup gider.” diyen Şeref Bey’in bakış açısı şüphesiz ki binlerce iş yeri sahibinin, sermaye gücünün ortak görüşünü yansıtır.
Şeref Bey’in ani ölümü ile işçilerle iç içe büyüyen ancak uçarı ve işlerden hiç anlamayan oğlu Turgut yönetime geçince işçiler durumlarının düzeleceğini umut ederek grevi ertelerler. Turgut işleri babasının manevi oğlu yerine koyduğu Fahri ve onun çevresindeki eski yönetim kadrosunun kontrolünde yürütür, bu yönetim kadrosu Turgut’un tüm işçi yanlısı tutumlarını engeller. Eski yönetim zamanında işçilerin arasına yerleştirilen muhbirler işçi hareketini sürekli bölmeye çalışarak, onların arasındaki düşünceleri, konuşmaları düzenli olarak idari kadroya bildirirler. Turgut yanındakilerin kuklası oldukça işçi dostları ile arası açılır ve yönetimdeki kişilerce yavaş yavaş dolandırılarak, borçlandırılır. Bu aşamada bir yanlış anlaşılma sonrası fabrikada çalışan çocukluk arkadaşı Ekrem ile arası açılır, ancak bu kırgınlık Ekrem için bir aydınlanma ve işçi hareketine dahil olma, bilinçlenme sürecine sebep olur. Ekrem aynı fabrikada çalışan manevi babası niteliğindeki Nuri Usta liderliğindeki işçi hareketinde dahil olur. Hatta Nuri Usta’nın liderliğine ortak olur dersek yanılmış olmayız, ikisi beraber sendikalaşmanın önemini mesai arkadaşlarına anlatırlar ancak işçilerin işlerini kaybetme korkusu onları sendikaya karşı tutmaktadır. Ancak inanmış ve haklarının bilincinde olarak işçi örgütlenmesine dahil olan Ekrem şu sözlerle işçilere sendikalaşmanın ve grevin önemini anlatır;
“Sendika sensin, sen, ben, o, hepimiz... Şu (elindeki boya kutusunu gösterir) meydana gelir miydi emeğimiz olmadan?.. İşte, bunu yaratan emeğimizin hakkını biz almazsak kim verir bize? “Ulan neyiniz var kaybedecek?.. Kanun bir hak vermiş size, köpek gibi korkup titreşeceğinize, hele bir sımsıkı tutunun birbirinize, bakın o zaman kimse sizin ekmeğinizle, insanlığınızla oynayabilir mi?... “Kanun bize diyor ki, işveren size emeğinizin hakkını vermiyorsa çalışmayın, çalıştırmayın fabrikayı da. Ta, hakkınızı alıncaya kadar. İşte grev bu. İyi düşünün.”
Bu sözler bir araya gelerek kitleselleşildiğinde tüm zorlukların aşılabileceğini ve anayasal olarak güvence altına alınmış olan bir hakkın gerektiğinde kullanılması gerekliliğini işçilere öğretici niteliktedir. Fahri’nin yeğeni ve Turgut’un sevgilisi rolündeki Nevin bir burjuva ve entelektüel sınıf eleştirisi olarak karşımıza çıkarken, Ekrem’in sevgilisi rolündeki Fadime ise işçi sınıfındaki kadınları temsil etmektedir. Nevin’in işçilere tepeden bakan duruşuna karşılık Fadime işçiliğin ne demek olduğunu bilen, gerektiğinde onlara destek için yanlarında olan bir kadın figürüdür. Turgut’un işleri düzeltmeye çalıştıkça etrafındakilerin kararları ile her geçen gün batağa saplanması sonucunda işçiler maaşlarını alamaz hale gelirler ve grev kararı tekrardan gündeme gelir. Ancak işçilerin arasındaki muhbirler sendikalaşmaya balta vurmak için yönetimle yandaş bir sendikaya geçmelerini öğütleyerek işçi hareketini bölmeye çalışırlar, bu sırada müdürleri tarafından dolandırılan Turgut fabrikayı kaybeder hatta fabrika yabancı sermayenin eline geçer. İşçiler bir bayram havası şeklinde grev kararı alırlar bu karar öyle bir karardır ki tüm mahallede büyük bir sevinç yaratır, mahallelinin kadın, erkek, çocuk ayırt etmeden kolektif bir dayanışma ve yardımlaşma ruhuyla fabrikaya desteğe gitmelerine sebep olur. Bu sırada fabrika işçilerine başka sendikalardan, fabrikalardan işçi sınıfına mensup binlerce kişi desteğe gelir, boya fabrikası grevi sınıfsal bir direniş, dayanışma haline gelmiştir. İyi niyetine rağmen etrafındaki sermaye ve para hırsı sahibi adamların oyununa gelen Turgut fabrikayı yeni sahipleri tamamen devralana kadar olan sürede çalıştırmaları için işçilere bırakır ancak bu sırada gelen yabancı sermaye kökenli yeni patronlar bu kararı dinlemezler ve ailelerle işçiler hep bir ağızdan “Karşılarında biz varız” diye bağırır fabrikanın yeni sahiplerine. Karşılarında oldukları, hakları için direndikleri sermayedir; ezen, sömüren sınıfın temsilcileridir, yabancı sermayenin sömürüsü, kapitalizmin çarkında kaybolup giden paradan başka düşüncesi olmayan ruhunu kaybetmiş kimselerdir. Film direniş ve dayanışma atmosferi içerisinde son bulur.
İşçi sınıfı bu film ile birilikte ilk kez yan rolden başrole transfer olmuş, ana tema olarak kendine yer bulmuştur. Sendika ve grev konularını işlemesi bakımından sinemamızda bir ilki gerçekleştirip kendisinden sonraki filmlere örnek olan film, günümüz için bile oldukça cesur sayılabilecek niteliktedir. “Türkiye işçi sınıfına selâm!” adlı şiirinde ’Paranın padişahlığını, karanlığını yobazın ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!’ diyen Nazım Hikmet’in dizelerinin sanki sinemaya aktarılmış halidir Karanlıkta Uyananlar ve 100. Yılını kutlayan sinemamız açısından bir mihenk taşıdır.
[1] TDK, “Güncel Türkçe Sözlük” [www.tdk.gov.tr]
[2] ,3,4,5, Yıldırım,Koç,”Sendikacılık Tarihi”, Türk-İş Eğitim Yay. No.1, Ankara,1998.
Etiketler: kültür sanat