06/05/2021 | Yazar: Hakan İlker

Serdar Soydan ile 1872 – 1928 yılları arası, yani Tanzimat döneminden harf devrimine kadar olan zaman diliminde yazılmış olan öyküleri derlediği kitabı ‘Ah Bu Sevda!’ üzerine söyleştik.

Ah Bu Sevda’ya dair Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Serdar Soydan ile 1872 – 1928 yılları arası, yani Tanzimat döneminden harf devrimine kadar olan zaman diliminde yazılmış olan öyküleri derlediği kitabı ‘Ah Bu Sevda!’ üzerine söyleştik.

‘Öteki cinsellik öyküleri’ olarak adlandırabileceğimiz bu kitap, Soydan’nın 20 yıllık emeğine tekabül ediyor. Sevdiği yazarların peşinden giderken kaybolduğu arşivlerden çekip çıkardığı ‘öteki’lerin hikayesini bizimle buluşturuyor.

Lubunyaların geçmişte izini sürmeye çalıştığımızda maalesef fazla bir veri ile karşılaşamıyoruz. Edebiyat için de aynı durum geçerli. Karşılaştığımız metinler ise norm’ların diliyle egemenin bakış açısıyla yazılmış metinler olarak çıkıyor karşımıza. ‘Ah Bu Sevda!’ derlemesinin önsözünde de Soydan, ‘öteki’lerin bir nesne olarak karşımıza çıktığını hatırlatıyor okuyucuya. Yaptığımız söyleşide de ‘Herkes kendi muhakemesiyle bu metinleri değerlendirecek’ diyerek bir hatırlatma yapıyor.

Öyküler ve romanlardan alınan kısımlar ile birlikte kitabın içeriğinde toplam 24 metin var. Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden olan Recaizade Mahmut Ekrem, Mehmet Rauf, Peyami Safa, Nabizade Nazım, Ahmet Mithat Efendi, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi yazarlar olduğu gibi anonim olarak kaleme alınmış metinler de bulunmakta. Bununla birlikte Soydan’ın ilk defa Latin harflerine çevirdiği ve okuyucu ile buluşturduğu öyküler de karşımıza çıkıyor.

Arşiv ve kütüphane merakının sonucunda birçok lubunyanın edebiyatta izine rastlayan Soydan, ‘öteki’lerin varlığına bir ışık tutarken ufuk açıcı bir çalışmaya imza attığını düşünüyorum. Soydan’ın da söyleşide belirttiği üzere bu metinler aslında ‘…farklı anlam dizgeleri oluşturmak, farklı yargılara varmakta bize kılavuzluk edebilir.’ Bu açından da ‘öteki’nin varlığına dair edebî okumalara ‘Ah Bu Sevda!’ önayak olabilir ve yol gösterici bir niteliğe sahip olabilir.

Soydan ile yaptığım bu söyleşide kendisini tanımaya, kitabın hazırlık sürecine ve kitaba dair sorularım olduğu gibi bir okuyucu refleksi olarak öykülerin peşinden giderek onları anlamaya yönelik de sorularım oldu. Aynı zamanda derlemenin içindeki bazı metinler, beni öylesine etkiledi ki; öykünün, romanın izinden gidip keşfetmeye, yazarını daha iyi tanımaya yönelik bir arzu oluştu. Diliyorum ki, bu söyleşi de okuyucu için kitabı ve içindeki metinleri keşfetmeye yönelik bir istek oluşturur. İyi okumalar.

Merhaba Serdar, Kaos GL’nin 2019 yılında düzenlenen Bellek Konferansı’nda gazete ve dergilerde dönemin yazarlarının gölgede kalmış eserlerini toparlamaya başladığınızı, oralarda lubunyalarla karşılaştığınızı ve arşivle duygusal bir bağ kurduğunuzu ifade ediyorsunuz. “İğneyle kuyu kazmak gibi bir şey” şeklinde tanımladığınız arşiv çalışmaları, yaşamınızda nasıl bir yere sahip?

Sevdiğim, merak ettiğim bazı yazarların gazete ve dergi ciltleri arasında kalmış eserlerini bulmak ümidiyle girdiğim arşivlerde, pek çok lubunyayla karşılaştım. Yıllar önce yaşamış, genellikle polisiye olaylarla gündeme gelen insanlardı bunlar. Gitgide popüler bazı figürler de çıkmaya başladı karşıma. Evet, tam anlamıyla ‘iğneyle kuyu kazmak’ bunun adı. Zira nerede, ne var, hangi lubunya karşıma hangi ciltte çıkar, bilmiyorum. İnatla, ısrarla ve tutkuyla aramaya devam ediyorum yıllardır. Duygusal bir bağ bu. Kütüphaneler huzur bulduğum, pek çok şeyden kaçıp -en çok da kendimden sanırım- soluk aldığım yerler haline geldi.

Haziran ayında, derlediğiniz öykülerle hazırlanan “Ah Bu Sevda!” kitabı raflarda yerini aldı. Arşiv alanındaki çalışmalarınızın da katkısı olduğuna inandığım bu kitap için nasıl bir hazırlık süreci geçti? “Ah Bu Sevda” nın hikâyesi nedir ve sizi bu derlemeye iten ne oldu?

Beni böyle bir derleme yapmaya iten elimdeki malzeme oldu. Dediğim gibi, arşivde yol alırken ne bulacağımı, neyle neyi bir araya getirip anlamlı bir bütün elde edeceğimi bilmiyorum. Yıllar içinde bazı şeyler birikiyor dosyalarda. Birbirileri ile tanışıyor, kaynaşıyorlar. Sonra acaba diyorsun, bunları bir kitap haline getirsem? Aklına yatarsa hemen işe girişiyorsun. Ah Bu Sevda! yirmi yıllık bir süreçte okuduğum kitaplardan, taradığım dergi ve gazetelerden çıkan öykülerden, roman parçalarından oluşuyor. 

''Ah Bu Sevda!'' kitabı ile LGBTİ+ edebiyatı özelinde edebî okumalar yaparken geçmişe ışık tutan ve 'öteki'leri daha da görünür kılan bir derlemeye imza attınız. Fakat sizin de önsözde belirttiğiniz gibi bu öykülerin birçoğu ''ötekileştirici'' bir dille egemenin ağzından yazılmış. Ötekileştirici edebiyatla, edebi metinlerle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz, o metinleri aktarırken nasıl bir yöntem tercih ediyorsunuz?

Olduğu gibi bırakıyorum metinleri. Okuyanları önsözde uyararak tabii. Metinlerdeki homofobi ve transfobiyi ortadan kaldırmak yahut bu tutumun altını çizmek gibi bir derdim yok. Bu metinler 1872-1928 yılları arasında kaleme alınmış ve söz konusu döneme dair elimizde ciltler dolusu veri yok. Ötekinin tarihi genellikle yazılmadığından, yazılsa bile itinayla silindiğinden, elimizde kalan sınırlı bilgiyi gazete ve dergilerdeki haberlerden ya da edebi metinlerden ‘damıtmak’ zorunda kalıyoruz. Bunları olduğu gibi bugüne aktarmak, elden geldiğince metinlere dokunmamak önemli. İlgi çekici, konu bütünlüğü olan ham materyalle okuyucuyu bir araya getirmek en doğrusu sanırım. Herkes kendi muhakemesiyle bu metinleri değerlendirecek, görmek istediğini görecek, almak istediğini alacaktır. Metnin yaratım süreci devam ediyor zira. Okuyucu da onu kafasında çevirmeyi, kendince anlamlandırmayı sürdürüyor.  

Bir yandan kitabınızda yer verdiğiniz bu metinler 'öteki'yi anlamak açısından bir önem teşkil ediyor diyebiliriz. Bir araya getirdiğiniz metinlerde “öteki cinsellik öyküleri” olmaları haricinde bir ortak nokta var mı? Öyküleri seçerken ve derlerken nasıl bir yöntem kullandınız?

İkinci soruya cevap verirken söylediğim gibi aslında tematik bir bütünlüğü olan bu metinler bir yerden sonra “Hadi artık bu ilişkinin bir adını koyalım!” diye diretmeye başladılar. Ben de bu derleme, toplama işini tutkuyla, adeta aşkla yaptığım için adına Ah Bu Sevda! dedim. Bunun dışında bir yöntemi yok. Ha, tabii belli sınırlar çizmek gerekiyordu. Çünkü elimdeki edebi metinler bu kitaptakilerden ibaret değil. Sanırım sekiz on katı kadarı da dosyalarda yahut aklımda duruyor. O yüzden belli bir zaman dilimini seçmek gerekti. 1872-1928 çok tartışmalı bir aralık tabii. Ama modern bir kırılmanın milatlandırıldığı Tanzimat Dönemi ile harf devrimi arası, okurken bu döneme yoğunlaştığım, yeterince biriktirdiğim için anlamlı geldi. 

Nabizade Nazım’ın ''Yadigârlarım'' öyküsünde baş kahraman ''Bu aşkla adım kötüye çıkacak'' derken aslında aşkının 'yasak' olduğunun bilincinde. Ancak, okurken de oldukça etkilendiğim bu öykü, kitaptaki diğer öykülerden farklı olarak cesur ve yoğun bir aşk hikayesinden bahsediyor. Öykünün sonunda ise baş kahraman vicdan hakkında bir yargıya vardıktan sonra okuyucuya seslenerek ''O okuyucudan şunu rica ederim ki, yazdıklarımı yargılarken vereceği kararı sırf kendi vicdanı olarak kabul etsin. Kendi vicdanında bulduğu hükmü benim vicdanımda da boş yere aramasın'' demektedir. Aynı dönemlerde kaleme alınmasını rağmen bu metni diğerlerinden ayıran bir nokta var mıdır sizce?

Kesinlikle doğru bir saptama. Bu metin diğerlerinden farklı. Kendisini ve hislerini sorgulayan bir başkarakter var. Dış dünyanın homofobisinin, bu aşkla adının kötüye çıkabileceğinin farkında. Sürekli kendisini sorguluyor. “Bir kördüğüm ki içi, çözdükçe dolaşıyor.” Bu metin, psikolojik derinlikle sıyrılıyor aradan. Bu öykü özyaşamsal olabilir, belki farkı budur. Zira öykünün içinde, başkahraman çocukluğunu anlatırken, aslında Nabizade Nazım özyaşamsal ayrıntılar verip duruyor. Belki kendi başından geçen bir öyküdür bu. Açılmamış olmakla beraber Nabizade Nazım ilk gey yazarlarımızdan biridir. Bu yüzden de öykünün başında “Bu arkadaşlarımdan birinin anlattığı bir öykü,” diye vurgulama gereği hissetmiştir. Neden olmasın?

ah-bu-sevda-ya-dair-1Ahmet Rasim'in “Hamamcı Ülfet” öyküsünde züppe filozofun ismi birkaç defa geçiyor. Örneğin züppe filozofun eşcinsel duyguları ''çirkin bir alışkanlık, eğilim'' olarak nitelendirmesinden bahsediyor. Bahsi geçen bu züppe filozof aslında normları hatırlatan ve normali aktaran toplumun bir tasviri diyebilir miyiz? Siz züppe filozof hakkında ne düşünüyorsunuz?

Evet, eşcinselliği ötekileştiren, ‘çirkin bir alışkanlık’ olarak gören toplumsal normları sembolize ediyor. Bu sembolün bir filozof olması ilginç. Anlatıcı tarafından sürekli ‘züppe’ olarak nitelendirilmesi daha da ilginç. Anlatıcı da filozofun görüşlerini ötekileştiriyor, aşağılıyormuş gibi görünüyor. Ancak eşcinselliği normalleştirmiyor, sıradanlaştırmıyor. Edebi sanatlarda ‘tecahül-i arif’ dediğimiz şeyi yapıyor, bildiğini bilmezden, gördüğünü görmezden, anladığını anlamazdan geliyor. Annesini başka bir kadınla öpüşürken gören Ülfet hayret ederken, annesi bunun bir şaka olduğunu söylüyor. Anlatıcı da züppe filozoftan farklı olarak, sözüm ona bunun bir şaka olduğuna inanıyor. Bu da alaycı bir tavır. 

Kitapta yer alan öykülerdeki kadın eşcinsel karakterler genel olarak zevk içerisinde, eğlenceli bir hayat sürerken ve buna düşkün olarak tasvir edilirken erkek eşcinsel karakterlerin daha çok içsel çatışmanın içerisinde veya aşka düşkün bir durumda tasvir edildiğini gözlemledim. Bu noktada o dönemin yaşama alışkanlıklarına dair bir çıkarım yapmak mümkün mü?

Kadın eşcinselliğinin, ekserisinin heteroseksüel olduğunu varsaydığımız erkek yazarlar tarafından bir tür fantezi olarak görülmesiyle alakalı sanırım bu durum. Kitapta yer alan öykülerin çoğunda eşcinsel kadın karakterlerin bulunmasının sebebi de bu. Erkek eşcinselliği daha ‘tehlikeli’ bir alan. Orada kalem oynatırken biraz daha temkinliler. O satırlarda haz yok. Sorgulamalar, buhranlar var daha çok.

“Ah Bu Sevda!” kitabı içerisinde sizi en çok etkileyen metin, öykü hangisi oldu?

Çıkmaz Sokak oyununu çok beğeniyorum. Kısa bir bölümünü aldım seçkiye ama dilerim herkes arasın bulsun, baştan sona okusun. Hatta belki Kaos GL onu tefrika etmek ister. Elimde tam metni var. 2006 yılında, Osmanlıca öğrenir öğrenmez çevirmiştim. İyi kurulmuş bir oyun. Suat Derviş’in “Beni mi?” başlıklı novellasında ilginç bir anlatım tekniği var. Bir diyalogun sadece bir tarafını veriyor okuyucuya. Yani benim trans bir erkek olarak tanımladığım, yorumladığım genç adamın sesi hiç duyulmuyor. Bir gün tüm bu hikâyeyi onun açısından anlatmak istiyorum. Havva’nın Üvey Kızları da Bilal Acarözmen’le Osmanlıcadan çevirdiğimiz günden beri beni büyülüyor ve bir an önce raflardaki yerini almasını bekliyorum. En demiştiniz ama ben ilk üçümü saydım.

Nabizade Nazım'ın kaleme aldığı “Yadigârlarım’’ öyküsü sadeleştirilirken ana karakterin âşık olduğu erkeklerden birisi kadın olarak sadeleştiriliyor. Siz de sadeleştirme üzerine emek veren birisiniz. Karakterin böylesine değiştirilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Buradaki heteroseksizm. Bir erkeğin bir erkeğe âşık olabileceğini aklına bile getiremiyor yayına hazırlayan. O yüzden herhalde bir basım hatasıdır diyerek düzeltiyor. Düzcinselleştiriyor. Yoksa siz, düzcinselleştiremediklerimizden misiniz?

Kitabınızın önsözünde belirttiğiniz üzere öykülerdeki kahramanlar özne olarak değil bir nesne olarak karşımıza çıkıyor. Bir karşılaştırma olarak, günümüz Türk Edebiyatı'nda LGBTİ+’ların temsili hakkında ne düşünüyorsunuz? Günümüzde 'öteki'ler bir özne olarak karşımıza çıkabiliyor mu?

1928’den günümüze köprünün altından çok sular aktı tabii. Kimler geldi, kimler geçti, geçiyor, düşünsenize. Pek çok yazar LGBTİ+ karakterlere metinlerinde yer verdi. Hatta bu yazarlardan bazıları LGBTİ+ olarak açıldı. O kadar farklı temsil, o kadar yoruma açık metin var ki bu soru kolayca cevaplanamaz. Dahası önsözde de belirttiğim gibi büyük laflar etmeyi, parlak saptamalar yapmayı doğru bulmuyorum. Zira tüm bu metinler farklı anlam dizgeleri oluşturmak, farklı yargılara varmakta bize kılavuzluk edebilir.

Bu derleme 'öteki'nin izini sürme konusunda ufuk açıcı bir çalışma. Türk Edebiyatı'ndaki diğer dönemlere dair benzer bir çalışma, derleme yapmayı düşünüyor musunuz?

Umarım kitap iyi satar. Yayıncının yüzü güler. Sonra ben yeni dosyalar oluşturur, farklı zaman dilimlerinde kaleme alınmış, farklı akrabalık ilişkileri içerisinde bulunan metinleri derlerim. Az önce de söyledim, elimde bu seçkinin sekiz on katı kadar metin var. Ve arşivlerde kalanlar, biliyorum, er geç hepsi, ben aşkla aradıkça, sırlarını bana açacak, karşımda arzı endam edecekler. Tabii ki isterim, hem de çok isterim onları okuyucuyla buluşturmayı. Ama sanki önce okuyucular, hey biz buradayız demeli. 

Kaos GL dergisine ulaşın

Bu röportaj ilk olarak Kaos GL dergisinin Biseksüel+ dosya konulu 175. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler ise dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam