29/08/2006 | Yazar: Kaos GL

‘Ahlakı, toplumun verili yapısını sürdürmek için yasaları içselleştirecek bir işlevle sınırlamak en başta insanı temel bir boyutundan uzaklaştırmaktır. Çünkü böylece insana konumlanmış bir benlik yükleyip otoritenin nüfuzuna terk etmek olur. Modern toplumu, bütün ideolojik bakışlardan sıyrılarak ele aldığımızda çıplak biçimde onun egemen ve hiyerarşik bir örüntüden müteşekkil olduğunu görürüz.’ A. Galip’in kaleminden.

‘Ahlakı, toplumun verili yapısını sürdürmek için yasaları içselleştirecek bir işlevle sınırlamak en başta insanı temel bir boyutundan uzaklaştırmaktır. Çünkü böylece insana konumlanmış bir benlik yükleyip otoritenin nüfuzuna terk etmek olur. Modern toplumu, bütün ideolojik bakışlardan sıyrılarak ele aldığımızda çıplak biçimde onun egemen ve hiyerarşik bir örüntüden müteşekkil olduğunu görürüz.’ A. Galip’in kaleminden.

KAOS GL

A. Galip

I

Önceki yazımızda Türk toplumunun çeşitli meziyetlerine deyinmiş bu arada ahlaklarını nasıl övdüklerini de birkaç örnekle ele almaya çalışmıştık. Her toplum elbette kendisiyle barışık olmalı. Ancak, bu barışıklık hali kuru bir övünmeden öte geçemiyorsa kanının, ırkının üstünlüğüne sığınılıp ahlakının yüksek seciyeli olduğu iddiası en yüksek perdeden ilan ediliyorsa itinalı bir yaklaşımı, zorunlu kılan bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu saptamak durumundayız. Söz konusu yazımız böylesi bir manzaraya dikkatinizi çekiyordu. Türk toplumunun ahlakının diğer toplumların ahlakları karşısındaki üstünlük iddiasının temellerini sorgulamış ve açıkçası bu iddiayı destekleyecek argümanlara ulaşamamıştık. Yazının sonunda da genel olarak ahlakın ne olduğu ve hangi düzenleyici ilkeleri barındırdığı sorularına ulaşmış ve yanıtımızı ertelemiştik. Bu yazımızda hem ertelediğimiz yanıtları sunmaya hem de ahlakın hukukla olan ilişkisini sorgulayıp özellikle ahlakın pratikteki geçerlilik alanını göstermeye çalışacağız.

II

Hiçbir toplumda hiçbir insan "ahlaksız" damgasıyla yaşamak istemez. Çünkü bu damgayı yiyen biri, ahlaksız olma sıfatını yüklenen biri, her topluma özgü çeşitli yaptırımlara maruz kalır, cezalandırılır, toplumdan dışlanır, yalnız kalır, güven duyulmaz, yiyecek içecek verilmez, taşlanır vb. Bu sıfatla anılmak kişide öyle bir leke bırakır ki kolay kolay silinmez. Her fırsatta hatırlanır ve hatırlatılır. Yani cezasını çekip önceki haline dönmek gibi bir seçenek fazla mümkün değildir. Ahlaksız diye anılma telafisi neredeyse olanaksız olan bir düşkünlük halidir. O halde şu açıkça söylenebilir ki gündelik hayatta girdiğimiz toplumsal ilişkiler içerisinde ahlaklı olmak bir zorunluluktur. Ama bunu açıkça söylemek ahlakın dışerkli olduğunu, toplumsal bütünden kopmayı göze alamamayı da gizlice kabul etmek değil mi? Kaldı ki toplumsal ilişkileri düzenleyen kanun ve nizamlar zaten uymamız gereken ve uymadığımızda göze alacağımız yaptırımları ayrıntısıyla belirlemiş durumda. Toplumda bir biçimde geçerli kılınmış hukuk kuralları ihlal edildiğinde suçluluk sıfatıyla yüz yüzeyiz ve ahlaksızlıktan hiç de farklı bir konum değildir. Toplumsal bütün içerisinde sorunsuz bir ilişkinin sürekliliği ahlaki ve hukuki edimlerde bulunmaktan geçer. Ancak, ayrı ayrı adlandırıldıkları için yine de ahlak ve hukuk birbirlerinin alanlarını dışlamıyorlardı. Her ne kadar hukuka aykırı her eylemin aynı zamanda ahlaka da aykırı olduğunu veya ahlaka aykırı her eylemin hukuka da aykırı olduğunu söyleyemesek de günümüzde çoğu toplumlarda hukuk, ahlak alanının aleyhine kendi alanını genişletiyor. Neredeyse her eylemin ahlaktan önce hukuka aykırı olup olmadığı ele alınıyor. Ahlak daha çok kişinin bir iç hukuku olarak görülmek isteniyor.

Geriye doğru gidildiğinde hukukun kurumsallaşan ahlak olduğunu söyleyebiliriz. Modern toplumlarda, toplumsal hayat her alanda hukuki terimlerle kodlanmış ve düzenlenmiştir. Giderek daralan ahlaki bir alan ve genişleyen hukuki bir alan içerisinde eylemekteyiz. Devlet gücüyle desteklenen hukuk karşısında sağduyu gibi gelenek ve görenek gibi görünmeyen bir otoritenin giderek azalan oranda yeniden ürettiği ahlak bulunmaktadır. Yine de her şeye rağmen ahlaksızlık suçluluktan daha az "utanç" verici ve daha çok katlanılır değildir. Ahlaksızlık yapan biri her durumda karşısında devleti bulmasa da sözbirliği etmişçesine kişilerin onaylamayan yaklaşımları ona gerekli cezayı veriyor.

Buraya kadar söylediklerimizden hukukun ahlaktan doğduğu ve giderek bütünüyle onun yerini alacağı gibi bir sonuç çıkıyor. Böyle görünmesine rağmen aslında durum tam bu değil. Hukuk da tıpkı ahlak gibi benzer bir toplumsal işlev gördüğünden ondan türemiş gibi bir izlenim veriyor. Her ikisi de gerek kişi-kişi ilişkisinde gerekse kişi-toplum ilişkisinde düzenleyici kurallar içerirler. Toplumsal bütünün bir uyum içerisinde sürekliliğini sağlamayı gözetirler. Her ikisi de sınırları aşıldığında belirli yaptırımlara baş vururlar. Benzerlikleri bu noktaya kadardır. Ayrımları ise ahlakın toplumlara göre değişiklik gösteren belirli değer yargıları sisteminden oluşması, hukukun ise daha evrensel normlara dayanmak iddiasını taşımasıdır. Ancak belirli ülkelerin gerek dinsel gerekse gelenek ve görenekleriyle birlikte bütün değer yargılarını hukuklarının temeline koyduklarını da söyleyebiliriz. Yine de bu, hukukun evrensellik eğilimini göz ardı etmemize bir neden değildir. Hukukun bu eğilimi nedeniyle çağdaş toplumların büyük çoğunluğu ahlak anlayışlarıyla değil hukuk sistemleriyle değerlendirilmek isterler. Yasalarını evrensel normlara uygun olarak oluştururlar. Ahlak ise evrenselliği değil yerelliği içerir. Bu bakımdan hukuk karşısında hep daha alt düzeyde değerlendirilir. Gerçi bir çok ahlak felsefecisi evrensel bir ahlak dizgesi geliştirmeyi denemişler ve hâlâ da bu çaba içerisinde olanlar vardır. Ancak, hukukta olduğu gibi belirli uzlaşımlara ulaşıldığı söylenemez. Çünkü gerek ulusal alan gerekse uluslararası alan devletin politika aracılığıyla hukuk dilinin sınırlamalarına tabidir.

Modern toplumda kişinin sevgilisi veya eşi ve çocuklarıyla olan ilişkilerinden tutun da komşusu, sahibi, yöneticisi, muhtar ve benzerlerinden başlayıp çeşitli kurum ve kuruluşlardan geçerek bir tüzel kişilik olan devlete kadar bir dizi kurumda tüm ilişkilerinde gözetmesi gereken sorumlulukları hukuki olarak da belirlenmiş durumdadır. Hukuk kişiler için birlikte yaşamanın, mekanlar için birlikte kullanmanın kurallarını koyar. Bu nedenle ahlaka aykırı olmak konusunda değil hukuku çiğnememek gibi bir titizlik içerisindedir insanlar. Neredeyse artık ahlak da yeni bir içerikle tanımlanır olmuştur. Yasal olmayan edimlerden uzak durmak modern toplumlarda yaşayan her bireyin temel erdemlerinden sayılmaktadır. Ahlaklı birey görev ve sorumluluklarının bilinciyle hareket eden, toplumun emniyetini riske atmayacak biçimde, yani, yasalara uygun davranan kişidir. Ahlak devlet eliyle yasa haline getirilmiş olarak karşımızda durmaktadır. Başka bir deyişle modern toplumda otantik bir ahlak anlayışına yer yoktur. Ahlaklı bir vatandaş olabilmen için devletine karşı sorumluluklarını yerine getirmen gerekir.

1750 ile 1900 arasındaki dönem boyunca (ve günümüzde - a.g.e.) uzmanların ve eleştirmenlerin çoğu, düşük ücretler, yoksulluk ve suç arasındaki tüm ilişkileri yadsımaya çalıştılar. Suçun başka nedenleri ahlaki zayıflık, lüks, aylaklık, kötü edebiyat, ana-baba ihmali ve eğitimsizlik olarak sunuldu... Hapse attırılanlar mahvolmanın kaygan eğiminde olduğu ve bu nedenle ıslah edilme ihtiyacı duyduğu düşünülenlerdi -serkeşler, aylaklar, serseriler, hatta basitçe "ayaktakımından kişiler" olarak tanımlananlar. (Clive Emsley'den aktaran Bauman 1998 : 150)

Günümüzde modern toplumlarda ahlak (tıpkı estetikte olduğu gibi) bireylere yasalara saygılı olmayı emrediyor. Toplumun verili yapısını yasalarla korumak mümkün olmadığı noktada ahlaka aynı işlev yükleniyor. Hukuk bir yandan ahlakın yerine geçmeye çalışırken bir yandan da onu yedeğinde tutmaya çalışıyor. Çünkü böylece hukukun emrediciliği, hükümranlığı ahlak aracılığıyla kişilerin içsel buyruğu haline dönüştürülüyor. Yasalara uymak vatandaşlara bir iç huzur sağlıyor. Hani deyim yerindeyse suçlu olmak bir şey değil de ahlaksız diye tanınmak koyuyor insana!...

Bu noktada bir parantez açıp ülkemizden bir örnek vermek yerinde olacak. Özal dönemini hatırlayacaksınız. Hani bütün siyasi eğilimleri aynı potada toplamak gibi imkansız bir iddia ile ortaya çıkan (popülizm bu ya bütün imkansızlıkların taşıyıcısı olabiliyor), bizatihi kendisi antidemokratik bir dönemin ürünü olmasına rağmen demokrasi havarisi kesilen, Menderes döneminden bu yana bütün yolsuzlukların, adam kayırmanın, rüşvetin, her türlü siyasi kirliliğin taşıyıcısı olmak gibi bir misyon yüklenen merhum Özal bir yandan muhafazakar, ahlakçı bir icraat sergilerken bir yandan da "Benim memurum işini bilir", "Kanunları bir kez ihlal etmekten bir şey çıkmaz" gibi veciz sözlerle cumhurbaşkanlığına kadar yükselebilmişti. Devletin en yetkili ağzından böylesi ahlaki sözler döküldükten sonra vatandaşlar devamını getirdiler. Artık ahlakilik ahlaklı olmak anlamına gelmiyor, ahlaklı görünmekten ibaret sayılıyordu. Yasalar açıkça ihlal edilemediği yerlerde onun açıklarından, boşluklarından yararlanmak bir zeka ve erdem göstergesi olmuştu. (1)

Galiba yasalara uyma ahlakiliği yöneticileri bağlamıyor!

III

Ahlakı, toplumun verili yapısını sürdürmek için yasaları içselleştirecek bir işlevle sınırlamak en başta insanı temel bir boyutundan uzaklaştırmaktır. Çünkü böylece insana konumlanmış bir benlik yükleyip otoritenin nüfuzuna terk etmek olur. Modern toplumu, bütün ideolojik bakışlardan sıyrılarak ele aldığımızda çıplak biçimde onun egemen ve hiyerarşik bir örüntüden müteşekkil olduğunu görürüz. Temsili demokrasi aracılığıyla yukarıdan aşağıya dayatıcı bir buyrukla yönetildiğini ve sınıflar ayrımını gizleyen ve egemenlerin haklarını doğallık kategorisiyle sunan, biçimsel eşitlik ve özgürlükler vaadiyle donanmış yasalarla tesis edildiğini söylemek zorundayız. Toplumun bütün bu gizlenen yanını sorgulamaksızın kabul etmek ahlakilik diye adlandırılarak ahlakı, insanın özgürlüğe açılan bir boyutu olmaktan çıkarıp onu boyun eğen, köleci bir doğaya hapsetmektir.

O halde nedir insanın ahlaki boyutu? Bu soruyu insan nedir sorusuna bağlı olarak yanıtlamaya çalışalım.

İngiliz filozofu John Locke, bizim burada insan nedir diye sorduğumuz soruyu kişi bağlamında ele alıp şöyle yanıtlıyor:

Kişinin neyi temsil ettiğini düşünmemiz gerekir, ki bence o, mantığı ve düşüncesi olan ve kendisini farklı zamanlarda ve mekanlarda yine aynı o düşünen şey olarak görebilen, düşünen, zeki bir varlıktır. Bunu ancak, düşünmenin ayrılmaz bir parçası olan ve bence onun özünü oluşturan bilinciyle yapabilir ve herhangi birinin onu algılaması, onun algıladığını algılamaksızın olanaksızdır. (J. Locke'dan aktaran Harris 1998 : 37)

Locke'un bu belirlemesinden hareket edecek olursak, özbilinci olan kişidir insan. Yine bu tanıma göre bilinç mantık yürütme kapasitesine sahiptir. Mantık yürütmeyle kişi "kendisini farklı zamanlarda ve mekanlarda yine aynı o düşünen" varlık olarak görebilir. Mantık ve özbilincin birlikteliği kişiye değerlendirme kapasitesi de yükler. Değerlendirme ise insanın temel özelliğidir. F. Nietzsche'ye göre insanı insan yapan özdür değerlendirme:

İnsan kendini korumak için değer biçti nesnelere, nesnelerin anlamını o yarattı, insanca anlamı! Bundan ötürü "insan" der kendine, yani: değerlendiren. (Nietzsche 1988 : 61)

Değerlendirmek bilinçli bir biçimde de aldığımız şeyin kendisinden hareket ederek onu kendi alanı içerisinde ve benzerleri arasında yerini görmek ve göstermektir. İnsana has bir özellik olan değerlendirme kapasitesi, bilgiye dayalı olarak ve bilinçli bir biçimde ahlak alanında ortaya çıkar. Çünkü ahlak bir değer alanıdır ve değer, değerlendirme etkinliğinin sonucunda ortaya çıkar, ulaşılır.

Bu yazımızın başında ahlakı belirli değer yargıları sistemi diye tanımlamış ve toplumlara göre farklı değer yargıları olduğunu belirtmiştik. Sık sık kullandığımız ahlakilik terimini ise İ. Kuçuradi'ye uyarak epistemolojik değerlendirme etkinliği sonucunda "Doğru-Yanlış" gibi yoklanabilir bir temele sahip olan değeri koruma bilinci ve duygusu olarak tanımlıyoruz. (Kuçuradi 1998 : 23 -62). O halde ahlakilik, yani, kişinin değerini korumayı ve kişiyi özgürleştirmeyi hedefleyen o bilinçli tutum her türden ahlak yargılarını ve yasaları yeniden ele almayı ve değerlendirmeyi yapabilme gücünü taşımaktadır. Ahlakilik verili bir ahlak adına sinmeyi değil hukuka insanın değerini güvence altına almayı emretmektedir. Ahlakilik, değer tüketen ahlak sistemleri karşısında ahlaksız olmayı seçmek demektir.(2) Çünkü ahlakilik ötekinin acısı karşısında kayıtsız kalmanın en büyük ahlaksızlık olduğunun bilincidir.

Kaynakça;

BAUMAN, Z.
1998 Postmodern Etik, Çev: Alev Türker, İstanbul, Ayrıntı Yay.

HARRIS, J.
1998 Hayatın Değeri, Çev : Süha Sertabiboğlu, İstanbul, Ayrıntı Yay.

KUÇURADİ, İ.
1998 İnsan ve Değerleri, Ankara, Türkiye Felsefe Kurumu Yay.

NIETZSCHE, F.
1998 Böyle Buyurdu Zerdüşt, Çev : Turan Oflazoğlu, İstanbul, M.E.B. Yay.

Dipnotlar:

1950 ile 1960 yılları arasında iktidarda olan Demokrat Parti'nin akıbetini bilirsiniz. 27 Mayıs askeri darbesiyle kapatılıyor, liderlerinden A. Menderes ve bakanlardan Zorlu ve Polatkan idam ediliyor. Yapılan politik cinayet başka yanlışları da gizleme aracına dönüştürülüyor. Kimse çıkıp da merhumların önce çeşitli bölgelerden eşleri, dostları ve kendi adlarına geniş miktarlarda arazi satın aldıklarını meclisten buralara fabrika kurma kararı çıkarıp sonra da aynı araziyi yüksek fiyatlarla satma "kurnazlığı" gösterdiklerini söylemiyor. Ya da başka "sorumlulukları" sözkonusu edilmiyor. Bütün merkez sağdaki partiler yıllarca DP misyonuna sahip çıkma konusunda birbirleriyle atışıp duruyorlar. Eş dost aile ilişkisi bakımından Demirel, Özal, Çiller ve Yılmaz aynı misyonun ve aynı ahlakın en seçkin temsilcilerindendir. Bir sıralama yapılsa birinci sırayı hangisi alır dersiniz?
Bırakın, başka türlü sevdiği erkekle bir araya gelme koşulu olmadığı için onunla kaçmayı; tarlada, çeşmede sırf göz göze geldi ve bir çift laf etti diye satırla doğranan kızları namus uğruna feda eden bir ahlakın temsilcilerini dinlediğimizde "Vicdanımın sesini dinledim, namusumu temizledim" türünden zerrece pişmanlık içermeyen sözlere şahit oluyoruz. Hangi değer korunuyor dersiniz? Bunları postmodern durumlardan sayıp artık kayıtsızlıkla aynı anlama gelmeye başlayan hoşgörüye mi sığınalım?

Kaynak: Kaos GL, Aralık-Ocak 1999-2000, Yeni Dönem, Sayı 1


Etiketler: insan hakları
İstihdam