29/08/2006 | Yazar: Kaos GL

‘O halde bütün ahlak dizgelerini mi reddedeceğiz? Ya da daha doğrusu ahlakı mı reddetmeliyiz? Evet, diye yanıtlamamız mümkün değil. Çünkü değişen ahlak anlayışlarına rağmen değişmeyen ahlakilik denilen bir şey var. Bir etik alanla, değerler dünyasıyla da yüz yüzeyiz.’ A. Galip’in kaleminden.

‘O halde bütün ahlak dizgelerini mi reddedeceğiz? Ya da daha doğrusu ahlakı mı reddetmeliyiz? Evet, diye yanıtlamamız mümkün değil. Çünkü değişen ahlak anlayışlarına rağmen değişmeyen ahlakilik denilen bir şey var. Bir etik alanla, değerler dünyasıyla da yüz yüzeyiz.’ A. Galip’in kaleminden.

Kaos GL

A. Galip

Kolaylıkla hatırlayacaksınız. İlkokuldan üniversiteye kadar Hayat Bilgisi, Sosyal Bilgiler, Milli Coğrafya, Milli Güvenlik ve Tarih derslerinde öğretmenlerin ezberden sarf edegeldikleri, öğrencilerin de ülkemizin önemi bahsinde refleksif bir yanıt olarak derhal sıralayıverdikleri jeopolitik konumumuzun ehemmiyeti malumunuzdur. Bu nedenle dünyada dostu olmayan bir milletiz! Efendim, iki kıtayı bağlayan bir bölgeyi işgal ediyoruz. Öte yandan Rusya Akdeniz'e açılmak takıntısı nedeniyle ta eskiden beri boğazlara göz dikmiş durumda. Ezeli düşmanımız Yunanlara değinmek bile gereksiz; anayurdumuz olan bütün bir Ege kıyılarımızda sorun çıkarıp durmaktalar. Suriye anlaşılmaz bir düşmanlık içerisinde, Fırat ve Dicle gibi nehirlerimizi nasıl kullanacağımıza karışıp duruyor. Acemler fırsat buldukça laik düzenimize karşı yıkıcı faaliyetler tertip etmekteler.

Cumhuriyet tarihi boyunca, Türkiye'nin jeopolitik konumu ve bu konumun önemi dolayısıyla bütün komşu ülkelerin düşman olarak görülmesi, esas olarak yukarıdaki biçimde ‘temellendirilip’ eğitim ve öğretim müfredatında resmi ifadesine kavuşturulmuştur. Bununla da yetinilmeyip dış politikayı yönlendiren bir söylem olagelmiştir. Özellikle NATO ülkeleri karşısında Türk diplomatlar bu jeopolitik konumu bir pazarlık unsuru olarak kullanmaya kalkışıp durmuşlardır. Bu durumun trajikomik hikayesini Haluk Gerger ‘Türk Dış Politikasının Ekonomi Politiği’ adlı eserinde uzun uzun anlatıyor. Kendi kendimizi inandırdığımız bu masal elbette ki söz konusu ülkeler nezdinde hiç itibar görmüyor. Türkiye gittikçe dışa bağımlı ve risk altına sokulmuş bir ülke haline geliyor. Türk diplomatlar NATO ülkeleriyle jeopolitik konumlarını bir avantaj sayıp pazarlık unsuru olarak öne sürüyorlar ve masadan zararla kalkıyorlar. Hiçbir NATO üyesinin ülkesine sokmayı düşünmediği nükleer başlıkları yerleştirmeyi Türkiye tam da jeopolitik konumu nedeniyle kabul edip uçbeyi olma görevini yükleniyor. Muhtemel bir savaşa kendini hedef kılıyor.

Aslında daha içler acısı olan durum böylesi bir dış politikayı besleyecek olan içeride oluşturulan toplumsal patalojik boyuttur. ‘Dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülkenin’ iç politikası da tam bir paranoya ruh haliyle yürütülmektedir. Çünkü resmi anlayışa muhalif olan her türlü girişimde dış düşmanların parmaklarının olduğu iddia edilip bütün yurttaşlar kaygı verici bir aşamaya ulaşacak olan paranoya cephesinin "doğal" üyeleri haline getirilmiştir. Azınlıkların, Alevilerin, Kürtlerin kıyımı bu paranoya cephesinin faliyetlerinin örnekleridir. Hem de devletin ihmal edilemeyecek katkılarıyla tekrar tekrar yaşanılan örneklerdir. Ulusal birlik politikaları bütünüyle iç ve dış varsayımına dayalı olarak oluşturulduğunda verilenle yetinmeyip hak hukuk diyen her kesim düşmanların doğal müttefiki sayılmıştır.

‘Türkün Türkten başka dostu yok’ şiarı vatansever olmanın biricik temel kabulü olarak algılanmaktadır. Gerisi ise kendiliğinden geliyor. Bu ülkede yaşayabilmenin meşru koşulları aşağı yukarı şöyle sıralanıyor: Bir kere bütün komşuları, hatta Türk olmayan ve bunu kabul etmeyen herkesi düşman bileceksin. Bu da yeterli değil. Düşmanların boş durmayıp ülke içerisinde işbirlikçiler edindiğini, kimi masum kesimlerin kafasını yıkayıp bölücülüğe teşvik ettiğini unutmayacaksın. İçeride sürekli kontrol altında tutulacak, üzerlerindeki baskıyı sürekli hissettireceğin solcular, Aleviler ve Kürtlere karşı hep uyanık olacaksın... Cumhuriyet tarihi boyunca ödünsüz bir biçimde sürdürülen politikayı ve yetiştirilen vatandaş tiplemesini böyle özetleyebiliriz.

Üç kıtada at koşturan bir imparatorluğun mirasına konan genç Cumhuriyet daha kuruluş yıllarında ciddi bir sorunla karşılaşmıştı. Türklerin geçmişine ilişkin tarih kör ve sağır davranıyordu. Yazılı tarih M.Ö. 3-5 bin yıllık bir geçmişe uzanıyorken Türklerin ilk yazılı belgeleri M.S. 750 yılına dayanıyordu. İrili ufaklı 16-17 devlet kurup-batıran türklerin sondan bir önceki devleti olan Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşu hakkında da doğru dürüst bilgi bulunmuyordu. En yaygın efsane imparatorluğa adını veren şahın babasının bir avuç adamı ve kıl çadırlarıyla gelip Söğüt civarına yerleşmiş ve böylece yaklaşık 700 yıl sürecek olan koca bir imparatorluk kurulmuştu. Üstelik bu zaman zarfı içerisinde de sarayın ne selamlığında ne de haremliğinde Türklere itibar edilmişti. Türkiye Cumhuriyeti'nin önünde Türklerin tarihini yeniden kurgulayarak yazmak elzem bir vazife olarak duruyordu. 1932 ve 1937 yıllarında yapılan Türk Tarih Kongrelerinde şanlı tarihimizi yazacak olan vatansever Türk evlatlarına derhal bu görev verilir. Kısa bir süre sonra şaşırtıcı bulgularla, örneğin, bütün dünya dillerine kaynaklık etmiş olduğu "bilimsel" olarak ispat edilen bir dile sahip olduğumuz ve Sümerlilerden Kuzey Amerika yerlilerine varana dek bir dizi ırka atalık etmiş bir ırkın torunları olduğumuz gibi sonuçlara ulaşılır. Hatta o güne kadar başka ırklardan olduğu sanılan birçok bilim adamının aslında Türk olduğu bile açığa çıkarılır. Bu ve sayamayacağımız başka özelliklerimiz elbette ki sıradan bir ırk olmadığımızın yadsınamaz kanıtlarıdır. Türk olmak her ölümlüye kısmet olmayacak bir fazilettir. Meziyetlerimizin en mütevazı ifadesi ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ vecizesinde gizlidir.

Madem ki tek bir bireyi bütün bir dünyaya bedel olmak gibi bir özelliği taşıyorsa o halde Türkler, mantıksal olarak, bütün değerlerin de yaratıcısıdırlar. Gerçi tarihe bakıldığında bu iddiayı destekleyecek pek fazla ampirik örnek bulunmasa da izahı mümkün bir çelişkidir. Bunca devlet kurduğumuza göre esareti kabul etmeyen ve savaşkan bir millet olduğumuz açıktır. Devletlerimizin yıkılması meselesi ise dönem dönem hiç uyumayan düşmanlarımız tarafından gafil avlanmamızdandır. Bir de şu itiraf edilmeli ki seciyeli ahlâkımıza yeterince sarılmadığımız süreçlerden geçiyoruz. Yüksek ahlâkımızı yaşatmak bahsinde ihmale düştüğümüzde, bize bizden başka dost olmadığını unuttuğumuzda mutlaka bir felaketle yüzyüze geliyoruz. Son yaşadığımız deprem felaketi de içine düştüğümüz ‘ahlaki çöküntü’nün bir sonucudur.

KAOS GL’nin 26 Ağustos 1999 tarihli Radikal gazetesinden aktardığı habere göre Çorum'da görev yapan Dr. Melek Denli Karaca ‘O bölgede fazla dönme varmış, ahlak ayaklar altına alınmış’ yönlü bir tespitte bulunarak depremin sebebini ortaya koyuyor. Haberden anlaşıldığına göre bu tespit tek başına Dr. Denli'ye ait değil. Arkadaşları ona söylemiş, kendisi de katılıyor. Yani Dr. Denli yalnız değil. Yine haberden öğrendiğimiz kadarıyla Dr. Denli MHP'li, dolayısıyla arkadaşları da iktidar ortağı olan MHP'lilerdir. Bu durumda şu mantıksal çıkarımı yapabiliriz: Dr. Denli'ye göre, dönmeler ve ahlaki çöküntü yüzünden Türk halkı depremle cezalandırılmış oldu.

Bu vahim sonuç değiştirilemeyeceğine göre ancak yinelenmesinin önüne geçilebilir. Sanırız Dr. Denli bu çıkışıyla görev ve sorumluluk almaya aday olduğunu söylemeye çalışıyor. Arkadaşları ile birlikte çöküntüye uğramış ahlakı yüceltmeye ve dönmeleri yeniden ama bu kez aslına döndermeye kalkışmaları beklenir.

Dr. Denli'nin bu sözlerini onun densizliğine verip üzerinde durmayabilirdik. Ancak, ona bu sözleri söyleten durum dolayısıyla önemli bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Belli bir taraftar topladığında (ki bazı büyük şehirlerde toplamış durumda) toplumsal bir histeriye, bir orjiye dönüşecek olan (ki dönem dönem resmi ve gayri resmi görevliler bir linç girişimine de dönüştürüyorlar bu akıl yürütmeyi besleyen tarihsel, politik ve kültürel bağlantılar bizce kaygı verici bir aşamaya ulaşıldığını gösteriyor. Bunca meziyet atfedilen bir ırk vurgusu bütün bilgisel bağlantıları gözardı ederek mevcut toplumsal yapı ve ‘değerler’ adına ulusal üstünlük duygusu yaratıp yaşanılan doğal olayların nedenlerini bile çarpıtması varılan noktanın vehametini gösteriyor. Bugüne kadar tahayyül edilen ‘Türk ırkı’ soyutlaması adına girişilen mücadele esas olarak hedef çarpıtmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor. Zararları en aza indirilebilecek bu son deprem olayında ‘doğal afet’ yalanına sarılan devlet ve hükümet sözcülerinden, mevcut ekonomik ve politik yapıdan beslenenlerden hesap sormak yerine Dr. Denli ve arkadaşları dönmelere ve ‘ahlak düşkünlerine’ saldırıyorlar. Durum bu hale gelmişse demokrasi, tartışma, uzlaşma arayışı, ötekine tahammül gibi kavram adına nutuklar atmanın hiçbir yararı olmayacaktır. Zira ırkçılıktan beslenen ideolojik bir söylem karşısında tartışma zemini aramak boşunadır. Tartışma, bilgisel temeli olan iddialar arasında yürütülür ve düşüncelerden birinin doğruluğunda ikna olmayı öngörür. Oysa yukarıda kabaca sunmaya çalıştığımız gibi Türk ırkının üstünlüğüne dayalı bütün iddiaların hiçbir bilgisel temeli bulunmuyor. Bütünüyle duygulara sesleniyor ve inançlardan besleniyor.

Bu aşamada bizim üzerinde duracağımız konu çöküntüye uğradığı öne sürülen ahlâk kavramıdır. Şu sorulara yanıt arayacağız. Ahlâk nedir? Türk ahlâkı diye ayrı bir ahlâk sistemi varsa eğer, üstünlükleri hangi özelliklerinden kaynaklanıyor? Ayrıca "dönmelerin" çoğalmasıyla çöküntüye uğrayan ahlâk arasında ne gibi bir bağlantı vardır?

Ahlak sözcüğünün kullanıldığı bağlamları hatırlamaya çalıştığımızda birbirlerinden farklı davranış ve tutumların ifade edildiğini görürüz. Ahlak dışı davranışlar, ahlâka aykırı yayınlar gibi değişik uyarılar işitmemize rağmen aslında ahlakın, toplumların onayladıkları, kabul ettikleri davranışları ifade ettiği açıktır. O toplumun onaylamadığı davranışları sergileyenler ‘ahlaksızlık’ yapmış olurlar. Örneğin hırsızlık yapmak, yalan söylemek gibi eylemlerden başlayıp büyüklerin yanında ayak ayak üstüne atıp oturmak ve daha başka türlü bir dizi davranışlar bütün ahlaka aykırı görülür. Bu örnekler bize şu ayrımı sunar: Hırsızlık ve yalan söylemek hemen hemen bütün toplumlarda ahlak dışı ilan edilmiş olmalarına rağmen büyüklerin yanında belli biçimlerde oturmak gerekliliğine ilişkin her toplumun kendine has kuralları olabileceği gibi olmayabilir de. Ahlak ilk bakışta iki tür kurallar bütününden oluşur. Birincisi genel geçerliliği olan erdem ve davranışlardır, ikincisi toplumdan topluma değişen erdem ve davranışlardır. Sırayla ele alalım.

1. Bu gruba girenler, az çok toplumlararası geçerliliği olan kurallar dizgisidir ki erdem diye adlandırılırlar. Bunlar genellikle kesin buyruklar biçiminde ifade edilir: Çalmayacaksın, yalan söylemeyeceksin vb. Dürüstlük, cesaret gibi erdemlere sahip olmanın zorunlu kıldığı davranışları işaret ederler. Fakat bütün bu davranışlar ve denk düştükleri erdemler pek de sorunsuz kavramlar değillerdir. Çünkü öyle olası durumlar gündeme gelebilir ki erdemli bir davranışın ne olacağını ya da doğru olanın ne olacağı kestirilemeyebilir. Bu yüzden kimi davranışlara belirli kayıtlar düşülür. ‘Şöyle durumlarda yalan söylenebilir’ gibi istisna durumları sıralanır. Bütün toplumlar için ortak geçerliliği söz konusu edilebilecek kural koyucu bir ahlak dizgesinin olamayacağına ilişkin ciddi bir karşı çıkıştır bu. Başka bir yazıda kural koyucu ahlakın anılan sorunlarına daha yakından eğilebiliriz. Şimdilik bizi ilgilendiren sorun her toplumda farklı farklı kurallar bütününden oluşan ahlakların içerimleri ve geçerlilik iddialarıdır. Bunlar ikinci grubu oluştur.

2. Genel geçer olma iddiasını içeren erdem ve davranışları da içermekle birlikte her toplum ayrıca kendi içerisinde onaylanan ve yasaklanan davranışlardan oluşan ve başka toplumlar için hiçbir anlamı olmayan bir ahlak dizgesine sahiptir. Yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz, büyüklerin yanında sigara içmemek, yaşlıların elini öpmek ve benzer biçimde çoğaltabileceğimiz davranışlardan, her topluma göre biçimlenmiş olup çoğunun da ortaya çıkış nedenleri unutulduğu halde hâlâ devam ettirilen ahlak kurallarından oluşur. Bu nedenle Yunan ahlakı, Türk ahlakı hatta Hristiyan, Müslüman ahlakı gibi ahlaklar çokluğu ile karşı karşıyayız. Tam da bu ahlaklar dizgesi çokluğu nedeniyle birinin diğerlerinden üstün olduğunu savunmaya kalkışmak sonuç alıcı olmayan bir tartışmaya girişmekten başka bir anlam ifade etmeyecektir. Fakat ahlak adına konuşulmaya başlandığında yapılan tam da budur. Mensup olduğu toplumun ahlakının biricikliğinden, üstünlüğünden dem vurulup içine doğduğu ve ezberlediği kuralların bugün için ne gibi bir anlamı olduğu ya da neye hizmet ediyor olduğu tartışma konusu edilmez. Bir kör dövüşüdür sürüp gider.

Genelgeçer normlara dayanan evrensel bir ahlakın olamayacağına ilişkin temel karşı çıkışı yukarı da andık. Her toplumun kendi ahlakını diğerlerine dayatamayacağından da bahsettik. O halde bütün ahlak dizgelerini mi reddedeceğiz? Ya da daha doğrusu ahlakı mı reddetmeliyiz? Evet, diye yanıtlamamız mümkün değil. Çünkü değişen ahlak anlayışlarına rağmen değişmeyen ahlakilik denilen bir şey var. Bir etik alanla, değerler dünyasıyla da yüz yüzeyiz.

Etik değerlerin ahlaki tutum ve davranışların neliğini bir sonraki yazımızda tartışacağımız sözünü vererek bu yazımızın başlığına dönüp doktor hanım ve arkadaşları gibi düşünenlere Terry Eagleton'dan yapacağımız bir alıntıyla yanıt verelim. "Ahlakı silahlanma sorunundan ziyade zina sorunu çerçevesinde, açlık sorunundan ziyade cinsel sapkınlık çerçevesinde ele alan muhafazakarlar cinsellik konusunda saplantılı olduklarını sık sık kanıtlamışlardır elbette."

Bu bağlamda,

3) Muhafazakarların dehşetli bir ayna imgesine dönüşüp dönüşmediklerini merak ediyor insan.

*Kaynak:

1. Yazımızın başlığı KAOS GL'nin Eylül 99, 61 sayısında 26 Ağustos 1999 tarihli Radikal gazetesinden kesilen Bilhan Er'in "Deprem dönmeler yüzünden olmuş" başlıklı haber kupürünün altına yazılan isabetli yorumdan aynen alınmıştır.

2. Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları çev: M. Küçük, 1999 İstanbul, Ayrıntı Yayınları s:88


Kaynak: Kaos GL, Ekim 1999, sayı 62


Etiketler: insan hakları
İstihdam