30/11/2006 | Yazar: Kaos GL

‘AIDS -edinilmiş bağışıklık yoksunluğu sendromu- kelimenin tam anlamıyla bir hastalık değil, sonuçları bir dizi hastalık olan tıbbi bir durumdur. Şimdi AIDS hayat ve umut karşısındaki bütün engellerin genel bir adı gibi görünüyor.’ Susan Sontag’ın kaleminden.

‘AIDS -edinilmiş bağışıklık yoksunluğu sendromu- kelimenin tam anlamıyla bir hastalık değil, sonuçları bir dizi hastalık olan tıbbi bir durumdur. Şimdi AIDS hayat ve umut karşısındaki bütün engellerin genel bir adı gibi görünüyor.’ Susan Sontag’ın kaleminden.

KAOS GL

Susan Sontag - Yazar

AIDS -edinilmiş bağışıklık yoksunluğu sendromu- kelimenin tam anlamıyla bir hastalık değil, sonuçları bir dizi hastalık olan tıbbi bir durumdur. Şimdi AIDS hayat ve umut karşısındaki bütün engellerin genel bir adı gibi görünüyor.

Kanseri kötülükle eşanlamlı kılan sayısız mecaz canbazlığından ötürü, kanserli olmak utanılması, dolayısıyla da gizlenmesi gereken bir şey olarak yaşandı; ayrıca bir gadre uğramışlıktı - insanın kendi bedeninin kendisine ettiği bir ihanet. Niye ben? diye haykırır kanserli hasta buruk bir sesle. AIDS sözkonusu olduğunda ise utanca bir de suçlanma eşlik eder; bu skandalın kaynağı da belirsiz değildir. Çok az insan "Niye ben?" diye merak eder. Afrika'nın Büyük Sahra'nın altında kalan bölgelerinde yaşayanlar dışında AIDS kapanların çoğu hastalığı nasıl kaptığını biliyor ya da bildiğini zannediyordur. Kurbanlarını rastgele seçen bir illet değil sözkonusu olan. AIDS olmak, hiç değilse şimdiye kadarki vakaların çoğunda bir "risk grubunun", bir paryalar cemaatinin üyesi olarak ifşa edilmektedir. Hastalık o zamana kadar komşulardan, iş arkadaşlarından, aileden, ahbaplardan gizlenebilecek bir kimliği açığa çıkartır. Aynı zamanda bu kimliği doğrular; Amerika'da başlangıçta salgından en çok etkilenen risk grubu olan erkek eşcinseller arasında AIDS hastayı yalıtan, onu taciz edilmeye, düşmanlıklara maruz bırakan bir deneyim olmanın yanısıra, bir cemaat duygusu da yarattı.

Kanser olmak da kimi zaman "tehlikeli" davranışlarda bulunan birinin kendi kusuru olarak anlaşılır - yemek borusu kanserine tutulan alkolik, sigara tiryakisinin akciğer kanseri; tehlikeli hayatlar yaşamanın cezaları. (Bunlarla kimya fabrikasında çalıştığı için böbrek kanseri olanlar gibi tehlikeli işler arasında çalışanlar arasında bir karşıtlık kurulur.) Birincil organ ve sistemlerle insanlardan vazgeçmeleri istenen özgül bazı pratikler arasında giderek daha çok sayıda bağ kuruluyor; bugüne kadar nadiren suçlanan kalp hastalığı bile insanın beslenme rejimi ve "hayat tarzı" ndaki aşırılıklara karşı ödediği bedel olarak görülüyor. Geçenlerde de kolon ve göğüs kanseriyle hayvani yağlar açısından zengin diyetler arasında bir ilişki olduğuna dair spekülasyonlar yapıldı. Ama kansere ve diğer hastalıklara yol açan tehlikeli alışkanlıklar irade zayıflığını, ölçüsüzlüğün legal olmakla birlikte çok tehlikeli olan bazı maddelere tutkun olmanın bir işareti sayılıyorlar. AIDS'e yol açan davranış ise zaaftan da öte bir şey sayılıyor; bir düşkünlük, bir suç - yasak olan maddelerin müptelası olmak ve sapık sayılan cinsellik biçimlerini tercih etmek. İnsanın kendi başına açtığı bir bela olarak görülen bu hastalık cinsel yollarla edinildiğinde daha da ağır bir biçimde yargılanıyor - özellile de yalnızca cinsel aşırılığın değil sapıklığın sonucu olarak anlaşıldığından. (Burada tabii, sanki Afrika yokmuşcasına insanlara hastalığın heteroseksüel yollardan edinilmesinin çok güç olduğunun söylendiği Amerika'yı düşünüyorum.)

AIDS, dünya bir yana Afrika'da bile henüz önde gelen ölüm nedenlerinden biri haline gelmeden de, yalnızca New York, Paris, Rio ve Kinşasa'da değil Helsinki, Buenos Aires, Pekin ve Singapur'da da tartışılan global bir olay haline geldi. Ünlü ülkeler olduğu gibi ünlü hastalıklar da vardır ve bunlar ille de nüfusu en fazla olanlar değildir. AIDS kimi Afrikalıların buruk bir tarzda iddia ettiği gibi yalnızca beyazlara da bulaştığı için ünlenmedi. Ama yalnızca bir Afrika hastalığı olarak kalsaydı, kaç milyon insan ölürse ölsün Afrika dışından çok az insanın ilgisini çekeceği elbette doğru. O zaman dönemsel olarak yoksul, nüfus yoğunluğu yüksek ülkeleri kasıp kavuran ve zengin ülkelerdeki insanların kendilerini çaresiz hissettikleri kıtlıklar gibi "doğal" afetlerden biri sayılırdı. Ama şimdi dünya ölçeğinde bir olay olduğu için -yani Batı'yı etkilediği için- yalnızca doğal bir afet sayılmıyor. Tarihsel bir anlamla yüklü. (Avrupa'da Avrupalı olmayan ülkeleri tanımlarken ancak Birinci Dünyadaki büyük felaketlerin tarih yapıcı ve dönüştürücü olduğu, yoksul Asya ve Afrika'dakilerin ise bir döngünün parçası oldukları ve dolayısıyla doğanın bir yüzü oldukları şeklindedir) AIDS'in bu kadar kamusallaşmasının nedeni, yine bazılarının iddia ettiği gibi, ilk yakalananların zengin ülkelerden, hepsi erkek, çoğu beyaz, eğitim görmüş, lobi faaliyeti, kamunun dikkatini çekme, kaynak bulma yetenekleri yüksek kişilerden olması da değildir. AIDS temsil ettiğini düşündüklerimizden ötürü bilincimizde böyle bir yer tutuyor. Ayrıcalıklı nüfusların kendilerini beklediğini düşündükleri bütün felaketlerin bir modeli gibi görünüyor. Biyologların ve kamu sağlığı görevlilerinin öngördüğü tasarlanabilir olandan ve toplumun (ve ekonominin) kaldırabileceğinden çok daha kötü bir şey. Sorumlu görevliler Afrika ekonomilerinin ve sağlık hizmetlerinin hastalığın yakın gelecek için öngörülen yayılmasıyla başa çıkabileceğine dair en ufak bir umut bile taşımıyor. Bir yandan da bugüne kadar en çok AIDS vakası bildirilen Amerika'da her gün AIDS'in ülkeye toplam maliyetinin ne olabileceği hakkında son derece vahim tahminler okuyoruz. Önümüzdeki birkaç yıl içerisinde hastalanacak insanlara verilmesi gereken asgari bakımın maliyeti olarak başdöndürücü rakamlar söyleniyor. (Bu rakamlar "genel nüfusu" teskin etmek için söylenenler doğru kabul edilerek hesaplanıyor; oysa tıp cemaati içerisinde bu kabul giderek daha çok sorgulanıyor.)

Ulusun, uygar toplumun, dünyanın kendisinin varlığının tehlikede olduğu bir baskı aygıtını gerekçelendirmenin tanıdık yolları vardır. (Ulusal seferberlik "olağanüstü önlemler" gerektirir, vs.) AIDS'in kışkırttığı dünyanın sonu retoriği ister istemez böyle bir gerekçeye hizmet ediyor. Ama bir şey daha yapıyor. Felaketi vakur ve son kertede uyuşmuş bir tarzda izleme fırsatı veriyor. Saygıdeğer Harvard bilim tarihçisi Stephen Jay Gould total bir salgın halini aldığında AIDS'in nükleer silahlarla birlikte "çağımızın en büyük tehlikesi" olabileceğini söylüyor. Ama insan ırkının bir çeyreğini öldürse bile -Gould'un olası gördüğü bir gelişme- "yine de yeniden başlayabilecek kadarımız kalmış olacak". Ahlakçıların kıyamet hikayelerini küçümseyen akılcı ve insancıl bir bilim insanı sunulunabilecek asgari avuntuyu öneriyor: anlamı olmayan bir kıyamet. "AIDS 'doğal bir olgudur, ahlaki bir anlamı olan' bir olay değil" diye belirtiyor Gould "yayılması bize bir mesaj iletmiyor". Bulaşıcı bir hastalığın yayılmasına ahlaki bir yargı yüklemek elbette canavarca. Ama bu kadar ürkütücü ölçekte bir ölümü bu kadar kayıtsızca izlemeye davet edilmek de ancak biraz daha az canavarca.



Kaynak: Kaos GL, Kasım 1994, Sayı 3

Etiketler: insan hakları, sağlık
İstihdam