09/02/2010 | Yazar: Kaos GL
Vuslat vakti: Perihan Mağden'in, 'içine oturan' bir üçüncü sayfa haberini deşerek yazdığı romanı 'Ali ile Ramazan' itelenmiş iki gencin trajik öyküsü...

Vuslat vakti: Perihan Mağden'in, 'içine oturan' bir üçüncü sayfa haberini deşerek yazdığı romanı 'Ali ile Ramazan' itelenmiş iki gencin trajik öyküsü... Siftahı buradan yapın.

Ali ile Ramazan'da Perihan Mağden bir üçüncü sayfa hikayesinden yola çıkarak toplumun dışına ittiği iki genç erkeğin hayata ve birbirlerine tutunma mücadelesini anlatıyor.
Romanda kimsesiz ve çaresiz iki çocuğun bir yetimhanede başlayıp sıkı dostluktan derin aşka uzanan kısacık ve acı hayatlarının hikayesi ele alınıyor.
Ali, Ramazan’ın hayatındaki tek temizlik ihtimali, tek berraklık, güzellik, iyilik çemberi. Gırtlağına kadar pisliğe gömülse Ramazan, boka bulansa; gözlerinin önünde Ali’yi canlandırarak, Ali’ye aşkını, Ali’nin ona aşkını; hâlâ temiz olduğunu, olabileceğini, kalabileceğini hayal edebilir.
“Sen benim hayatımdaki tek temiz şeysin Ali,” diyor telefonda bir cumartesi. Toplumun ittiği, itelediği iki genç erkek… Yoksulluk ve İstanbul onları tüketirken, kendine gazetelerin üçüncü sayfasından başka gidecek yer bulamayan derin bir aşk!..
Ali ile Ramazan, kısa ama acı yaşadılar ve sonuna kadar gerçekti yaşadıkları.
AVLU
Ali bir gün yetimhanede beliriyor.
Taş avluda.
Ama çocuklar bahçe diyorlar. Hep bahçe dediler taş avluya.
Caminin avlusu büyük aslında. Ama yetimhaneninki, caminin arka tarafında kalan medresenin avlusu eğri büğrü, ufacık bir yer.
Medresenin avlusunun büyük kısmı, caminin avlusuna katılmış. Onlara en arkada, en köşedeki o üçgen sonra da bir dikdörtgen: bir ok gibi şekli; o kadarcık bir yer bırakılmış. Çıkıp oynasınlar, ne edeceklerse etsinler diye.
Ramazan, kaç yıl oldu medreseden bozma o yetimhanede. Kaç yıldır “Hadi bahçeye çıkıp bi misket oynayalım mı?” diyor arkadaşlarına.
Ramazan, misket hastası. Harbiden iyi oynuyor; öyle böyle değil. Ütmediği çocuk yok yetimhanede. Dışarda da öyle. Ramazan’ı miskette yenecek çocuk daha anasından doğmadı.
Taş avlunun nihayetinde duvar boyunca toprak bir kısım var. Birkaç yaşlı ağacın hürmetine bırakılmış incecik bir toprak parçası. Bahçe, esasında orası.
Belki de çocukların avluya habire bahçe demeleri, Ramazan yüzünden.
Ramazan’ın ince, uzun bir şerit gibi uzanan toprak parçasına duyduğu tutku yüzünden.
Köstebek gibi kemiriyor o toprak şeridi ruhuyla Ramazan. Elleriyle çukurlar açıyor. Yumruk girecek büyüklükte çukurlar.
Kuyu oynasınlar diye miskette. Çukur oynasınlar diye. Ramazan en çok kuyu oynamayı seviyor, çukur oynamayı seviyor: Miskette en zor oyunlar, onlar.
Maharetini habire sergilemeyi seviyor. Yenmeyi. Sonra da sevinmeyi seviyor Ramazan.
“Yendim lan hepinizi! Kolay mı benle baş etmek miskette; anca gidersiniz yavşak sürüsü!”
Hayattaki bu yegâne başarısını habire tatmak istiyor. Misket oynamıyorsa; okuldaysa, sokaktaysa, uyuyorsa elleriyle oynuyor. Durmadan misket hareketleri yapıyor parmakları. O istese de yapıyorlar, istemese de.
Ramazan yetimhanedeki herkesin bütün misketlerini muhakkak yutmuş olacağı için haftada bir iki kez değecek oyunculara misket dağıtımı yapıyor.
Dışarda kazandıklarını da dağıtıyor ki; özellikle en sevdiği, en beğendiği, en kusursuz, en görülmedik misketlerini de muhakkak veriyor ki, sonra onları yeniden kazanmanın zevkini tatsın.
Ramazan hep kazanıp kazandığına sevinmek istiyor hayatta. Bu da yalnızca misket oynadığında mümkün.
O gün hava soğuk. Çocuklar üçgen oynayalım diye tutturuyorlar. “Bebe işi lan! Uğraştırmayın beni.”
Sonra güzelim dişlerini göstererek gülüyor. “Uğraştırın istiyorum işte. Üçgende kafanızı anında koparırım be!”
Üçgene başlamalarıyla birlikte, başdan vuruyor. Yuttuyor hepsini.
“Hay böyle üçgenin içine!” diyor eğilip kazandıklarını toplarken. Ne zevki var ki. Azıcık uğraşamadı bile.
Daha iki gün önce Recep’e verdiği gıcır, elinden kurtulup yuvarlanıyor. Gözleriyle takip ediyor, öyle güzel maviler dolanıyor ki içinde.
Lastikle kaplı bir ayağın altında kalıyor gıcır. Kocaman bir ayak. Ayakkabı değil, çizme değil: Kamyon lastiğinden iki kocaman parça, altından üstünden iplerle dikilmiş.
“Hassiktir!” diyor dişlerinin arasından. “Kimsin lan sen? Ver çabuk misketimi!”
Daha önce hiç görmediği bir çocuk, eğilip misketi alıyor ayağının altından. Avcuna yerleştirip kocaman kollarıyla Ramazan’a uzatıyor.
“Kimsin lan harbiden? Nerden çıktın akşam akşam?”
“Ali’yim ben,” diyor Ramazan’dan en az iki kafa büyük, upuzun kollu, kocaman elli oğlan. “Şimdi getirdi polis ağbiler.” Ağlamasını tutsun diye yutkunuyor. Gözlerini yukarılara, avlunun karanlığına dikiyor.
“Ulan, ağbi diye bana denir buralarda. Sana da dense dense Şambriyel denir. Ne lan o ayağındakiler? Dağdan mı indin Mağarayavrusu?”
Bahçedeki çocuklar gülüşüyorlar. Hem vazife icabı Ramazan’ı memnun etmek için, hem de bu yeni
çocuğun aşırı kocamanlığından duydukları rahatsızlığı bastırabilmek uğruna.
Boynunu yana yatırıyor Ali. “Olur ağbi.” Yine yutkunuyor. Soğuktan hem kendi hem de sesi titriyor.
“Aferin ulan!” Gidip kafasına arkadan bir şaplak atıyor Ali’nin. Parmaklarının ucunda dikilmesi gerekiyor; o ayrı.
Birden bu kamyon lastiğinin miskette kendine yeni ve zorlu bir rakip olması ihtimali, içini yükseltiyor. “Ulan Şambriyel, misket oynamayı biliyo musun adam gibi?”
“Ne ağbi?”
“Bunlardan oyunlar oğlum işte.” Cebinden çıkartıp misketlerini gösteriyor.
“Onlardan yoktur bizde. Çekirdekle oynarız biz ağbi.”
Dev çocuğun acayip bi konuşması var. Gırtlaktan çıkartıyor sesleri. Çatlata çatlata; Türkçe değilmiş de başka bir lisanmış gibi konuşuyor.
“Bunu bana verirsen camla da oynarım ama.”
Gözlerini dikip hayran hayran avcundaki gıcıra bakıyor.
“Bendensin lan Ali; senin olsun gıcır! Doğru dürüst oynayamazsan, çakarım ensene tokadı.” Bu lafı eder etmez dev çocukla ileri mi gittim, diye düşünmeden edemiyor. Bi çaksa Ramazan’a bu dağ yarması, bi iki de yer çakar harbiden.
“Sağol ağbi,” diyor dev oğlan. Yine gözlerini kaçırıp oraya buraya bakıyor.
Gözleri mi yaşardı lavuğun diye şaşalıyor Ramazan. Asıl sen ağbi diycen bana lan! dese dağ yarması; çizdirir tamamen façayı. Öbür çocuklarda nah bi daha lafını dinlerler.
Ayı gibi kocaman. Garanti dağdan inmiş, ormandan gelmiş lastik ayaklarıyla. Avcumun içine alayım. Hep orda tutayım lavuğu diye hesaplar yaparak yetimhaneye dalıyor.
Avcunun içinde ne kadar uzun tutacak Ali’yi, ne kadar sıkı; henüz bilmiyor.
Ramazan daha hiçbir şey bilmiyor. Hiçbir şey.
ONLAR
18 Aralık 1992’de Ali ile Ramazan’ın hikâyeleri noktalanıyor. Gerçek hayatta. Üçüncü sayfada.
Kısa hayatları kanlı fotoğraflarla, kırk-elli satırla geçiştirilen üçüncü sayfa çocukları Ali ile Ramazan.
İŞKENCEYE UĞRADIĞI ACI GÜN: İlk kez bu başlıkla üçüncü sayfaya düşmüşler. Asker dönüşü; Devlet Baba onları yetimhane kapısının önüne koyunca sokağa düştüklerinde.
Polis karakola çekip işkence yapmış. Ramazan’ın omzunda polisin söndürdüğü sigaranın izini gösteren fotoğrafta, yakın plan suratı görünüyor.
Ne kadar güzel olduğu, ne kadar yaralı ve üzgün olduğu.
Sonlarını bildiren büyük gazete ÇARPIK GECE: 2 ÖLÜ başlığını uygun görmüş.
İBNE GECE: 2 ÖLÜ demiş oluyor kibarca. Büyük gazetenin küçük dil oyunları. Hep aynı.
CEVAP ARAYAN SORULAR: “Çarpık Gece”nin alt başlığı. Bir kutunun içine birkaç soru yerleştirilmiş.
Sonra, o başlık var. KABLO KOPTU: ÖLDÜ.
Avcılar’da kopuyor kablo. Altıncı kattaki bir balkonun demirlerine bağladığı kabloya tutunarak aşağı inmeye çalışan biri, betona çakılıp ölüyor.
Fotoğrafı da var. Gazete örtmüşler cesedin üstüne. Yine de bir sürü korkunç detay görünüyor. Üstündeki kazağın deseni de.
Evinde öldürülen bestekârın fotoğrafına bakmak hele, hiç kolay değil. Bağırsakları saçılmış düştüğü yerde halının üstüne.
ÇARPIK İLİŞKİYE ÜÇÜNCÜ KURBAN: TOMARLA MARK NEREDE? Ali ile Ramazan’a dair son haberin başlığı bu.
Biri daha ölmüş. Tomarla para kaybolmuş. Habire “çarpık” kelimesini kullanıyor, bize sinyaller gönderiyor büyük gazete.
İbne miydi yani Ali ile Ramazan? İbneliğin sonu bu mudur? Kablo kopar da düşüp ölür müsün?
Hem kim ki onlar? Ne önemleri var?
Onlar hiç kimse. Çok fena yaşamış, çok çabuk ölmüşler.
Şimdi başka bir zaman.
Ölü âşıklar için
zaman geçmiyorsa; onlar 92’de kaldılar.
Ali bir gün yetimhanede beliriyor.
Taş avluda.
Ama çocuklar bahçe diyorlar. Hep bahçe dediler taş avluya.
Caminin avlusu büyük aslında. Ama yetimhaneninki, caminin arka tarafında kalan medresenin avlusu eğri büğrü, ufacık bir yer.
Medresenin avlusunun büyük kısmı, caminin avlusuna katılmış. Onlara en arkada, en köşedeki o üçgen sonra da bir dikdörtgen: bir ok gibi şekli; o kadarcık bir yer bırakılmış. Çıkıp oynasınlar, ne edeceklerse etsinler diye.
Ramazan, kaç yıl oldu medreseden bozma o yetimhanede. Kaç yıldır “Hadi bahçeye çıkıp bi misket oynayalım mı?” diyor arkadaşlarına.
Ramazan, misket hastası. Harbiden iyi oynuyor; öyle böyle değil. Ütmediği çocuk yok yetimhanede. Dışarda da öyle. Ramazan’ı miskette yenecek çocuk daha anasından doğmadı.
Taş avlunun nihayetinde duvar boyunca toprak bir kısım var. Birkaç yaşlı ağacın hürmetine bırakılmış incecik bir toprak parçası. Bahçe, esasında orası.
Belki de çocukların avluya habire bahçe demeleri, Ramazan yüzünden.
Ramazan’ın ince, uzun bir şerit gibi uzanan toprak parçasına duyduğu tutku yüzünden.
Köstebek gibi kemiriyor o toprak şeridi ruhuyla Ramazan. Elleriyle çukurlar açıyor. Yumruk girecek büyüklükte çukurlar.
Kuyu oynasınlar diye miskette. Çukur oynasınlar diye. Ramazan en çok kuyu oynamayı seviyor, çukur oynamayı seviyor: Miskette en zor oyunlar, onlar.
Maharetini habire sergilemeyi seviyor. Yenmeyi. Sonra da sevinmeyi seviyor Ramazan.
“Yendim lan hepinizi! Kolay mı benle baş etmek miskette; anca gidersiniz yavşak sürüsü!”
Hayattaki bu yegâne başarısını habire tatmak istiyor. Misket oynamıyorsa; okuldaysa, sokaktaysa, uyuyorsa elleriyle oynuyor. Durmadan misket hareketleri yapıyor parmakları. O istese de yapıyorlar, istemese de.
Ramazan yetimhanedeki herkesin bütün misketlerini muhakkak yutmuş olacağı için haftada bir iki kez değecek oyunculara misket dağıtımı yapıyor.
Dışarda kazandıklarını da dağıtıyor ki; özellikle en sevdiği, en beğendiği, en kusursuz, en görülmedik misketlerini de muhakkak veriyor ki, sonra onları yeniden kazanmanın zevkini tatsın.
Ramazan hep kazanıp kazandığına sevinmek istiyor hayatta. Bu da yalnızca misket oynadığında mümkün.
O gün hava soğuk. Çocuklar üçgen oynayalım diye tutturuyorlar. “Bebe işi lan! Uğraştırmayın beni.”
Sonra güzelim dişlerini göstererek gülüyor. “Uğraştırın istiyorum işte. Üçgende kafanızı anında koparırım be!”
Üçgene başlamalarıyla birlikte, başdan vuruyor. Yuttuyor hepsini.
“Hay böyle üçgenin içine!” diyor eğilip kazandıklarını toplarken. Ne zevki var ki. Azıcık uğraşamadı bile.
Daha iki gün önce Recep’e verdiği gıcır, elinden kurtulup yuvarlanıyor. Gözleriyle takip ediyor, öyle güzel maviler dolanıyor ki içinde.
Lastikle kaplı bir ayağın altında kalıyor gıcır. Kocaman bir ayak. Ayakkabı değil, çizme değil: Kamyon lastiğinden iki kocaman parça, altından üstünden iplerle dikilmiş.
“Hassiktir!” diyor dişlerinin arasından. “Kimsin lan sen? Ver çabuk misketimi!”
Daha önce hiç görmediği bir çocuk, eğilip misketi alıyor ayağının altından. Avcuna yerleştirip kocaman kollarıyla Ramazan’a uzatıyor.
“Kimsin lan harbiden? Nerden çıktın akşam akşam?”
“Ali’yim ben,” diyor Ramazan’dan en az iki kafa büyük, upuzun kollu, kocaman elli oğlan. “Şimdi getirdi polis ağbiler.” Ağlamasını tutsun diye yutkunuyor. Gözlerini yukarılara, avlunun karanlığına dikiyor.
“Ulan, ağbi diye bana denir buralarda. Sana da dense dense Şambriyel denir. Ne lan o ayağındakiler? Dağdan mı indin Mağarayavrusu?”
Bahçedeki çocuklar gülüşüyorlar. Hem vazife icabı Ramazan’ı memnun etmek için, hem de bu yeni
çocuğun aşırı kocamanlığından duydukları rahatsızlığı bastırabilmek uğruna.
Boynunu yana yatırıyor Ali. “Olur ağbi.” Yine yutkunuyor. Soğuktan hem kendi hem de sesi titriyor.
“Aferin ulan!” Gidip kafasına arkadan bir şaplak atıyor Ali’nin. Parmaklarının ucunda dikilmesi gerekiyor; o ayrı.
Birden bu kamyon lastiğinin miskette kendine yeni ve zorlu bir rakip olması ihtimali, içini yükseltiyor. “Ulan Şambriyel, misket oynamayı biliyo musun adam gibi?”
“Ne ağbi?”
“Bunlardan oyunlar oğlum işte.” Cebinden çıkartıp misketlerini gösteriyor.
“Onlardan yoktur bizde. Çekirdekle oynarız biz ağbi.”
Dev çocuğun acayip bi konuşması var. Gırtlaktan çıkartıyor sesleri. Çatlata çatlata; Türkçe değilmiş de başka bir lisanmış gibi konuşuyor.
“Bunu bana verirsen camla da oynarım ama.”
Gözlerini dikip hayran hayran avcundaki gıcıra bakıyor.
“Bendensin lan Ali; senin olsun gıcır! Doğru dürüst oynayamazsan, çakarım ensene tokadı.” Bu lafı eder etmez dev çocukla ileri mi gittim, diye düşünmeden edemiyor. Bi çaksa Ramazan’a bu dağ yarması, bi iki de yer çakar harbiden.
“Sağol ağbi,” diyor dev oğlan. Yine gözlerini kaçırıp oraya buraya bakıyor.
Gözleri mi yaşardı lavuğun diye şaşalıyor Ramazan. Asıl sen ağbi diycen bana lan! dese dağ yarması; çizdirir tamamen façayı. Öbür çocuklarda nah bi daha lafını dinlerler.
Ayı gibi kocaman. Garanti dağdan inmiş, ormandan gelmiş lastik ayaklarıyla. Avcumun içine alayım. Hep orda tutayım lavuğu diye hesaplar yaparak yetimhaneye dalıyor.
Avcunun içinde ne kadar uzun tutacak Ali’yi, ne kadar sıkı; henüz bilmiyor.
Ramazan daha hiçbir şey bilmiyor. Hiçbir şey.
ONLAR
18 Aralık 1992’de Ali ile Ramazan’ın hikâyeleri noktalanıyor. Gerçek hayatta. Üçüncü sayfada.
Kısa hayatları kanlı fotoğraflarla, kırk-elli satırla geçiştirilen üçüncü sayfa çocukları Ali ile Ramazan.
İŞKENCEYE UĞRADIĞI ACI GÜN: İlk kez bu başlıkla üçüncü sayfaya düşmüşler. Asker dönüşü; Devlet Baba onları yetimhane kapısının önüne koyunca sokağa düştüklerinde.
Polis karakola çekip işkence yapmış. Ramazan’ın omzunda polisin söndürdüğü sigaranın izini gösteren fotoğrafta, yakın plan suratı görünüyor.
Ne kadar güzel olduğu, ne kadar yaralı ve üzgün olduğu.
Sonlarını bildiren büyük gazete ÇARPIK GECE: 2 ÖLÜ başlığını uygun görmüş.
İBNE GECE: 2 ÖLÜ demiş oluyor kibarca. Büyük gazetenin küçük dil oyunları. Hep aynı.
CEVAP ARAYAN SORULAR: “Çarpık Gece”nin alt başlığı. Bir kutunun içine birkaç soru yerleştirilmiş.
Sonra, o başlık var. KABLO KOPTU: ÖLDÜ.
Avcılar’da kopuyor kablo. Altıncı kattaki bir balkonun demirlerine bağladığı kabloya tutunarak aşağı inmeye çalışan biri, betona çakılıp ölüyor.
Fotoğrafı da var. Gazete örtmüşler cesedin üstüne. Yine de bir sürü korkunç detay görünüyor. Üstündeki kazağın deseni de.
Evinde öldürülen bestekârın fotoğrafına bakmak hele, hiç kolay değil. Bağırsakları saçılmış düştüğü yerde halının üstüne.
ÇARPIK İLİŞKİYE ÜÇÜNCÜ KURBAN: TOMARLA MARK NEREDE? Ali ile Ramazan’a dair son haberin başlığı bu.
Biri daha ölmüş. Tomarla para kaybolmuş. Habire “çarpık” kelimesini kullanıyor, bize sinyaller gönderiyor büyük gazete.
İbne miydi yani Ali ile Ramazan? İbneliğin sonu bu mudur? Kablo kopar da düşüp ölür müsün?
Hem kim ki onlar? Ne önemleri var?
Onlar hiç kimse. Çok fena yaşamış, çok çabuk ölmüşler.
Şimdi başka bir zaman.
Ölü âşıklar için
zaman geçmiyorsa; onlar 92’de kaldılar.
Perihan Mağden
Perihan Mağden 1960 yılında İstanbul’da doğdu. Robert Lisesi’ni, Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi. 1997-2009 yılları arasında Radikal gazetesinde köşe yazarlığı yaptı.
Mağden’in diğer romanları:
Haberci Çocuk Cinayetleri (1991), Refakatçi (1994), İki Genç Kızın Romanı (2002) ve Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? (2007).
Etiketler: kültür sanat