05/04/2023 | Yazar: Merve Engür

“Türkiye’de yaşayan kuir insanların hafızaları biraz travmayla da eşit. Hepimizin çok kötü anıları var; bu ülkede yaşadığımız, bastırmak istediğimiz, unutmak istediğimiz, bir türlü barışamadığımız bir sürü şey var.”

Anılar, rüyalar ve kayıplar: Yüzen Küçük Şeyler Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Bu yılın en güzel kuir edebiyat örneklerinden biri olan “Yüzen Küçük Şeyler-Hatıra Gezer’in Toplama Albümü”nü okurken çok keyif aldım ve maalesef istemediğim kadar hızlı bitti. Neyse ki bu, hikâyenin sadece ilk kitabı, üzerine konuşacağımız iki kitap daha gelecek. İstanbul’da geçirdiğim şahane 8 senemin bir parçası, seçilmiş ailemden olan Mertcan Karakuş’un romanını okuduğumda kendisine olan hayranlığım bin kat daha arttı. Karakterlerden birinde izimin olmasının heyecanı da tatlı bir şekilde üzerime sindi.

Yüzen Küçük Şeyler’e dönecek olursak; anılar, rüyalar, kayıplar ve hafıza kavramlarını ustaca ele alan, bazen eğlenceli bazen düşündürücü, muhteşem kıyafetlerle hem tanıdık hem kurgu mekânlarda geçen kuir fantastik edebiyat türünde bir roman. Spoiler vermeden anlatmak için bu kadar kıvranmasam her şey daha kolay olabilirdi.

Mertcan öncelikle tebrik ederim, roman yazmanın ne kadar zor bir süreç olabileceğini sadece tahmin edebilirim. Kitabın çıktığında çok mutlu oldum ve aynı zamanda gurur duydum. Yazmaya karar verdiğin andan kitap çıkana kadarki duygu serüveni senin için nasıldı?

Ben hep roman yazmak istiyordum zaten. Bu hikâye çok tuhaf bir şekilde bir anda geldi, bir anda yazmaya başladım. Ben de çok şaşırdım nasıl bir anda böyle olduğuna. Hakikaten yazmak çok sabır isteyen bir şey, ben çok sabırlı bir insan değilim normalde. Yazmasından düzeltmesine, onu tekrar okumasına kadar hepsi bir mesai gerektiriyor ve benim için tuhaf da bir dönemdi. Annemlerin evine geri döndüğüm ve etrafımda yakın arkadaşımın olmadığı bir dönemdi, herhalde onun sıkıntısıyla oturdum yazdım.

Romanı yazar yazmaz büyük yayınevlerinden birine gönderdim. Hiç sallamadılar tabii, normalde altı ay sonra cevap vermeleri gerekiyordu ama cevap da vermediler. Oradan bir editöre ulaştım da olmayacağını ancak ondan öğrendim. Daha sonra, velvele.net'e yazıyorum ya ben, oradan Bawer, Ardis Yayınevi’nden Ahmet’le görüşmemi önerdi. Yaz dönemiydi, tam da yayıncılığın sarpa sardığı, kâğıdın pahalandığı dönemdi. İlk konuşmamızda Ahmet ‘bir potansiyel var ama bir süre hiç bakma, sonra dönüp tekrar kontrol et, sonra biz de bakalım’ dedi. Ben de aynen öyle yaptım, sonra Ahmet’e gönderdim. İlk buluşmamızdan yaklaşık 6 ay sonra ‘basalım’ dedi, ona da deli cesareti geldi herhalde. Kitabın kapağını da Elif diye bir arkadaşım yaptı, öylece basıldı. Ben de hâlâ şaşkınım.

Kitap yayınlandığında nasıl bir hissiyat oldu peki?

Güzel, güzel de insan bi yabancılaşıyor. Açıp sayfalara bakıp ‘a, ben bunu nasıl yazmışım’ diyorum bazen. Bir de baştan üç kitap olarak düşündüğüm için bitirir bitirmez ikinciye başlamıştım. Biraz da o oyaladı beni, birincisinin çıkışına o kadar odaklanamadım. Kafamı direkt ötekine kanalize ettim.

İkinci kitaba geri döneceğim birazdan ama öncelikle merak ettiğim bir şey var. Son zamanlarda kuir edebiyatta da güzel gelişmeler oluyor. Birbirinden bağımsız gibi görünen bu ürünlerin bir yandan da çok derin bir yerden birbiriyle bağı olduğunu düşünüyorum. Böyle bir hareket veya dalga içinde olmanın sende de ayrı bir karşılığı var mı?

Benim için çok önemli ve kuir hikâyelerin, yani kuir karakterlerin anlatıldığı hikâyelerin yeri çok ayrı. Aslında 90’lar falan da çok boş değil var böyle kitaplar ama çok az. Yani Türkiye’den çıkan bütün edebiyatı düşünürsek 50 kitabı falan geçmez bu sayı. Türkçe yazılmışlardan bahsediyorum tabii, çevirileri saymıyorum.

Çok önemli bu hikayeler, biz nasıl televizyonda mesela Zeki Müren’i görerek kendimizi yalnız hissetmemeye başladıysak, bunları okuyanlar da kendilerini yalnız hissetmemeye başlayacak. O yüzden biraz da tehlikeli, iki ucu da kirli bir değnek aslında çünkü bu hikayelerin içinde homofobik olanları da var. Dolayısıyla insanları negatif etkileyecek kitaplar da var. Özellikle eski olanlarda karakterleri homofobik ya da transfobik şekilde işleyen çok kitap var. Bu yüzden yenilerin buna dikkat ederek çıkması ve kuir insanların, kuir karakterlerin olduğu, kuir kitaplar yazması çok önemli. Birbirimizden bağımsız gibi görünüyor ama demek ki bu kitaplara bir yol açıldı son dönemde. Bu neden, nasıl, zamanın getirdiği bir durum mu, bilmiyorum ama demek ki böyle bir yol var ve böyle bir ihtiyaç da var. Dolayısıyla bu tip kitapların olması çok önemli, ben de elimden geldiğince takip etmeye ve yeni yazarların çıkarttıkları kitapları okumaya çalışıyorum. Eminim ki dolaplarda bekleyen bir sürü hikâye var kuir insanların yazdıkları. Umarım onlar da bir gün yayımlanma, basılma şansını bulurlar.

Yüzen Küçük Şeyler’de bu dalgadan neler görüyoruz? Okuyucuyu nasıl bir hava bekliyor? Kuir edebiyat olmasıyla ilgili özen gösterdiğin bir şey var mı?

Var tabii, kullandığım tanımların güncel politik doğru tanımlara uygun olmasına dikkat ettim. Sadece kuir edebiyat değil aslında, okuyucuyu fantastik bir şey de bekliyor. O kısmı çok konuşulmuyor ama aslında fantastik bir roman. Benim kişisel olarak da çok hayran olduğum bir edebiyat türüdür fantastik, hani biraz jargonuna hâkim olduğum bir edebiyat türüdür.

Onun dışında gerçekten olabildiğince karakterlere özellikle dikkat ettim ve jargonun son güncel halini kullanmaya çalıştım. Diğer yandan da aslında bir sınıf hikayesi anlatıyor. Yani çok üst sınıf dünyalardan da bahsediyor, tam tersi ekonomik olarak alt sınıflardan da. İkisinin arasındaki gerilim de benim için önemli bir konu. Ben kitaba bunu da yansıtmak istedim, ne kadar yansıdı tabii onu bilemem. Bir rollercoaster bekliyor okuyucuyu, bir yerden girip bir sürü karaktere ve bir sürü insanın hayatına dokunarak anlatılan bir hikâye var.

Sınıf kırılımını ben de hissettim, özellikle o asansörle çıkılan evde baya heyecanlanmıştım ne çıkacak diye. Aslında ne kadar aynı yerden geliyor, hepimizin hatıraları var benzer ihtiyaçlarımız da var ve para bunu değiştiremiyor.

Evet kayıplar bir şekilde ortaklaşıyor. Hepimiz aynı gemideyiz demeyeceğim, öyle bir saçmalık yok. Ama kayıpların insanı etkileyiş biçimi çok benziyor. Yas tutmak da herkes için ortak bir şey. Yani benzeştiğimiz noktalar var ama tabii ki aynı gemide falan değiliz, yok öyle bir şey.

Evet, kayıplar da hatıralar da belki herkes için önemlidir ama lubunyalar olarak böyle bir konunun etrafında toplanmak bence ayrıca çok değerli. Kültürümüze ve tarihimize sahip çıktığımız bir hareketin içindeyiz ve içinde ‘aşk’ olmayan bir kuir edebiyat örneğiyle karşı karşıyayız. Çünkü kuir edebiyat dediğimizde ilk akla gelen kitaplarda hep bir eşcinsel aşk hikâyesi anlatılır. Bunu aşk üzerinden değil de hafıza / hatıra / anılar üzerinden anlatmış olman açıkçası beni sıcacık bir yere götürdü. Sen de romanının ayrıldığı veya benzeştiği noktalar görüyor musun?

Bunu söylemiş olman çok güzel. İçinde aşk olmaması çok doğru, onu bilerek yaptım. Artık kuir hayatlarda sadece aşk yok ve bir insanın kuir olmasını sadece aşk üzerinden tanımlamıyoruz. Aşk bir insanlık durumu, sadece onun üzerinden tanımlanması beni rahatsız ediyor biraz. Bu şey gibi, sadece yattığın insanlarla cinsel kimliğini tanımlamak gibi. Bu olmak istemedim.

Bir de bizim, yani Türkiye’de yaşayan kuir insanların hafızaları biraz travmayla da eşit aslında. Hepimizin çok kötü anıları var; bu ülkede yaşadığımız, bastırmak istediğimiz, unutmak istediğimiz, bir türlü barışamadığımız bir sürü şey var. Kuir hafıza deyince benim aklıma bu kısmı da geliyor. Bu kısım nasıl iyileştirebilir, onu da bilmiyorum. Ben sonuçta sadece bir hikâye yazdım, yani bunu iyileştirmek gibi bir iddiam yok. Kitapta da anlatılan bütün hikâyelerde bir tür terk edilmişlik, yalnız bırakılmışlık var. Çoğunda çocukluktan gelen bir kötü hatıra durumu var. Bunlar nasıl düzelir, nasıl iyileştirilir biraz onu düşünmeliyiz gibi geliyor bana. Bir de yeni kuşaklar için aynı durumun oluşmasını nasıl engelleyebiliriz.

Öyle, biraz bunları düşünmek istedim, onun üzerine yazmak istedim. O yüzden kitaptaki hafıza ve hatıraların hepsinde bir sıkıntı ve hepsinde bir kayıp var. Baş karakterlerin, Orçin ve Bergüzar’ın da kendi çocukluklarıyla ilgili sıkıntıları var. Gerçi o sıkıntılara çok fazla girmiyoruz ama bunları biraz düşünerek yazdım.

Evet bu arada kayıplar da enteresan, daha önce blackout, alzheimer ve koma durumlarının benzeştiği yerleri düşünmemiştim. Bana yeni bir perspektif kattı unutmaya ve hatırlayamamaya dair. Çünkü genel olarak anılarımı hatırlayamamaktan korkuyorsam, (belki de çok uzak olmayan) ileride alzheimer ihtimali de beni tedirgin eder.

Araştırmaya başlamadan önce ‘ay ne de olsa bir yaştan sonra alzheimer olurum, hiçbir şey hatırlamam’ diye düşünüp emeklilik planı gibi kurguluyordum kendim için. Yakınları alzheimer olan arkadaşlarımla da görüştükten sonra fikrim değişti, alzheimer olmak öyle özenilecek bir şey değilmiş.

Bergüzar’ın çocukluğuna kısacık tanık oluyoruz. Tam da bu hatıralar gezilirken Bergüzar ve Orçin’in tekrar ettikleri belirli cümleler var.

‘Düş gören çocuklar filmine ön sıradan bir bilet, lütfen.’ ‘Ön sıradan bir bilet, buyurun’.

‘Bir kuzgunla bir yazı masasının ortak noktası nedir?’ ‘İkisi de sesleri toksa saygı görür’

…”

“Altı kuruşluk bir şarkı söyle / Çavdar dolu cebimde / Yirmi dört simsiyah kuş / Pişmiş turtanın üstünde”

Böyle sabit ifadelerin olması fikri benim çok hoşuma gitti. Bu cümleleri seçmenin özel bir nedeni var mıydı, bunların hikayesi nedir?

İlk cümle ‘Düş gören çocuklar filmine ön sıradan bir bilet lütfen’, Paprika diye bir animasyondan geliyor. Kuzgunla yazı masası sorusu Alice in Wonderland’de olan bir soru, cevabı yok. Bu soru Alice’e soruluyor ve o cevap vermiyor buna. Ama Alice’i yazan Lewis Carroll’ın birkaç olası cevabı var bu soruya. Kitapta söylenen cevap bunlardan biri değil, ben kendi cevabımı vermiş gibi oldum. Çavdarlı olan da aslında eski bir tekerleme The Cell diye bir filmden alıntı. Jennifer Lopez’in tutuk oyunculuğuna rağmen çok iyi bir filmdir.

Paprika’da kadın dedektif rüyalara girer, olayları çözer. Alice’de zaten tavşan deliği konusu, başka bir dünyaya girme konusu var. The Cell’de de katilin bilinçdışına girerek onunla iletişim kurar Jennifer. Hepsi oralardan gelme. Bunları bir kilit gibi, parola gibi kullandım. Aslında bir sürü şey var kitap içinde böyle ufak ufak bir yerlerden gelen.

Bu göndermeler dışında kitabın betimlemeleri de benim aşırı hoşuma gitti, okumayı bırakmak zorunda kaldığımda bir dizi izliyormuşum da sezon bitmeden aradaki bir bölümde kalmış gibi hissediyordum. Kitabı düşündüğümde direkt sahneler sanki canlanıyor gibiydi. Bir yandan da bazıları için betimlemeleri takip etmek zor olabilir diye düşündüm. Bu konuda sana geri dönüşler nasıl oldu?

Gereksiz bulan bir sürü insan var aslında, bu biraz geçmişi anlatan bir roman olduğu için eski edebiyatın ağdalı tasvirlerine de gönderme var. Biraz sıkıcı oluyor, farkındayım ama bilerek yaptığım bir şeydi. Bu arada ilk hallerinde daha da uzun betimlemeler vardı, bu yine törpülenmiş hali. Ahmet söylediğinde, ben de farkındaydım biraz, haklı buldum ve kısaltıp düzelttik.

Bence tadında ve eğlenceli olmuş bu hali de.

Ben uzun uzun tasvir etmekten utanmıyorum artık. 2022 yılındayız, kimsenin uzun vakti yok, her şeyi Instagram hikayelerinden takip edebildiğimizi zannediyoruz falan. Biraz da zaman harcansın, okunsun da yani neden olmasın diye düşünüyorum açıkçası.

Kitabı eğlenceli ve entelektüel yapan da bu betimlemeler bence. Peki kitabın sonlarına doğru bir de hatıra kapısında bekleyen gardiyanlardan haberdar oluyoruz. Senin kendi hatıralarına gardiyan olmakla ilgili yaptığın bir şey var mı? Anılarını koruyabiliyor musun veya korumak istiyor musun?

Bu çok zor bir soru. Biraz terapi sorusu gibi oldu. Tabii ki hatırlamak istediklerim de var, unutmak istediklerim de var. Bazılarını hiç tutmuyorum, bazılarını unutmak istememe rağmen unutamıyorum. Biraz yaşla da gelen bir şey var aslında, biraz sal gitsin. Unutamıyorsan da unutamıyorsundur yani. Ona baskı yaptığın sürece unutamamaya devam ediyorsun, hatırlamaya çalıştıkça da onu unutuyorsun. Hafıza biraz garip bir şey. O yüzden yaşla beraber biraz hafızamın kapısında durmamayı, geleni gideni kontrol etmemeyi öğrendim.

Ben de eskiden günlük tutardım mesela ama artık onu yapamıyorum, pek içimden gelmiyor artık.

Ben açıkçası utanıyorum da tuttuğum günlüklerden okudukça. Ne melodramlar yaşamışım, anlatış biçimim de çok dramatik. Ama rüya günlüğü tutuyorum ben uzunca bir süredir. Yararlı buluyorum, yaratıcı olarak da yararlanıyorum oradan. Kitaptaki birtakım yerler, birtakım kişilikler falan da o tuttuğum günlükten geliyor. Yeni bir şeye başlamadan önce o günlüğe göz atıyorum. Ama biraz zor tabii, sabah kalkar kalkmaz yazmak zorunda kalıyorsun, yoksa hop uçuyor rüyalar.

Ses kaydı yapılabilir belki? Ama kesin bir daha dönüp dinlenmez o kayıtlar, fikir kaydetmek için iyi bir yöntem değil galiba.

O kaydettiğin fikri dinlemek bir işe yaramıyor. Yazı olarak görmek daha bütün görmek gibi geliyor bana. Okumak da aynı zamanda yaratıcı bir süreç ya, okuduğun şeyi kafanda tekrar canlandırabiliyorsun, başka bir şekilde de canlandırabiliyorsun. Bir kaydı dinlemek o kadar yaratıcılık gerektiren bir şey gibi gelmiyor bana.

Evet aslında bu şey gibi, kitabını okumakla filmini izlemek arasındaki fark gibi. Birisinde sana yaratıcı alanı daha çok veriyor. Kaos GL’nin sitesindeki röportajında da kitabın film olması ihtimalinin güzelliğinden bahsetmiştin. Orada söylediğin ‘animasyon film olsa’ ifadesi beni aşırı heyecanlandırdı. Çok da zor veya olmaz şeyler gibi gelmiyor bana, özellikle böyle bunaltıcı bir dönemde herkesin bir şeyler üretmeye ve görmeye ihtiyacı var diye düşünüyorum. Sence oluru var mı? Veya bunu için girişimlerin olacak mı?

Bunun için ben nasıl bir girişimde bulunabilirim, bilmiyorum. Bilen varsa söylesin, hemen girişeyim. Çünkü çok isterim. Hele ki animasyonun o sonsuz olasılığını çok değerli buluyorum. Hoş, animasyonla gerçek çekim de artık birbirine girmeye başladı. CGI’lar artık çoğu filmin içindeler, hiç farkına varmıyoruz bir sürü şeyin. Yani çok birbirine bağlanmaya başladı. Ama çok isterim tabii ki, deli misin? Bilen varsa lütfen yazsın, bir şekilde bana ulaşsın.

Orada da dediğim gibi, senaryoyu mümkünse biri yazsın ben danışman gibi olmak isterim. Ben yazmak istemem çünkü senaryo, diyalog başka bir olay. Biri yazarsa çok mutlu olurum.

Hikâye fantastik olduğu için şahsen animasyona çok uygun olduğunu düşündüm. Zaten çok çok iyi bir teknoloji kullanılmadıkça çöp olabilecek sahneler var kitapta, animasyonda çok daha kolay olur sanki.

Hep kafamda çok görerek yazdım, görsel bir roman yani. Başka birinin kafasında canlanan şeyi de merak ederim, onu da görmek, uyarlamasını izlemek isterim. Çok heyecanlandırır beni.

Gelelim romanın devamına, röportajın başında konuştuk gerçi ikinci kitabı yazmaya başladım demiştin, devam ediyor musun?

Biraz yavaş gidiyor. Yazın sabır göstermek, onun başına oturup sabahtan akşama kadar yazmak diye bir şey yok. Hem hava çok bunaltıcı, konsantre olamıyorum. Zaten yazın libidoma yaptığı saçmalıklarla uğraşıyorum, birtakım hesaplaşmalar içinde. O yüzden oturup onunla vakit geçiremiyorum, yavaş gidiyor ama yazıyorum yani.

Senin için devamını getirmek mi yoksa başlamak mı daha zorlayıcıydı?

Başlamak kırk yılımı aldı. Başlamak zordu, hikâyenin devamını getirmek daha kolay. Başlarken hissettiğim o kaygı çok zordu, olacak mı olmayacak mı kaygısı falan hep başta yaşanır ya. Başladıktan sonra bir şekilde geliyor devamı.

Üçleme olacak değil mi?

Benim hayalimde üçleme. Hikâyenin devamı dedik ama tam da öyle devamı gibi değil, karakterlerden de var yan karakter olarak ama burada başka bir odaya geçiyoruz. Kitapta var ya hani, geçmişi bir oda gibi düşünürsen diye, bu da başka bir odayı anlatacak. Üçüncü kitap da aynı şekilde başka bir odayı anlatacak.

İkinci kitabın aslında olay örgüsü tam olarak kafamda tamamlandı diyemem ama karakterler, nasıl bir yerde geçtiği, ilişkileri vs. biraz oturmuş durumda. Olay örgüsüne dair sorularım var hâlâ ama Ağustos’ta yol alamayacağımdan çok eminim. Bu Ağustos hem ruhsal hem duygusal olarak bıktırdı beni. Sonbahara ve kışa bırakıyorum devamını.

Sabrın bol olsun aşkım. Eklemek istediğin bir şey var mı?

Kitapta birtakım detaylar var, film referansları gibi, sen mesela birkaç tanesini söyledin. Okuyan birilerinden duymak çok hoşuma gidiyor bunları. Fark ettiğin için teşekkürler.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam