28/03/2023 | Yazar: Aslı Alpar

İnsanın doğayla ilişkisini yabandan eve taşıyarak, queer bağlamda yeniden yorumlayan “Avcısından El Alan” sergisini Akın Demiral’la konuştuk: “Sistemin bizim doğayla ilişkimizi nasıl kontrol altında tuttuğu üzerine bir sergi bu”.

“Artık sen de avcısın” Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Ankara, Zülfü Livaneli Kültür Merkezi’de 31 Mart Cuma’ya dek sürecek “Avcısından El Alan” sergisi queer ekolojiyi ve insanın doğayla ilişkisini yabandan eve taşıyarak tartıştırıyor.

Seyircisini kırmızı bir uçurtmayla karşılayan Akın Demiral’ın sergideki işleri sizi evinizde televizyon izlerken, havluya yüzünüzü kurularken, perdenizi aralarken bir avcıya ve aynı zamanda bir ava dönüştürüyor.

Aynı zamanda Hacettepe Üniversitesi Heykel Bölümü Araştırma Görevlisi de olan ve queer sanat üzerine akademik çalışmalarını sürdüren Akın Demiral’la KaosGL.org okuyucuları için bir araya geldik, sohbet ettik.

Demiral’la sergiyi birlikte geziyoruz, işlerini tek tek dinlemek istiyorum. Aklıma Atilla İlhan’ın şiirlerindeki imgeleri ve şiirlerini yazdığı sıradaki düşüncelerini kitabın ön sayfasında anlattığı bölüm geliyor, söylüyorum. Demiral “Ben de izleyiciyim aynı zamanda” diyor, işlerin mutfağından bahsetmeyi sevdiğini ve önemsediğini ekliyor.

Sanatsal ifadesinin çeşitliliğini görüp şaşırıyorum, “Kendimi nasıl rahat ifade edebiliyorsam oradayım. Bazen kelimelerle oluyor bu bazen formlarla. Bazen kelimeleri formlara dönüştürüyorum” diyor.

“Sanatın ikiliği yok edecek arzusu var ancak sanat tek başına onu yıkabilecek kadar güçlü değil”

Queer sanat üzerine çalışmaya ne zaman başladınız?

2014’te yüksek lisans eğitimine başladığımda queer çalışmaya karar verdim ancak o yıllarda sanat araştırmaları henüz queeri gündemine almamıştı. Konuyu danışmanımla çalışmaya başlayınca bu alandaki boşluğu üzülerek fark ettik. Queer felsefe sosyoloji alanında sıklıkla çalışılıyordu ancak güzel sanatlarda temsil dışında çalışılmamıştı.

Benim çalışmalarım queer araştırmalar için çok uygundu. Lisansta da temellerini attığım  kimlik, toplum ve bireyin toplumla ilişkisini yüksek lisans eğitimimde queer üzerinden, queeri şemsiye bir kavram olarak düşünerek tekrar ele aldım. Bu bağlamda yalnızca Türkiye’de değil yurt dışında da sanat ve queerin çok çalışılmadığını gördük.

Güzel sanatlardaki akademik araştırmalar halen heteronormatif bir düzlemde diyebilir miyiz?

Evet. Baskı mekanizmaları akademide de var sonuçta. ‘Ben bu baskıyı kabul etmeyeceğim, çalışmak istiyorum’ dedim ve öyle başladım ve yüksek lisans tezim biyoiktidar bağlamında ortaya çıktı, çok genel bir başlıkla çıktı çünkü öncül çalışmaların yokluğundan dolayı anlaşılır olması için o konuyu mikro hale getiremedim. Yüksek lisanstan sanatta yeterliliğe ve oradan da bu sergiye kadarki serüven böyleydi.

Sanat, ikiliği yeniden üretiyor mu?

Sanat piyasasından bahsedersek çok heteroseksist olduğunu söyleyebiliriz, sonuçta sisteme çok entegre. Diğer yandan queer ya da açık kimlikli LGBTİ+ sanatçıların görünürlüğü de sorunlu. Sanatın ikiliği yok edecek arzusu var ancak sanat tek başına bütün bu sistemi yıkabilecek kadar güçlü değil.

Bu ikilikten nasıl kurtuluyorsunuz?

Foucault ‘Görünürlük büyük bir tuzak’ demiş, görünürlüğü tanımsız bıraktığında sistem boşa düşüyor. Ben tanımsızlığı önemsiyorum. Bunu da üreterek, sanata sığınarak yapıyorum.

“Sistemin bizim doğayla ilişkimizi nasıl kontrol altında tuttuğu üzerine bir sergi bu”

“Avcısından El Alan”a gelelim…

“Avcısından El Alan”da çalışmalarım queer ekoloji eksenine kaydı. Bu çok derin kavramı uygulamalı bir biçimde ele almak, insanın doğayla kurduğu bağın temeline inmek istedim. Bu bağın toplumsal cinsiyetle çok temelden bir ilişkisi var. Tarihsel bir bakışla bugün ne noktada olduğumuzu queer bir bakışla düalist yapıya karşı biçimde gördüm ve buradan yol almak istedim.

Bilge Karasu’ya yolunuz nasıl çıktı?

Serginin temel sorunsalı av ve avcı olma ikilemi, hem av hem avcı olduğumuz durumlar beni bir gece ansızın Karasu’nun ‘Göçmüş Kediler Bahçesi’ne getirdi. Bu sergide de iki işimin yer aldığı, uzun süredir çalıştığım ‘Avcıyı Tanıyorum’ serim bana bu kitaptaki ‘Avından El Alan’ masalını aklıma getirdi.

Bu masala beni en çok çeken queer doğa imgesi oldu; güneş parlarken karın yağması,  öteki olma halinin kendisi, karakterin öteki olarak hayattan soyutlanması, aynı anda iki ayrı masal okuyoruz aslında. Hepimiz bir şekilde ötekiyiz, bu masal bunları yeniden sorgulatıyordu.

Kendimizin de ötekisiyiz…

Evet. Sürecin içinde nasıl öteki olunur, öteki olmak nasıl kuruluyor. Masaldaki balıkçı karakterinin kolundaki balığı söyleyememesi, söylese deli olarak algılanacağı korkusu, arkadaşlarının ona kolunu soramaması… Karışlıklı bir tedirginlik ve tedirginlikle ötekiliğin inşası… Bunlar beni çok yakaladı.

Queer ekolojiyi nasıl ele aldınız?

Queer ekoloji dediğimizde genellikle beklenen bir takım bitkiler, toprak gibi doğanın içinden imgeler. Ben buradaki işlerimde canlılığın, doğanın, bizim hayatlarımıza nasıl entegre edildiğinin peşinden gidiyorum.

Sistemin ya da iktidarın bizim doğayla ilişkimizi nasıl kontrol altında tuttuğu üzerine bir sergi bu. Kişisel olarak da benim bunun neresinde durduğumu sorgulayan işler olsa da bireysel olmanın dışına çıkmaya çalıştığım evrenselliği yakalamak istediğim işlerim mevcut.

“Yeri gediğinde bir kumaş kadar akışkan olabilirim”

Sergi kırmızı bir uçurtmayla başlıyor…

Evet, serginin ilk işi ‘Uçurtma 2’ ismini taşıyor. Bu çalışmanın ilki Yedikule Zindanları’nda, 4. Uluslararası İstanbul Trienali kapsamında ‘4. Uluslararası İstanbul Triennali Mekansal Katmanlar, Zaman Dışı Diyaloglar: Heterotopı̇k Mekanlar Olarak Sınırlar ve Surlar’ sergisindeydi.

Genç Osman’ın öldürüldüğü kulenin üstüne düşmüş kocaman bir uçurtmaydı; 24 saat boyunca tecavüze, işkenceye uğrayıp öldürülen Genç Osman bir çocuk yaşındaydı. Bu zindanlarda bir dönem çocuklar oynadı. Yüz yıllardır orada kim olursa olsun aynı gökyüzüne baktı hepsinin amacı özgürlüktü gökyüzüne kavuşmaktı, bu uçurtma bir yerlere takılıp zindanın çatısına düşen bir uçurtma. Özgürlük alanının yaralandığını derme çatma bu uçurtmayla vermek istedim.

Uçurtmanın ardından bizi karşılayan “Şefin Spesiyali 1”in önüne geliyoruz…

‘Avcının Güncesi’, ‘Şefin Spesiyali 1’ ve ‘Şefin Spesiyali 2’. Bu çalışmalar av ve avcı olarak bizim kendimizi nasıl kurduğumuza dair işler. Bir av hikâyesi düşünelim, önce hedef alınır, sonra avlanır, ardından bir şefe getirilir, şef onu süsler…

Vahşeti görmeyiz…

Evet, o av tabağımıza geldiğimizde, önceki vahşet anı gizlenmiş, süslü püslü bir et parçasını görürüz, sistemli vahşetini görmeyiz.

Veganlar bunu beğendi…

Gülüyoruz…

Bu çalışmada dahil birçok çalışmanda kırmızı kumaş görüyoruz…

Formu queerleştirbilmenin yöntemini ararken çocukluk nesneme döndüm. Kırmızı kumaş benim imzam gibi oldu. Çalışmalarımı tanıyanlar kırmızı kumaşı gördüklerinde bu Akın’ın işi mi, derler.

Kumaşın benim çocukluğumdan gelen hikayesi var kumaşların içinde büyüdüm. Dediğim gibi çocukluk nesnem. Ailedeki kadınların terziliğe merakı, amcamın konfeksiyoncu oluşu… Bu serginin nesnelerini çocukluğumdan seçtim.

Diğer yandan kumaşın sürekli dönüşüyor olması, sanat tarihine baktığımızda kumaşın ve kırmızının cinselliği sembolize etmesi…

Hem akışkan hem sabit…

Öyle, sergiyi her kurduğumda kumaş farklı duracak, akışı kıvrımı değişecek. Tam bir queer. İşin konusu da materyaller de nesneler de malzemeler de konuyla ilişkileniyor. Yeri gediğinde bir kumaş kadar akışkan olabilirim.

‘Eski Doğa, Yeni Hayat” eserinin önünde duruyoruz.

Eve girdik şu anda…

Şu an artık tam da ev içi yaşama doğru meseleyi makrodan mikroya indirdiğim noktadayız. Evin içindeyiz, perdeler, havlular, kırlentler…

Buradaki işler, iktidarın bizim doğayla ilişkimizi nasıl kontrol ettiğine dair. Vahşi doğaya özlem duyuyoruz, ama iktidar bunu yok ediyor. Bir koltukta belgesel izlerken avının peşinden koşan aslanla kabile hayat yaşayan insanı aynı karede göstermezler. Böylece biz avının peşinde koşan aslanı izlerken aslında av oluyoruz. Doğayla (‘vahşi’ doğayla) bağımız kopuyor ki yönetilebilir olalım.

Bu desenler oradan çıktı, doğadaki imgelerin bizim doğa özlemimizi bastırmak için eve bu nesnelerle sokulması manidar…

Aklıma çiçek desenli duvar kağıtları geldi…

Mesela Ankara’dayız, denizimiz yok ama deniz taşlarından oluşan nevresim takımmız var. İktidar doğaya arzumuzu bu şekilde bastırıyor. Doğaya kaçmamızı engelliyor, sistemin içinde kalmamızı sağlıyor.

Queer ekolojiyi evin içindeki doğayla göstermek istedim.

Akın Demiral aynı zamanda bir şair. İlk şiir kitabının Demiral tarafından sansürlenmiş hali önünde duruyoruz.

Bu bir otosansdür işi. Kırmızıyla kapattığım kelimeler, argo, yaş, cinsiyet, cinsellik içeren kelimeler. Kime, neden yazıldığı anlamsızlaşıyor. Buradaki kelimeler anlaşılmamasıyla değerli.

Yakınındaki bir diğer eseri yine bir otosansür işi. Bu defa sansürlenen kelimeler gökkuşağı renklerinde kumaşlarla kapatılmış. Kurtboğan otu ve mızrağın işlendiği bizi doğadan ayıran perdeler, geleneksel kumaş üretimine ve gelecek-geçmiş- şu ana odaklanan bir başka işiyle, sergi salonunun dışına çıkan kırmızı kumaşla kaplı ağaç dallarıyla, gayriresmi bir özgeçmişle; özetle kimliği, bireyi, doğayı ve iktidarı defalarca aynı anda yeniden düşündüren işleriyle Akın Demiral’la “Avcının Güncesi”nin önünde vedalaşıyoruz…

Bir hedef tahtasına oklar saplı. İşin tam karşısına geçmemi istiyor sanatçı. Dediğini yapıyorum, gülümseyip diyor ki:

“Artık sen de avcısın.”

Akın Demiral’ın queer ekolojiyi av-avcı ilişkisiyle yeniden kurduğu eserlerinin yer aldığı sergisini 31 Mart Cuma gününe dek Ankara, Zülfü Livaneli Kültür Merkezi, Mutluluk Salonu’nda görebilirsiniz.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam