13/02/2007 | Yazar: Kaos GL

‘Bilinmeyene doğru, onu keşfetmek amacıyla yapılan bir yolculuktur. Keşfetme süreciyle birlikte aşkın ikinci periyoduna da, doruk noktasına da, ulaşmış oluruz. Bir masal ülkesine atılan ilk adımın şaşkınlığı uzun bir süre sürer. Sanki masmavi bulutların arasında pembe bir aleve doğru yapılan bir gezintidir. Aleve olan mesafe değişmez. Ona doğru yürünür ama ulaşılamaz. Çoğu zaman da ulaşılmak istenmez. Çünkü alev yakabilir.’

‘Bilinmeyene doğru, onu keşfetmek amacıyla yapılan bir yolculuktur. Keşfetme süreciyle birlikte aşkın ikinci periyoduna da, doruk noktasına da, ulaşmış oluruz. Bir masal ülkesine atılan ilk adımın şaşkınlığı uzun bir süre sürer. Sanki masmavi bulutların arasında pembe bir aleve doğru yapılan bir gezintidir. Aleve olan mesafe değişmez. Ona doğru yürünür ama ulaşılamaz. Çoğu zaman da ulaşılmak istenmez. Çünkü alev yakabilir.’

KAOS GL

A. Galip

Son sayıdaki, bu satırların yazarına ait ‘Ahlâk ve Hukuk’ başlıklı yazıyı takip eden sayfada Şener'in ‘Biri bana ahlâkın ne olduğunu söylesin. Yoksa ahlâksızlıktan öleceğim’ cümlesini okuyunca bende bir kaygıdır başladı. Kaygılanmam derhal Şener'i bulup ahlâkın ne olduğunu söylemek, böylece de bir canı kurtarmak telaşından kaynaklanmıyordu. Zira ahlâkın ne olduğunu bilmemek yüzünden ya da bu bilgiye sahip olmamanın kişiyi ahlâksızlığa dolayısıyla da ölüme sürüklediğine ilişkin herhangi bir olayı duymuşluğum, okumuşluğum yoktu. Hatta böyle bir olayın vuku bulmayacağından da kuramsal olarak son derece emindim. Ahlâkı temel alan bir hukuk sisteminin geçerli olduğu kimi toplumlarda kişiler gerçekleştirmiş oldukları edimlerin toplum nezdinde onaylanmama derecesine bağlı olarak ölümle cezalandırılmaları bilgim dâhilindeydi ama bir kişinin ‘öleceğim’ demesine bir anlam verememiştim. Kaldı ki bu yüzden Şener'in öleceğine inanmamıştım da. Beni şiddetli bir kaygı nöbetine sürükleyen şey son üç sayıdır ahlâk üzerine ahkâm kesen yazılar kaleme almama rağmen hâlâ aynı dergide ahlâkın niteliğine ilişkin sıfır bilgili yazıların yayınlanmasıydı. Bir bardak bol şekerli ılık süt içip kaygı nöbetimi atlattıktan sonra oturup meseleyi yeniden gözden geçirdim. İlgili yazılarıma şöyle bir göz attıktan sonra ahlâkı yeterince tanımlayamamış olma seçeneğini hızla eleyerek heteroseksüel biri olmam nedeniyle derginin sorumlularından başlayıp dağıtımcısı ve okuyucularına dek uzanan şahsıma yönelik ve yazılarımın okunmamasını sağlamayı görev edinmiş bir karşı-cephenin kurulmuş olma seçeneği üzerinde yoğunlaştım. Bu konudaki kuşkularımı destekleyecek yeterince kanıtlarım da vardı zaten. Yeni son sayıda, kapağa ‘Gey ve Lezbiyen Araştırma Dergisi’ ibaresinin konmasının yanı sıra Yeşim T. Başaran imzalı ve ustaca düşünülmüş ‘Heteroseksüellik Bir Tercihtir’ başlıklı yazıyla da süregelen kültürel-ideolojik süreci tersine çevirerek beni bir azınlık, bir marjinal konuma yerleştirmeye çalıştıklarını derhal anlayıverdim. Sıra açıklık kazandırmam gereken bir olaya gelmişti. Bütün bu kumpasları düzenleyenlerin, oluşturulan bu karşı cephenin elebaşı kim olabilirdi? Doğrusunu söylemek gerekirse iki isimden, Gay’e Efendisiz’den ve Ali Özbaş’tan şüpheleniyordum. Kesin faili bulmak için durumu bir daha değerlendirmeye karar verip elimde boşalmış süt bardağıyla mutfağa doğru yöneldiğimde şiddetli bir mide ağrısıyla kıvranmaya başladım. Dolaptaki bütün süt stokuna ek olarak mevcut süt tozlarını da tüketmiş olmanın bir hediyesiydi beni iki büklüm yapan mide ağrısı. Kendimi koltuğa atıp ellerimle midemi bastırdığımda bütün bu işlerin Ali Özbaş’ın başının altından çıktığından emindim. Zaten son sayıda tamamıyla geriye çekilmiş bütün faaliyetini bana karşı bir oluşumu örgütlemeye hasretmişti. Burada mevzu bahis olunamayacak bir görevi ifa ettikten ve sancılarım da biraz dindikten sonra derhal telefonla Ali Özbaş’a ulaştım. Belki inanmayacaksınız ama görülmedik, işitilmedik bir nezaket gayretiyle telefona alo deyip, beni tanıdığını ima eden (demek ki bir suçlu psikolojisiyle arayacağımı yani yakalanacağını bekliyordu) birkaç sözden sonra hal ve hatırımı sormayı bile denedi. Bense sesime olağan bir telefon görüşmesi masumiyeti katarak her zamanki gibi büyük bir tevazu içerisinde asil ve kibar bir biçimde sorularına karşılık verip retorik sorularımı yönelttim. Yanıtlarını da sonuna kadar dinledim. Hem de iş-güç ve şahsi sıkıntılarından bunaldığımı belli etmeksizin sabırla dinledim. O ise ısrarla anlatıyordu. Bilgisayar diliyle söyleyecek olsak megabayt cinsinden, telefon diliyle söyleyecek olsak kontür cinsinden üç haneli bir rakamı oluşturacak kadar iletişim sağladıktan sonra nihayet dergi ile alâkalı mevzulara gelebildik. Ahlâkla ilgili onca şey yazdıktan sonra son sayıdaki Şener'in yazısının hangi kaygıyla yazılmış olabileceğini sorduğumda, benim ilk yazıdan çok önce ellerine ulaştığını ancak yeni yayımlayabildiklerini söyledi. Olabilir diye düşündüğümden peki dedim. Başka ilgilerin, tepkilerin olup olmadığını sorduğumda ise Ali’nin derin bir iç çektiğini duydum fakat bu iç çekişi ne gibi jest ve mimiklerle desteklediğini doğal olarak göremedim. Tam da yanlış kişiyle uğraşıyorsun diye düşünmeye başlamışken bu kısacık iç çekiş süreci kuşkularımın yeniden canlanmasına ve doğru iz üzerinde olduğuma ilişkin bir inanç geliştirmeme neden oldu. İşte yakaladım seni Ali Özbaş diye içimden tekrar ediyordum, o ise yumuşak ve samimi bir ses tonuyla yeniden konuşmaya başladı. İnancını yitirme diye kendi kendimi telkin ede ede dinlemeyi sürdürdüm. Uzun uzun, kırık dökük anlattığı şeyleri kısaca şöyle özetleyebilirim. Yok, efendim ben ahlâk, hukuk, edebiyat ve eleştiri gibi ciddi ve derin konularda yazıyormuşum. Hayır, yazdıklarıma bir diyeceği yokmuş, hatta takdir ederek ve büyük bir keyifle okuyormuş, yararlanıyormuş, bilgisini artırıyormuş, falan filan… Dergim okuyucusu da böyle düşünüyormuş ancak ilgileri daha çok kendilerinin de hakkında bir çift söz edebileceği konulardan yanaymış…
Sanem Akay’ın ‘Zeki Müren’ yazısı buna örnek verilebilirmiş. Yeşim Başaran’ın aşk mefhumunu irdeleyen yazısı reytingi en fazla olan yazılardanmış. Yeşim’in aşk köşesi derginin en fazla okunan sayfasıymış. Hatta okuyucular Yeşim’in sayfasının okunmaktan yıprandığı/yırtıldığı için cereyanlı mektup marifetiyle izolabant isteklerini ifade ediyorlarmış. Bir gün vaktim olursa, ofisine uğrarsam bana da gösterebilirmiş.

Bol şekerli ılık süt içme isteğimi yatıştırıp son sayılara göz attığımda Yeşim’in ilgili yazısının yer aldığı sayının ilgili (Kaos GL, S. 62, s. 28–29) sayfasının yırtılmış olduğunu hayretle görüp (kimi kötü niyetli kimselerin hasetimden mahsus yırttığıma ilişkin çıkardıkları spekülasyonlara sakın kulak asmayın) Ali’den kuşkulanmakla ne denli densizlik ettiğime kanaat getirdim. Ah şu kuşku iblisi beni kandırmayı nasıl da başarmıştı. Son sayılarda aşk üzerine öyle tartışmalar sürüyordu ki herkes tecrübesinden hareketle bir zamanlar yüreklerinde ince bir neşter sancısı bırakmış olan aşkı bu kez kendileri bir cerrahi operasyona tabi tutuyorlardı.

Heyecandan öylece masaya bırakıverdiğim ahizeyi hatırlayıp kulağıma tuttuğumda Ali’nin özür dileyen sesini duydum. Niyetinin kötü olduğunu bildiğini ancak şeytana uyduğunu, derginin dağıtıma verilmeden önce gizlice benim yazılarımın yer aldığı sayfalarını kestiğini bu yüzden benden özür dilediğini falan söylüyordu. Önemli olmadığını, hayır, kızmadığımı söyleyip veda ederek telefonu kapattım. Son söylediklerini aslında telefonu kapatmadan önce tam olarak algılayamamıştım. Sonradan zihnimde toparlayabildim ama artık önemli de değildi. Hiçbir şey beni meşgul edemezdi. Aşk üzerine derli toplu, oturaklı bir yazı yazmam gerekiyordu. Okuyuculara karşı bu benim birincil vazifemdi. Daha fazla bekletemezdim onları.

Hekimlerin

Çağdaş zarif terimlerle bezediği

Bütün nevrozlar kabulüm

Anladım

Sayrılı ruh halleriyle yaşadığım

Aşk diye bir şey var.

‘Aşk nedir?’ sorusu genellikle ne’dirli sorularda başımıza gelen, L. Witgeinstein’ın vurguladığı gibi, bir zihin kasılmasına neden oluyor. Bu soruya yanıt olarak ne diyeceğimizi, neyi karşılık olarak göstereceğimizi bilemeyiz. Burada bir anlam problemiyle yüz yüzeyiz ki felsefe yönüne dalacak olursak aşk gibi çekici (mi?) bir konuyu fazlasıyla çekilmez bir hale getirebiliriz. Bu aşamada böylesi bir riski yüklenmenin hiçbir anlamı yok. Öyleyse sık kullanılan bir cümleyle konuya girelim. Aşk, hayatta insanın başına gelebilecek en tatlı beladır. Nereden çıktı bu oxmoron, belanın da tatlısı olur mu? Aşk kimsenin kaçmak istemediği, kurtulmak istemediği ancak yine de bir bela olarak nitelendirdikleri yaşantı durumudur. Aşk denilen yaşantı durumu boyunca kişinin hayat seyri normal akışından çıkıyor. Aşk hali, kendine has mantık dilini ve rasyonalizasyonunu dayatıyor. Kişinin algılayış ve kavrayış düzeneği tamamen değişiyor. Sanki kişi dünyayı ve nesneleri yeniden anlamlandırıyor. Aşkın seyrine ve şiddetine bağlı olarak dayanıklılık ve tahammül gücü bir uçtan bir uca ama hep uçlarda dolaşıyor. Kişinin olağan yaşam akışı içerisinde aşk bir dönüm noktasına denk düşer. O noktadan sonra kişi belli kritik dönemleri yaşayarak yeniden olağan dönemine geri döner. Bu kritik dönemleri de başlangıç, doruk ve bitiş anı diye periyotlara bölebiliriz. Başlangıç döneminde kişi aşkının nesnesine doğru, onunla bütünleşmek için tam bir âşık rolü oynar. Kulağın sağır, gözün kör olduğu dönemdir. Bir kaleyi fethetmek için akın düzenleyen bir ordu komutanı edasındadır âşık. Araçların hızla gözden geçirildiği ve can alıcı hamlelerin gerçekleştirildiği dönemdir. Yapılan ince hesaplar ve taktikler olağan olmayan bir ruh halinin motivasyonuna dayandığı için olabildiğince naif ve olabildiğince duygusal ağırlıktadır. Bu dönemi şöyle de özetleyebiliriz:

Beyin durur kalp atar, göz konuşur dil susar

Ruhların kontağıdır, trans budur vecd budur.

Bilinmeyene doğru, onu keşfetmek amacıyla yapılan bir yolculuktur. Keşfetme süreciyle birlikte aşkın ikinci periyoduna da, doruk noktasına da, ulaşmış oluruz. Bir masal ülkesine atılan ilk adımın şaşkınlığı uzun bir süre sürer. Sanki masmavi bulutların arasında pembe bir aleve doğru yapılan bir gezintidir. Aleve olan mesafe değişmez. Ona doğru yürünür ama ulaşılamaz. Çoğu zaman da ulaşılmak istenmez. Çünkü alev yakabilir. Ya da tılsımı bozulur. Kestirme yollardan özenle uzak durulur. El ele tutuşan iki kişinin hoplaya zıplaya yol alması gibidir. Ama bu yolculuk ne kadar sürebilir ki! Güneş batar. Bir zaman mehtap yardımına koşar kişilerin. Ay ışığı sonatı başlar. Gökyüzünde silme yıldızlar. Gittikçe yavaşlayan fısıldaşmalar. Yemin billâh terk etmem sözleri. Aradığımı buldum yanılsamaları. Senden sonrası yok halleri. Zamanı durdurmak, zamana bağlı olarak tükenen rezervleri yenilemek mümkün mü? Ağır ağır şafak sökmektedir. Ve elbette üçüncü periyot. Bitiş. Final sahnesi zengin seçenekler sunmaz. Ya onarılmaz yaralar ve kırgınlıklar ya da hafif kederli bir pozla elveda öpücüğü. Çünkü kale fethedilmiş, büyü bozulmuştur.

Sayrılı ruh halleriyle yaşanan aşk diye bir şey kalır geride.

Bir yaşantı durumu olarak tanımladığımız aşka ilişkin yukarıdaki kurgumuzu, kimilerinin romantik aşk kompleksi dedikleri duygusal iniş-çıkışları daha da geliştirebiliriz. Özellikle bitiş periyodunu sorgulayıcı bir yaklaşıma tabi tutabiliriz.

Aşk mı bitmiştir, kişiler mi birbirlerini tüketmiştir?

Yanıtı Max Frisch’den alalım:

Aşkımız sona erdiği için, gücünü tükettiği için, o kişi bizim açımızdan biter… Yeni gösterilere katılma isteğimiz azalır… Düş kırıklığına uğrayan şöyle der: ‘Sen artık benim tanıdığım kişi değilsin.’ Peki, bu nedir?

İnsan bir gizem için -sonuçta insan varlık bir gizemdir- heyecanlı bir bulmaca için yorulmuştur. Ve böylelikle insan kendisi için bir imza yaratır. Bu sevgisiz bir edimdir, ihanettir. (aktaran Bauman 1998:120)*

Bilinmeze doğru bir keşif yolculuğu olan aşk sonunda gizeme ulaşmış ve onu derhal terk etmiştir. İki kişiyle başlayan aşk birinin ‘terk etmesiyle’ dağılmıştır. Belki de ta başından gizem sanılan şey çakışmayan, uyuşmayan bir imzaydı. Böyle de olsa, bunu anlamak için yürünmesi gereken bir yoldur aşk. Hem varılacak yeri kim umursamıştır ki? Aslolan partnerdir ve mutlaka yola çıkılacaktır.

Aşk

Ölüme varan bir yolculukta

Hatırada kalan tek manzaradır.

Birer birer yaşanan ve birer birer tükenen aşklar aslında büyük harfle başlayan Aşk’ın paydasına yazılırlar fakat bu bölme işlemi asla sonuçlanmaz. Matematiğin asla çözemeyeceği bir problem, mantığın simgeleştiremediği bir dildir. Aşk yalnızca sanatın atardamarıdır ki henüz yazılmamış bir roman, şiir, öykü, bestelenmemiş bir müzik parçası ve yapılmamış bir tablodur. Hiçbir heykeltıraşın yontamadığı mermer belki krom belki quarts. Aşk Ferhat’ın delemediği dağ, Mecnun’un aşamadığı çöldür.

Aşk her ölümlünün yürekte buhar, gözde buğuyla yad ettiği tek manzaradır ki yaşanmamış kaç hayat, kaç bahar tılsımı gizler, bilinmez.

Aşk nasıl özetlenebilir? Değil mi ki ‘Güzel olan hiçbir şey hülasa edilemez’ demiştir, P. Valery.
Benim hatırladığım aşk manzarası ise hayatıma giren ve hepsini sağanak halinde sevmiş, tepeden tırnağa yağmurlarıyla ıslanmış olduğum kadınların, adlarını unutmuş olsam bile (mümkün mü?), kalbimde sızılarını en parlak tonlarıyla hatırladığım bitmemiş bir tuvaldir...

Aşk

Başlamadan bitecek korkusuyla

Hep ertelenen bir yolculuktur.

Bindiğiniz bir arabanın hiç istemediğiniz bir yola sapması, trenin aniden makas değiştirmesi gibidir aşk. Yaşadığınız dünya sanki o eski, tanıdık dünya değildir. Ya da görünmez bir el sizi hiç tanımadığınız bir gezegenin ortasına bırakıvermiş gibidir. Bütün tecrübeniz sıfırlanmış en yalın masumiyetinizle ordasınızdır.

Aşk belki de bir kez daha yeniden kirlenmektir.

Sürekli ertelediğimiz bir yolculuğa, hiç hazırlıklı olmadığınız bir anda kılavuzsuz olarak çıkmaktır. Ne gariptir ki aşk, gideceğiniz yeri bilmediğiniz halde, geri dönüşünün olmadığını bile bile mütemadiyen uzatmak istediğiniz bir yolculuktur.

Aşk, çileye ve hüzne yolculuktur. Çünkü ‘mutlu aşk yoktur.’ Çünkü mutlu aşkların tarihi tutulmaz, kayıtlara geçirilmez. Mutlu aşklar trajedisi olmayan aşklardır. Şarkılara, destanlara giremezler. Bu yüzden ‘okuduğumuz kitaplar ve dinlediğimiz şarkılarla’ mahfederiz kendimizi.
Her aşk, kendine biriken acıdır ve acı tarihi olmayandır. Tarihi olmayanın pedagojisi de olmaz. Bu yüzden aşk, mutlak acemiliktir.

Aşkta ustalaşmak yaşamdan uzaklaşmaktır.

Aşk

Bir nevi ilmi simya ki âlimi yoktur.

Tecrübe edildikçe biriken bir cahilliktir.

Bitmedi!

‘Aşkımla metafizik oldum’ adlı bölümle sürecek.

*"Aşk, cisimleşmiş emniyetsizliktir" diyen Zygmunt Bouman, Max Frisch'in bu pasajından sonra şu yorumu yapıyor: "Evet, aşk Pathos'u gizemden beslenir. Ama beslendiği gizem, kırmayı umut ettiği bir gizemdir. Merak, bilgi umududur ve umut söndüğünde, gizem kayıtsızlığa yol açar… İnsan, partnerini özgür olmaya zorlama ihtiyacını hisseder… Ama zorlanan bir partner artık özgür değildir, artık saygı görmüyordur ve artık ilgilenmeye değer değildir… İlişkiler ne kadar yakınlaşırsa o kadar yaralanmaya açık hale gelir. Aşkın çabaları başlamadan yitirilir." (s. 120–121) Bauman, Z. 1998, Postmodern Etik, Çev. A. Türker, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.


Kaynak: Kaos GL, Şubat-Mart 2000, Sayı 2



Etiketler:
İstihdam