13/02/2007 | Yazar: Kaos GL

Aşk yüzyıllardır insanoğlunun kafasını yormuştur. Aşka inanan-inanmayan herkesin yaşamında bir yerleri işgal eder. Aşkın cinsel kimlikleri farklı gruplarda farklı yaşandığını pek düşünmüyorum. Ama bu yazıda zaman zaman lezbiyen aşk ilişkilerine ayrı olarak değinilecektir.

Aşk yüzyıllardır insanoğlunun kafasını yormuştur. Aşka inanan-inanmayan herkesin yaşamında bir yerleri işgal eder. Aşkın cinsel kimlikleri farklı gruplarda farklı yaşandığını pek düşünmüyorum. Ama bu yazıda zaman zaman lezbiyen aşk ilişkilerine ayrı olarak değinilecektir.

KAOS GL

Yasemin Özalp

Aşk üzerine yüzyıllardır söylenen öyle çok şey var ki, belki de burada dile getirmeye çalışacağım düşünce-duygu formları, bir yerlerde çoktan söylenmiş ve tüketilmiştir. Ben yine de insanlığın bu en temel sorunlarından biri olan ‘aşk’ üzerine düşündüklerimi duyduklarımı, varoluşa ‘sınırsız ve alansız’ bakmaya çalışan bir kadın eşcinsel olarak dile getirmek istiyorum.

Aşk yüzyıllardır insanoğlunun kafasını yormuştur. Aşka inanan-inanmayan herkesin yaşamında bir yerleri işgal eder. Aşkın cinsel kimlikleri farklı gruplarda farklı yaşandığını pek düşünmüyorum. Ama bu yazıda zaman zaman lezbiyen aşk ilişkilerine ayrı olarak değinilecektir.

I. ‘Aşkın mantığı olmaz .’

Ne kadar çok duymuşuzdur bu cümleyi ya da kendimizi rahatlatmak için ne kadar çok söylemişizdir kendimize. Aşkı çılgınca algıladığımız zamanlar olmuştur çoğumuzun. Mantık kıstaslarımızı zorlayan durumlarda kalmışızdır. Oysa düşünce-duygu-akıl-mantık diye adlandırdığımız kavramlar, insan bütünlüğü içinde birbirlerinden ayrılamazlar. Bize bu kavramları birbirinden ayırmaya götüren etken, başkalarına ve kendimize açıklayamadığımız, mantık olarak adlandırdığımız dizge içinde bir yerlere oturtamadığımız duygularımızdır. Bazı durumlarda mantığımız üstün gelir, bazı durumlarda da duygularımız(!). Bu kavramlar nasıl böyle bir hiyerarşi içine sokulabilir? Birinin diğerinden üstün olabilmesi için bu kavramların birbiriyle bütünlüğü, harmonisi olmayan, birbirinden ayrı kavramlar olması gerekir.

İnsan beynini bıçakla ikiye ayırıp; şu kısım duygulara, şu kısım düşüncelere aittir diyebilir miyiz? Bu kavramları böyle bir hiyerarşi içine sokmamızın sebebi toplumsallığımızdır. Özgür düşünceden öylesine uzağız ki; seçimlerimizin toplumsallığımızla, verili olanla, yaşamı algılayışımızdaki hiyerarşi ile uyuşması için kendimizi ölesiye zorluyoruz. Eğer bunlarla uyuşmuyorsa da, yaşadığımızı özünde çılgınca olması gereken bir kavram gibi gösteriyoruz. Böylece üzerimizdeki baskıyı kaldırıyor, bize çelişik gelen yanlarımıza açıklama buluyoruz. Bir şeylere açıklama aradığımız anda da zaten o şeyin kendiliğindenliğini yok ediyor, onu kafamızda daha önceden belirlenmiş olan herhangi bir kalıpla özdeşleştiriyoruz. Yaşamı algılayışımızdaki hiyerarşi farklı sosyoekonomik-kültürel seviyelerden bireylerin birlikteliklerine bakış açımızda kolayca fark ediliyor. Çoğumuz böyle birliktelikler kurmuyoruz. Çünkü bu hiyerarşik düzene göre mantıklı olan aynı katmandakilerin aynı katmandakilerle ilişki kurmasıdır. Mantıklı olmayı yaşamımızda öyle bir yere koymuşuz ki, ‘mantık evliliği’ gibi ipe sapa gelmez kavramlar üretebiliyoruz. Aşka mantık arıyoruz, aşkı mantıksız buluyoruz. Çünkü aşkı nesneleştiriyor ona bir standart arıyoruz. Aşkı yaşamıyor, hissetmiyor; onu bir yerlerden öğreniyoruz. Çünkü yaşamı da deneyimlemiyor, bir yerlerden öğreniyoruz. Toplumsallaştıkça da kutsal kitaplarımız, tabularımız, prensiplerimiz, standartlarımızla vs. kendi kendimizin cehennem zebaniliği görevini kimselere kaptırmıyoruz.

II. ‘Eğer aşktan söz edildiğini duymamış olsalar, Hiçbir zaman sevemeyecek olan insanlar vardır’ La Rochefoucauld

Öylesine öğretilenlerle yaşıyor, öğretilenlerin gerçeğine öylesine inanıyoruz ki, aşkın bundan payını almaması mümkün değil. Aşkın nasıl bir duygu olduğu, âşık olan insanların ne yapacağı bize çok önceleri öğretilmiş. Birbirimize kaç numaralı bakışlarımızı fırlatacağımız, nasıl jestler yapacağımız belli. Birinin kaşını, gözünü vs. beğendik mi hemen kendimizi aşık sanıyor, bir aşık gibi davranmaya çalışıyoruz. En basitinden birbirimize çiçek vermekten veya sevgilimize çiçek almaktan hiç bıkmıyoruz. Çiçek alış-verişine karşı değilim (çiçeklerin koparılmadıkları sürece daha güzel olduklarını düşünmeme rağmen). Ancak bu jestimiz aşkın getirdiği bir zorunluluk olarak yapılıyorsa hiç gereği yok. Bir insanı sevmek ve bunu ifade edebilmek için araçlara gerek yok çünkü. Ancak kafamızdaki kalıplar öylesine belirgin ki, ne yapmak istediğimiz değil de, ne yapmamız gerektiği ön plana çıkıyor. Bilinçli ya da bilinçsiz kendimizi motive ediyoruz. Birlikteliklerin ilk aşamaları da kendimizi had safhada kontrol ettiğimiz bu yapay dünyada şekilleniyor. Sonra bir gün birlikte olduğunuz kişinin beklentilerimize uygun olmayan yanlarını keşfetmeye başladığımızda sorunlar başlıyor. Çünkü bize öğretilen şeyler bizde beklentiler oluşturmuş ve biz beklentilerimize uygun olmayanlara dünyamızda yer açamayız. Yaşamı, aşkı deneyimlemiyoruz. Onu yarattığımız kalıplar içine sıkıştırmak, böylece ona hükmetmek istiyoruz. Kuralları belirli bir oyunda, payımıza mızıkçı bir sevgili düşmemeli. Doğum günümüzü unutan bir sevgiliden daha kötü ne olabilir ki ?(!) Oysa aşk bir formel mantık önermesi değildir. Kapının ardında ne olduğunu biliyorsak, kapıyı aralamak niye? Aşk; olduğu gibi bir şeydir. Yaşamdaki her şey gibi!

III.

Lezbiyenlik toplumda o kadar örtük ki, lezbiyen aşk ilişkileri yaşamak da günümüz koşullarında oldukça zor görünüyor. Toplumca yok sayılma, her şeyi kaçamak yaşama, bazen duygularımızı ve düşüncelerimizi paylaşacak birilerini bile bulamamanın yarattığı sıkıntıların üzerine, bir de partner bulma sorunları ekleniyor. Bu sorun çoğumuzun beynini işgal ediyor, zamanımızı öldürüyor. Bazen yaşamın bütün alanlarını bir yana bırakıp kendimizi bir yöne motive ediyoruz. Bir şeyler bekliyoruz. Beklediğimiz şeyler de kafamızda bütün sınırlarıyla çoktan şekillenmiş. İşte bu yüzden yaşanan tüm deneyimler beklentilerimizin dışında kalıyor. Çünkü onlar durağan değil dinamik, yani yaşama ait. Aşkı beklerken ya da yaşarken onun tutsağı oluyoruz. Âşık olduk diye çay içmenin keyfini bir yana mı bırakalım? Eğer aşka (ya da her hangi başka bir alana) böylesi bir hiyerarşik üstünlük tanırsak, elbette onun rengini yitirir ve onu tutsaklığa dönüştürürüz. Bu tutsaklığın yaşamımızın diğer alanlarını da tüketmesi işten bile değildir.

IV.: ‘Seni sonsuza dek seveceğim’

Masumca ve romantik bir vaat gibi görünüyor değil mi? Artık çoğumuz böyle bir vaade

inanmıyoruz. Neden inanmadığımız sorulduğunda da, bireylere olan güvensizliğimizi öne sürüyoruz. Kanımca, biraz derinine düşünürsek, bireylere olan güvensizliğimiz yalnızca yanılsama.
Bir kere bu cümlenin gerisinde büyük bir sahiplenme ve mülkiyet duygusu gizleniyor. Yaşamı o kişiyle, o anda donduruyor ve devinim sürecinden koparıyoruz. Yaşamın bize getireceği deneyimlerden, yeniliklerden, yaşamın dinamiğinden kendimizi soyutlayıp bir kenara hapsediyoruz. Bunun karşılığında da aynı oranda sahiplenilme duygumuzun tatmin edilmesini. Yalnızca kendimizi bilinçli bir şekilde tutsaklaştırıp sahip olma, hükmetme duygularımızı tatmin etmekle kalmıyor, bir de aynı oranda karşılık bekliyoruz. Her şeyi bir alış-veriş sistemine dönüştürüp, bize beklediğimiz oranda karşılık gelmediğinde de, her şeye küsüyoruz. Bir yığın sorun çıkarıyoruz. Karşımızdakinden belli davranış kalıplarında olmasını bekliyoruz. Bu kalıplarla ifade edilmeyen duygu ve düşünceler değerini yitiriyor. Duygu ve düşüncelerin derecelendirmesini yapıyoruz. Kalıplara uymayanlar da atık muamelesi görüyor. Karşımızdaki kendini bizim ifade ettiğimiz gibi ifade etmezse veya bizi yeterince(!) sevmediğini düşünüyorsak vay haline! Kaprislerimizin ardı arkası kesilmiyor. Sevgini doğası gereği bireysel yaşanabileceğini ve özgünlüğünü de bu bireysellikten aldığını göz ardı ediyoruz. Böylece yaşamı ve aşkı tüketiyoruz. Gökkuşağını tek renkli görmek istiyoruz. Kendimize de başkalarına da yaşamı deneyimleme izni vermiyoruz. Kavramları nesneleştiriyor, kalıplar içine sıkıştırıyoruz. Bir de bakıyoruz ki her şey bitmiş. Biten şeylere bahanemiz de hazır. Oysa biz onun kendiliğindenliğine izin versek ve kalıplarımıza sıkışmasak yalnızca özgün deneyimler yaşamış olacaktık. Kendimizi ona tutsak etmeseydik, o da yaşam sürecinin bir kesiti, yaşamın bir rengi olarak olduğu yerde kalacaktı. Çoğu zaman birbirimizin yüzünü bile görmek istemiyoruz. Çünkü ilişki süresince bir şeyler üretmekten çok tüketiyoruz. Paylaşmaktan çok kaçıyoruz. Aşkın kalıplarına uyalım, beklentilere cevap verelim derken her şeyi yok ediyoruz. Bir insanı, salt o insan olduğu için; o insanı bir şeylerle özdeşleştirmeden, maskelerden arınmış özüyle sevebilmek böylesine mi zor?

V. ‘Heteroseksüellere âşık olma!’

Kaç kez işitmişimdir bu uyarıyı. Neden? Çünkü aşkıma karşılık bulamam.

Karşılıklılık aşkın biricik unsurudur.(!) Paylaşılmayınca, karşılığı olmayınca aşk ne işe yarar ki?(!) Eğer karşımızdakine ulaşamazsak, sahiplenme duygumuzu nasıl tatmin ederiz? Nasıl kontrol edebilir, hükmedebiliriz? Aşkı kafamızda öyle bir şekillendirmişiz ki, onun illaki iki kişilik bir varoluş şekli olduğuna inanıyoruz. İlahi, platonik aşklar yaşayalım, keşişlere dönelim demiyorum. Ama aşk kendiliğinden bir şeydir ve aşk özgürlüktür. Plansız, programsızdır. Kontrol edilmesi, hükmedilmesi gerekli bir şey değildir. Her şeyin metalaştırıldığı, insan bedeninin ve duygularının cinsel pazara sunulduğu ve fiyatının biçildiği bir sistemde platonik aşkı algılamak ve yaşamak güç olabilir. Ama ‘Ben elmayı seviyorsam, elma da beni sevmek zorunda mı?’ Elmanın salt elma olmasının yaşama getirdiği rengi ne yok edebilir ki? Ama aşkı böyle algılamak, bütünsel olarak yaşamı böyle algılamaktan geçer. Eğer biz yaşamı hükmetme ve sahip olma ilişkileri içinde algılıyor ve böylece kendimizi hükmettiğimizi veya sahip olduğumuzu sandığımız şeylerin tutsağı ediyorsak, zaten karşılıklı da olsa aşkı tutsaklaştırır ve yok ederiz. Yaşamın her alanını onun bir parçası olarak algılar ve yaşamımızı beklentilerden ve önyargılardan arındırırsak, platonik aşk da yalnızca yaşamın özgür bir alanı olur. Yoksa bitmek tükenmek bilmeyen sahiplenme, hükmetme, kontrol etme duygularımız her durumda her şeyi tüketmeye zaten yeterlidir. En basit kıskançlık krizlerimizden ve güvensizlik duygularımızdan başlayarak bir ilişkiyi kalenin içindeki düşman gibi yavaş yavaş öldürmeye başlarız. Sonu bilinen masallarımızın tanıdık kahramanları olmaktan da hiç bıkmayız.

Aşka karşılıklı olması gibi anlamlar yüklememize gerek yok. Çünkü aşk kendi anlamını kendi yaratır. Aşka yapacağımız en büyük iyilik, onu yaşamımızda bir yerlere koymayıp, bütünün içindeki yerinde bırakmaktır. Yoksa aşkın karşılıklı olup olmaması da bir şeyleri değiştirmez.

Kaynak: Kaos GL, Haziran-Temmuz 1996, Sayı 22–24


Etiketler:
İstihdam