07/09/2006 | Yazar: Kaos GL

‘Tüm yasaklar, koruyacakları hiç bir şey kalmadığı zaman, bir şeyi korurmuş gibi görünmek isteyen siyasal iktidarların döneminde ortaya çıkar ve belli toplumsal tabakalardan güç alma amacı taşır. Bugün Türkiye'deki durum da budur.’ Ferit Edgü’nün kaleminden.

‘Tüm yasaklar, koruyacakları hiç bir şey kalmadığı zaman, bir şeyi korurmuş gibi görünmek isteyen siyasal iktidarların döneminde ortaya çıkar ve belli toplumsal tabakalardan güç alma amacı taşır. Bugün Türkiye'deki durum da budur.’ Ferit Edgü’nün kaleminden.

KAOS GL

Ferit Edgü

Ne krallar, ne kilise; ne otoriter, ne totaliter rejimler; ne anneler-babalar, ne hocalar; ne coğrafya, ne de tarih, cinselliğin dışa vurmasının, bir şiire, bir resme, bir romana, bir türküye, bir filme dönüşmesinin önüne geçememişlerdir. Çünkü cinsellik insan gerçeğinin bir parçasıdır. Zaman içinde, toplum töresi, gelenekleri değişir, ama bu gerçek değişmez. Bir gerçek varolsun da insanoğlu onu dile getirmesin, o gerçek sanat yapıtlarına yansımasın, görülmüş şey midir bu?

Görülmediği için de, insanoğlu kendini bildi bileli, cinsellik gerçeğini, kimi dönemlerde ve ülkelerde özgürce, kimi ülkelerde gizlice dile getirmiştir. Bunun da kimilerinin sandığı gibi ümmet ahlakıyla, millet ahlakıyla bir ilgisi yoktur.*

Yunan/Latin edebiyatı erotizmin başyapıtlarıyla doludur. Hindistan'da, tüm duvarları cinsel aşkın sahneleri ile donanmış tapınaklar vardır. Zen dininin Tantra mezhebinde, kadın ve erkek cinsel organları kutsal simgelerdir. Tantra'nın kutsal el yazmaları, cinsel organların (Yin ve Yang) ve çiftleşme (daha doğrusu tekleşme) sahnelerinin resimleri ile bezelidir.

Nietzsche'nin ünlü, "Eros'u zehirleyen tek tanrılı dinler olmuştur." sözü bir gerçektir, ama zehirlenmiş de olsa Eros yaşamını sürdürmeyi başarmıştır. Kilise baskısının en ağır oluğu ortaçağ Avrupası, cinsellikle dolu türküler, şiirler, destanlar, öyküler, masallar yaratmıştır. Belki tek tanrıya inanan toplumlarda, cinsel sanat, Japonya'da, Çin'de olduğu gibi bir gelişme göstermemiştir ama insan suretini yasaklayan İslam dininin geçerli olduğu ülkelerde, topluluklarda bile erotik bir sanat vardır. Kuşkusuz her toplum, kendi özellikleri içinde bir cinsel aşk sanatı yaratmıştır. Bu nedenledir ki bugün, bir Japon, bir Hint, bir Çin, bir Avrupa, bir İslam, bir Afrika, bir Okyanusya erotizminden söz edilmektedir.

Başta Binbir Gece Masalları olmak üzere, tüm İran ve Osmanlı (hem halk, hem divan) şiiri,Mevlana'nın ulu Mesnevi'si erotik öğelerle, anlatılarla, betimlemelerle doludur. Tüm bunlar herkesin bildiği gerçekler.

Bu bilinen gerçeklere, daha az bilinen bir gerçeği ekleyelim: Cinsel aşk sanatının geliştiği dönemler, o toplumların en az sorunlu olduğu dönemlerdir. Yunan/Roma sanatına bakalım, Çin ve Japon erotizminin doruğa ulaştığı dönemi inceleyelim, toplumun görece huzur içinde olduğu dönemlerdir bunlar.

Yasaklamaların ağırlaştığı dönemlere baktığımızda ise savaşları, toplumsal kargaşaları, ekonomik çöküntüyü ve siyasal yönetimin kendine olan güvenini yitirmeye başladığını görüyoruz.

Bugün bizde olduğu gibi.

Dün batı toplumlarında olduğu gibi.

Örneğin çok değil 30 yıl önce, 1956 yılının Kasım ayında bugün cep kitabı olarak satılıp da pek fazla bir okurun ilgisini çekmeyen, cinsel aşk edebiyatının en cesur yazarı Marquis de Sade'ın kitaplarını yayımlayan Jean Jacques Pauvert adlı yayman kendini yargı organlarının önünde bulur.

Bir çoğu 475 adet basılmış, en yüksek tirajı 2.000 olan bu kitabı yayımlayarak kamu ahlakını bozmakla suçlanan Pauvert'i savunan ünlü hukukçu Maurice Garçon, görkemli savunmasında, düşünce özgürlüğü ve yasaklamalarla ilgili tarihsel bilgileri verdikten sonra şöyle der: "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ne, çağımızın bu kutsal kitabına varabilmek için yüzyıllarca süren bir çaba göstermiştir filozoflar, bunun savaşımını vermişlerdir. Tüm uygar devletlerin imzaladığı bu bildirge kişinin inançlarından ötürü 'rahatsız' edilemeyeceğini öngörür. 3 Eylül 1971 anayasası, her kişiye düşüncelerini söylemek, yazmak, basmak ve yaymak özgürlüğünü verir, yazılan, basılan, yayımlanan hiçbir şey sansüre tabi, tutulamaz, önceden denetlenemez, der. (İki yüzyıl önceki bu anayasa maddesini güncelliği dolayısıyla, "özel olarak" aktardım buraya F.E.). Daha sonra şöyle der yargıçlara savunma avukatı Maurice Garçon: "Şunu da belirteyim ki kamu ahlakı konusunda, yargı organları, her zaman yaşadıkları zamanın 30 yıl gerisindedir."

Fransa'nın en saygın yazarlarının, düşünürlerinin savunma tanığı olarak yer aldığı bu dava sonucunda yayımcı Pauvert mahkum olmuş, Marquis de Sade'ın kitapları toplatılıp yok edilmiştir.

1956... Cezayir savaşının en kızgın dönemidir. Aradan 30 değil, 15 yıl geçmeden bu kitaplar, binlerce adet yayımlanmış ve hiç bir kovuşturmaya uğramamıştır. 15 yıl içinde kamu ahlakında ne değişmiştir ki Sade'ın kitapları, ahlak bozucu, yıkıcı, kışkırtıcı niteliklerini bu arada yitirmiştir? Tek örnek ne Fransa'dır, ne de Marquis de Sade olayı.

Örnekler her dönemde, her ülkede vardır.

Henri Miller'in, kendi yurdunda, Amerika'da yayımlanması için 30 yıl beklemesi, Fransa'da ünlenmesi gerekmiştir. İngiltere, bırakın Lady Chatterly'nin Aşığı'nı, majestelerinin bile okuyup anlamakta güçlük çekeceği Joyce'un Ulysses'inin yayımına izin vermemiştir. Eh, düşünce özgürlüğünün "Kabeleri"nden sonra başka bir örnek vermek gerekir mi?

Tüm yasaklar, koruyacakları hiç bir şey kalmadığı zaman, bir şeyi korurmuş gibi görünmek isteyen siyasal iktidarların döneminde ortaya çıkar ve belli toplumsal tabakalardan güç alma amacı taşır.

Bugün Türkiye'deki durum da budur.

Sağdan ya da soldan ya da ortadan biri çıkıp sorabilir: Kamu ahlakını korumak gerekmez mi?

Kuşkusuz gerekir. Ama kamu ahlakını yalnız uçkur indirgeyenlerin koruyamadıkları başka ahlak değerleri vardır demektir. Toplumun tüm "maddi ve manevi" değerleri korunduğunda, cinsellik de, onun dışa vurumu da, sanatı da, yaşamı da o ahlakın çerçevesi içindeki gerçek yerlerini alır.

Böylece yasaklamadan ve yasaklanmaktan kurtulunur. Yasaklama tutkusunu niteleyecek en hafif sözcük 'ayıp'tır.

* Müstehcenlik konusunun sürekli gündeme gelmesini "ümmet ahlakından millet ahlakına geçemedik de ondan" diye açıklayan, meraklısının tahmin edeceği gibi Attila İlhan'dan başkası değil. Yazar, 19 Ocak 1986 günü Milliyet'teki "Temcit Pilavı: Müstehcenlik"başlıklı yazısında, o bildiğimiz "ümmet/millet" şablonunu, bu kez de müstehcenlik olayına uygulayıp şaşırtıcı sonuçlara ulaşıyor. Violette Leduc adlı Fransız kadın yazarın 1960'larda yayınlanan "La Bâtarde/Piç Kız" adlı özyaşam öyküsünü örnek gösterip, "Fransa demokratik ve laik, Violette Leduc kitabını serbestçe yayımlamış: Beğenen övmüş, beğenmeyen yermiş, kimse 'ahlak' elden gidiyor telaşına düşüp, yasaklar koymaya kalkışmamıştır' diyor.

Yazarın mantığını izleyecek olursak, son derece ilginç sonuçlar çıkıyor ortaya:

1/Marquis de Sade'ı ölümünden 150 yılı aşan bir süre sonra yargılayıp mahkum eden Fransa, 1956 yılında, demek oluyorki henüz 'ümmet' toplumuydu.

2/Attila İlhan, 'Fena Halde Leman' adlı romanını (ki andığı Piç Kız bu kitabın yanında cinsel fantazmlar açısından zemzemle yıkanmış gibi kalır) kendi sözcükleriyle "serbestçe yayımladığı, beğenen övüp, beğenmeyen yerdiği, kimse ahlak elden gidiyor telaşına düşüp yasaklar koymaya kalkışmadığı" için de Türkiye 1980 yılında "ümmet" değil "millet" ahlakına sahipti.

Peki ne oldu? Nasıl oldu da Fransa 15 yılda, "ümmet" toplumundan "millet" toplumuna; Türkiye de gene 15 yılda "millet" toplumundan "ümmet" toplumuna dönüştü?

*Bu yazı Cumhuriyet Gazetesi'nin 14 yıl önceki bir ek'inden alınmıştır.

Kaynak: Kaos GL, Nisan-Mayıs 2000, Sayı 3



Etiketler: insan hakları
İstihdam