30/01/2012 | Yazar: Kaos GL

Örgütlü suça, derin devlete tek başına kafa tutan ve de artık kaybedecek bir şeyi olmadığı için delice cesareti olan Behzat Ç., kavruk Ankara’nın göz kamaştırıcı İstanbul’a karşı geçici zaferi ve mağrur yenilgisi olarak da okunamaz mı?

Behzat Ç. ve Ankara’nın Mağrur Yenilgisi Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
“(…) nerede olursan ol; kendi çöplüğünden ne kadar uzaklaşırsan, saç kesimin, kıyafetlerin, fikirlerin, yaşamın da o kadar gülünçleşir”.
Michael Cunningham, Gece İnerken
  
Ankaralı Cinayet Masası Başkomiseri Behzat Ç., İstanbul karşısında Ankara’nın halet-i ruhiyesini temsil eden bir karakter olarak, son bir yılın en popüler dizi karakterlerinden biri. Bu diziyi kültleştiren Behzat’ın soğukkanlı ve hüzünlü karizması veya Harun’un hoyrat çocuksuluğu değil sadece. Hikâyeleri yazan, onları filme çeken ekibin Ankara’yla rabıtası ve bunu her fırsatta dillendirmeleri. Şehrin sokaklarında, barlarında, kahvelerinde sabah-akşam arz-ı endam etmeleri. Dizide Hayalet rolünü oynayan İnanç Konukçu’nun çocuksu bir neşe ve meydan okumayla dile getirdiği: “Biz zaten ekip olarak İstanbul karşıtıyız. Ankaralıyız ve Ankaralı’yı çok seviyoruz.” sözü, dizi karakterlerinin Ankara sakinleri tarafından “bizden biri” olarak görülme haline açıklık getiriyor. Nihayet İstanbullu şov dünyası Ankara’da bir şeyler keşfetmiş görünüyor. Bu dünyanın Ankaralı emekçileri aracılığıyla tabii… Dizide yönetmenin şehri kuşbakışı gösterdiği sahnelerdeki acıklı yoksunluk; Melih Gökçek döneminde şahikasına ulaşan kentsel garabet, aslında Behzat’ın kızının ölümünden sonra yaşadığı ruhsal kuraklığa pek yaraşıyor. Dar açıların şehri Ankara ne de olsa, geniş ufukların değil. Onun için hayat ev içlerinde ve dostlukları derinleştirmekle geçiyor. Onun için herkes birbirini ve her yeri biliyor.
 
Behzat ve ekibi nasıl Ankara’nın halet-i ruhiyesini bedeninde taşıyorsa, Ankara da İstanbul’a kafa tutan, “Sen kazandın ama ben haklıydım.” diyen bir zihniyetin mekânı olarak karşımıza çıkıyor dizide. Bu ekip hep İstanbul’a yeniliyor, en çok ona teslim oluyor. Cunningham’ın sözünü ettiği ayrıksılık ve naiflik, ekibin İstanbul’la karşılaşma anlarında daha belirgin oluyor -ki bu karşılaşmalar sadece mekânsal karşılaşmalarla sınırlı değil. Suçlunun kayırıldığı, olayların örtbas edildiği, devlet büyüklerinin karıştığı derin mevzularda rakip taraf olarak İstanbul çıkıyor karşımıza. Dizinin bir bölümünde Behzat ve ekibi İstanbul sokaklarında yürürken dolanıyor ayaklarına İstanbul. Yol-iz bilmez şaşkın bakışlar, sokağın ritmine uyamama hali, izleyende merhamet uyandıran bir çaresizlik… Tam bir metropol kabusu.
 
Behzat’ın baş edemediği tek adam, “kalleş” Ercüment, İstanbul’dan geliyor ve üstelik de derin devletle bağlantısı olan biri. Çoktandır devlet Ankara’da değil, İstanbul’da mesai yapıyor ne de olsa… Ercüment, Behzat ve ekibinin İstanbul’da çektiği yabancılığı çekmiyor Ankara’da. Şehri ayağının altına alıyor, eziyor, girdisini çıktısını çarçabuk öğreniyor. O bir İstanbullu nihayetinde, kenti okumayı, onu hükmü altına almayı iyi biliyor. Behzat’ı da, yumuşak karnına basarak, hayatındaki kadınlara temas ederek mağlup etmeye yelteniyor. “Her temasın iz bırakacağını” çok iyi biliyor. Behzat’ı yıkabilecek, ağlatabilecek, hoyratlığını ve hırçınlığını gemleyebilecek tek şeyin sevdiği ve masum olduklarına inandığı insanların zarar görmesi olduğunu anlıyor. Sevgisini göstermekten kaçınan, ancak sevdiklerini kaybetme ihtimaliyle yanıp kavrulan Behzat.
 
Dizinin her türlü gösterişten, cazibeden yoksun Ankarası’nın sokaklarında kadın yok. Daha ziyade suçla özdeşleştirilen kenar mahallelerde geçen dizinin “kötü”leri de neredeyse hep erkekler. Şiddetin her türlüsü, adaletsizlik, pervasızlık ve merhametsizlik erkeklerin tekelinde. Kadınlarsa hep “kurban”. Berna’nın madde bağımlısı sevgilisinden; Gönül’ün pavyon sahibi ve müşterilerden; Bahar’ın ceberrut kocası ile siyasi polisten; Eda ile Şule’nin Ercüment’ten korunması gerekiyor. Esra ise kayda değer bir iktidara sahip olduğu için şimdilik gerekenin yapılmasında Behzat’a yardım ediyor.
 
Hayatın ev içlerinde ve kapalı mekânlarda aktığı şehirde, evin dışına çıkan kadın genelde pavyonda konsomatris, parkta ceset… Bacaklarını iki yana aça aça efelenerek yürüyen, otomobilinin lastiklerini öttürerek yolun ortasında duruveren, dükkânların kapılarını tekmeyle açan Behzat ve ekibi, “kahpe Bizans”a karşı Anadolu çocuklarını temsil etme iddiasındalar. İstanbul’dan Ankara’ya dönerken, İstanbul il sınırını gösteren tabelaya işeme fiillerinde cisimleşen ergen erkeklik gösterisi, sahip olamadığın ve hükmedemediğin bir kadını aşağılama girişimi aynı zamanda. Şehirlerin kadınsılaştırılarak anılmaları eğilimini göz önünde bulundurduğumuzda, Ankara’nın nezaheti karşısında İstanbul’un yırtıcı fettanlığına naif bir direniş… O nezahetin yarattığı antipatinin ve kasvetin tezahürü ise, Ercüment’in Ankara tabelasına yağdırdığı kurşunlar. Erkekler arası iktidar mücadelesinde ve gövde gösterisinde kurban olanlar şehirler ve kadınlar. Behzat’ın hasmını dize getirmek için herhangi bir masumu kurban etmeyecek kadar “düzgün” ama “Ben kimseye hesap vermem, Savcı Hanım.” diyerek sevgilisi ve üstü Esra’ya posta koyacak kadar da “zor” bir adam olduğunu da akılda tutalım.
 
Duygularını bile hoyratlıkla gösteren, nüfuz edilemez, dolayısıyla teselli kabul etmez bir adam Behzat. Kimsenin “saçma sapan duygusallık yapmasına” tahammül edemeyen, “artislik yapan”lara haddini bildiren, değirmenlere karşı bir savaşçı. Çoğu erkek gibi özbakım becerilerinden yoksun ve bu yoksunluğu gururla taşıyor. Ayrılırlarken Bahar’ın sarf ettiği, güceniklik de taşıyan, “Sen kendine iyi bakmazsın, Savcı Hanım’a söyle sana iyi baksın.” sözünden de anlıyoruz bunu. Yakışıklılığı ve şıklığıyla cezbe yaratmıyor. Murat Sevinç’in dediği gibi (Bkz. “Behzat Ç. Ankaradır” ve “Behzat Ç.”, ekşi sözlük), hem bize sevdiğimizin ille de güzel olması gerekmediğini hatırlatıyor, hem de bizim de tartaklamak isteyeceğimiz adamları dövüyor. Ama sarıp sarmalamayı beceremiyor. Sevdiğine “beni böyle kabul et” demenin ve kabul görmenin konforuyla yaşıyor. Gündeliği çekip çevirmeyi kadınlara bırakmanın konforu da cabası…
 
Ancak Şule’nin “ODTÜ’lülüğü” ve Bahar’ın örgütlülüğüyle bir ölçüde kırılabilen anti-entelektüelist tavırdan da söz edilmeli. Bunun beraberinde getirdiği, “erkeklik patlaması” denebilecek bir pratik de evde ve sokakta, işte ve aile ortamında kendini gösteriyor. “Karı gibi” davranmanın tahammül edilemezliği, “karı gibi” olmanın duygularını gizlememek ve acz göstermekle eşanlamlı olması Behzat ve ekibinin maceralarında sıklıkla karşılaşılan bir hal. Alttan alanı, “karı gibi” olanı daha fazla ezme, sarsma pratiği Cinayet Büro’da çalışan Cevdet ve Selim’in dizideki konumlarında gözle görünür oluyor. Cevdet’in bir sandalyenin üstünde günü geçirmesi, sürekli çay servisi yapmaya zorlanması; Selim’in kapı dibindeki masası ve her ikisinin de mekânsal konumlarıyla mütenasip özensiz bir muameleye maruz kalmaları, cinsiyetçi hiyerarşinin mekânsal görüngüsü. Eda bile bir kadın olarak bu ikisinden daha fazla saygı görüyor çünkü “karı gibi olmak”, kadın olmaktan daha iflah olmaz konum. Savcı Esra, kılığı kıyafeti ve vücut diliyle otorite ima ettiği zamanlarda söz geçirebiliyor bu ekibe ancak. Behzat’a değil tabii ki…
 
Adaletten, hukuk sisteminden umudumuzu kesmişken, adaleti kendi elleriyle, kaide kural dinlemeden tecelli ettiren Behzat ve ekibinin tesis ettiğini düşündüğümüz karşı hegemonya, bu ekibin şedit ve cinsiyetçi tavırlarını görmezden gelmemize sebep oluyor. Siyaseten doğru olmak yönünde en ufak bir çabası olmayan ekibin, adaletin yerini bulması için yaptıkları her şeye rağmen “helal olsun” dedirtiyor izleyiciye. Örgütlü suça, derin devlete tek başına kafa tutan ve de artık kaybedecek bir şeyi olmadığı için delice cesareti olan Behzat Ç., kavruk Ankara’nın göz kamaştırıcı İstanbul’a karşı geçici zaferi ve mağrur yenilgisi olarak da okunamaz mı?
 

Funda Şenol Cantek

funda.senol@gmail.com

Bu yazı Kaos GL Dergisi’nin 120. sayısında yayınlanmıştır.


Etiketler: medya
İstihdam