13/02/2007 | Yazar: Kaos GL
‘Yıkanmayacak mısın’ diyorum. Hayır diyor şaşırarak, kirlendik mi diye soruyor, kokunu üzerimde taşımak istiyorum. Belki de erkeklerle sevişmelerini anımsayarak seviştikten sonra banyoya koşan sevgililerimi düşünüyorum. Ne güzel, banyo telaşı yok, birşeyleri yıkayıp atmıyoruz zihnimizden diyorum.’
‘Yıkanmayacak mısın’ diyorum. Hayır diyor şaşırarak, kirlendik mi diye soruyor, kokunu üzerimde taşımak istiyorum. Belki de erkeklerle sevişmelerini anımsayarak seviştikten sonra banyoya koşan sevgililerimi düşünüyorum. Ne güzel, banyo telaşı yok, birşeyleri yıkayıp atmıyoruz zihnimizden diyorum.’KAOS GL
Ve o gün geldi. O, o gün geldi. Sabahın sessizliğinde heyecanla yatağımı terkettim. İki senedir hiç aksatmadığımız yazışmalardan sonra nihayet birbirimize değebilecektik.
O her zamanki telaş ve abartılmış sorumluluk duygumla saat altıda geleceği öngörülen otobüsü karşılamak üzere 5.30'da soluğu Harem garında almıştım bile.. Yol bu.. Artık sabrımın sınırlarını zorluyorum. Nihayet sekizde otobüs göründü. Heyecanla ama heyecanımı gizlemeye de çalışan bir ifadeyle aracın sağında solunda durmakla devinmek arası saniyeleri sayıyorum. Bir küçük el çantasıyla, tam Almana benzemeyen ama Türke de hiç benzemeyen, gözlüklerinden tanıyarak, "işte o" dediğim gençkız, adımını İstanbul'a atmıştı bile.
Her ikimizde de gizlemeye çalıştığımız o garip heyecan. Bizi biraraya getiren "neden", aklımızdan hiç çıkmıyor, sessizce paylaşıyoruz o sırrı.
Eve doğru yola koyuluyoruz. İşte İstanbul! diyorum. Boğazın bir yakasından diğer yakasını işaretliyerek. Gülümsüyor.
Evin kapısını açıyorum. İkimiz de konuşmuyoruz. Ne konuşacağımızı bilmiyoruz. Dinlenmeyi teklif ediyorum; yorgun olmadığını söylüyor. Bense yorgunum, sanki oniki saat süren yolculuğu ben yapmışım gibi. Onun dışından kimselerden aldığım mektuplarla dolu dosyayı gösteriyorum. Bir çoğunda da ona garip gelen erotik ifadeler. Şaşırarak bunları ona neden gösterdiğimi soruyor. Bilmiyorum.
Öncelikle ne yapılabilir, tabii ki sevişilmez. Şimdi klasik bir İstanbul programı zamanıdır. Ayasofya, Kapalıçarşı, Topkapı... inanılmaz bir hızla dolaşıyoruz hepsini. Bu sıcak havada en iyi köşe "sarnıç" olmalı diyorum. Sarnıcın o büyülü havası, Pavorotti çalıyor. Serin, loş.. İkimiz de hoşlanıyoruz. Bu güzellikleri birlikte yaşadığımız için coşuyoruz. Gözlerimizdeki pırıltı birbiriyle buluşuyor. Bir kıvılcım. Sarılıyoruz. Ama ürkek; altında ben her gördüğümle yatmam yatamam, kolay kolay ele geçmem ona göre ha.. diyen bir ifade. Olsun onca uzaklıkta birbirimizi bulmuşuz, onca dil uzaklığında birbirimizi anlıyoruz ya.
Bu şehir, şimdi bambaşka görünüyor bana. Çok sıcak, rüya dolu, eli çok açık; şimdi beni yaşıyorsun, işte o çok özel yüzüm diyor.
Eve döndüğümüzde, dolu dolu geçen bir günün sevinci ve yorgunluğu yayılıyor bedenlerimizden. Hazırlanan yemekler var daha sırada. Şimdi onları ısıtmalı, masayı hazırlamalıyım. Bir yabancıyla ilk kez benim evimde, hazırladığım yemeklerin yenmesi hep bir imtihan heyecanı yaşatmıştır bana. Bu heyecan belki biraz rakıyla dağıtılabilirdi işte şu anda. Şeftalileri soyuyorum, buz gibi rakılar hazırlıyorum. Herşey çok kolaymış gibi bir ifade takınıyorum yüzüme. Birbirimizin devinimlerini belli etmemeye çalışarak takip etmeye çelışıyoruz oysa. Bu takibin baskısı altında deviniyoruz. Serin bir anason tadı kesiyor tüm kareleri. Rahatlıyoruz, gözlerimizde yine o parıltı. Yalnızız. Biz bizeyiz. Yalnız biziz. Biz burada.
Acaba yemekler ne oldu. Isıtayım derken.. Böyle anlarda bile bile yakarım yemekleri. Ocağı kapatayım bari diyorum. Başıyla onaylıyor. Dönüyorum. Kendine güvenen bir ifadeyle karşılıyor beni. Gözlerinde beni dünyasına özgür ve kendi iradesiyle sokmanın kıvancı var. Gözlerindeki o uzaklık ifadesi bir anlığına da olsa perdeleniyor artık. Burda rahat mısın? diye soruyorum. "Pek rahat değilim aslında" diyor. Yatağa gidelim mi? diye soruyor. "Bu kadar çabuk mu" diyorum. "Zorunlu değil tabi" diyor. Ama gidiyoruz. Bir ara kalkıyorum sabahlığımı giyiyorum. Ama o kadar kolay değil yanından ayrılmak. Gözlerine bakıyorum soluklanmak için. Bittiğini düşünüyor, kaskatı kıpkırmızı oluyor. Soran bakışları asılı kalıyor odada. "Ne oldu" diyor devamını getiremiyor; ama ben anlıyorum. Sadece pencereyi kapatacaktım da diyorum. Ach ja diyor gevşeyerek. Pencere kapanıyor. Pencereyi kapatıyorum, pencere kapanıyor. Yanına uzanıyorum. Sevişiyoruz.
"Yıkanmayacak mısın" diyorum. Hayır diyor şaşırarak, kirlendik mi diye soruyor, kokunu üzerimde taşımak istiyorum. Belki de erkeklerle sevişmelerini anımsayarak seviştikten sonra banyoya koşan sevgililerimi düşünüyorum. Ne güzel, banyo telaşı yok, birşeyleri yıkayıp atmıyoruz zihnimizden diyorum.
Sınırlar aşılmış gibi şimdi. Henüz aşılmamış sınırlar var diyor. Sabah kalktığında sınırlarına sarılmış, varlığını savunuyor. Biz iki insanız diyor sanki bana. İki ayrı insan. Sakın karıştırma.
Yalnızlıklarımızı birleştirdik o kadar. Ama yalnızlığımız peşimizde ve ondan asla ayrılamayız. Sadece bir oyundu dün akşam oynadığımız. Yalnızlıklarımıza karşı vereceğimiz mücadelenin en iyisi, bunu böylece kabullenip değiştirmeye çalışmayarak, oynadığımız oyunların oyun olduğunu unutmamaktır diyor. Öğrenmiştim ama kısacık bir süre için de olsa unutmaya hakkımız yok mu diyerek bakıyorum yüzüne. O ise küçümseyerek -sen bilirsin küçüğüm- diyor. Ama bu iş şakaya gelmez, unutur gibi yaparken ya bir de gerçekten unutursan.. Anımsadığında olanlardan ben sorumlu değilim. İkimiz de bir diğerinin kararına saygılı, sarılıyoruz birbirimize.
Başlangıçlardan ayrılıklara yapılan yolculuklar ne çılgıncadır. Her saniye farkedilir olmuştur artık. Ve o saatin geleceği ama mutlaka geleceği bilinir de, yine de başka birşeyler vardır yüreğimizde. Bizi oradan çok uzaklara itmeye çalışan birşeyler.
Yapabileceğim herşeyi yapmaya çalışıyorum. Götürsün diye sarmısak alıyorum; şeftalileri çok sevmişti diyorum; şeftali alıyorum. Nasılsa uçakla gidecek incir neden olmasın. Hem orda pek yoktur da.. Geride kalmanın ayrı bir hüznü vardır, o yokluyor yutkunuşlarımı. O henüz burda, gitmedi daha. Ama sanki gitmiş gibi yapıyor. Ben sana demedim mi küçüğüm demek için bana. İyiyim, endişelenecek birşey yok demeye çalışıyorum. Etraftakilere hiç aldırmadan yalnızlıkla bezenmiş öpücükler konduruyor dudaklarıma. Az sonra aramızdaki sınırlar gerçek sınırlarla da sınırlanacak. O, sınırların ve sınırlarının gerisinde belki de ben sana dememiş miydim küçüğüm diyecek. Son kez bakıyoruz birbirimize birlikte geçen günlerin gölgesinde. Ne yapacağımı bilmiyorum. Büroya mı gitmeli. Bir arkadaşa uğrasam. Ama kime.. Herkes kendi yalnızlığında. Yalnızlıklarımızı bırakamayız demişti bana, bırakamıyorum işte. Verdiğimiz mücadelenin en hüzünlüsü bu belki de...
Kaynak: Kaos GL, Aralık 1994, Sayı 4
Etiketler: