28/09/2019 | Yazar: Gözde Demirbilek

Uluslararası Bellek ve Tarih Konferansı, queer ve LGBTİ+’lar için “Tarih nasıl yazılıyor?” sorusuna cevap aradı.

“Bir mücadele, bir kültürün tek sözcüsü olmaya yeterli midir?” Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Kaos GL Derneği’nin düzenlediği Uluslararası Bellek ve Tarih Konferansı dün (27 Eylül) İzmir’de gerçekleşen çalıştay ile başladı, “Tarihin peşinde: LGBTİ+ ve queer müze deneyimleri” oturumuyla devam etti.

Konferansın bugünkü programı ise Oya Burcu Ersoy’un açılış konuşması ile başladı. Ardından, “Tarih nasıl yazılıyor?” oturumu Aksu Bora moderatörlüğünde; Göze Orhon’un “Bellek rejimleri: Nasıl hatırlıyoruz, nasıl unutuyoruz?”, Onur Çimen’in “Queer tarihin belirsiz kaynakçaları” ve Yılmaz Yeniler’in “Özdüşünümsel yol ayrımında arkeoloji ve queer teorinin gösterdiği yönler” başlıklı konuşmaları ile gerçekleşti.

Bora, oturumu “Bu etkinlikten ilk bahsedildiğinde, bahsetme biçimi beni o kadar heyecanlandırmıştı ki bu etkinliğin bir parçası olmayı çok istedim. Arşivle ilgili yeni kararların bir parçası olmak istedim, Kaos GL’deki arkadaşlarıma çok teşekkür ederim” diyerek açtı.

bir-mucadele-bir-kulturun-tek-sozcusu-olmaya-yeterli-midir-1-1“İnşa ettiğimiz bellekte güç bulmaya çalışmak”

Oturumun ilk konuşmacısı Göze Orhon sözlerine Oya Burcu Ersoy’un konuşmasından geçen “Kimse sizden bahsetmediğinde yok olmuyorsunuz. Ama var olduğunuzu kanıtlamanın tek yolu kendinizden bahsetmeniz” cümlesiyle başladı:

“Neden önemsedim bu cümleyi? Şunun için: Bellek meselesi çok kendini anlatmakla ilgili bir şey çünkü. Kendini anlatma ediminin faili olmakla ilgili. Kendi üzerine kurulan ya da kurulacak hikayede hak ve faillik iddia etmekle ilgili. Bu söylediklerim sadece burada yapılmaya çalışılan şeyin ruhuna uygun olduğu için çekip çıkardığım şeyler değil. Meselenin tarihine baktığımızda da benzer bir izlek görüyoruz. Bugün bellek inşasını, farklı bellek anlatılarını kurma işini çoğulcu, demokratik bir talep haline getiren de yine bu ruh. Dışlananların, dezavantajlı olanların, sesi kısılanların tarihten alacaklı olmasını ve bu alacağı tahsil etmenin bir yolu olarak bir politik eylem olarak hatırlamadan bahsetmeleri de bundan.”

Orhon konuşmasında kimlik ve bellek ilişkisine şöyle işaret etti:

“Kimlik ve bellek birbirini karşılıklı inşa eder. Yani, bugün nasıl bir politik eşcinsel kimliği inşa edeceğimiz, neleri hatırladığımız, neler hatırlansın istediğimiz, geçmişte neleri bu anlatıda kerteriz olarak belirlediğimiz sorularına verdiğimiz cevaplarla çok yakından alakalıdır. Az önceki örneğe dönelim: Yoksulluk ve imkansızlık hallerini anlatmayı önemsiyoruz, çünkü bu hallerden bugün, yani daha birkaç sene önce onbinlerce insanın yürüdüğü bir Onur Yürüyüşü’ne geldiysek, arada bir iradeye, bir failliğe işaret etmek istiyoruz.”

“Yine aşağı yukarı bütün anlatılarda ortak olan bir başka şey, bir yalnızlık hali. Kendini bilmek ama yapayalnız olduğunu hissetmek ki Yeşim’in, Oya’nın, Yasemin’in (Kaos GL’nin sözlü tarih çalışmalarında yer alan lezbiyen aktivistler) anlattıklarında, her birini eyleme sürükleyenin bu yalnızlık hali olduğunu dinliyoruz. Bu yalnızlık anlatısı ve sonrasında gelenler bize bir politik topluluk ya da cemaat olmanın, onu birlikte inşa etmenin ne demek olduğunu, nasıl güçlendirici bir pratik olduğunu anlatıyor. Demek ki, bugün inşa ettiğimiz bellekte bu birlikte güç bulma halini vurgulamak istiyoruz.”

Queer tarih, resmi tarihe direnen kaynakçaları

Oturumun ikinci konuşmacısı Onur Çimen, Sappho’nun “Sizin kim olduğunuzu unutabilirler ama tarihte bir gün birileri sizin kim olduğunuzu hatırlayacak” sözlüyle başladı konuşmasına.

Çimen, tarih ve “straight” düşüncenin dışında kalan varoluşların mücadelesinin, bir kültürün tek sözcüsü olma yetisini sorguladı:

bir-mucadele-bir-kulturun-tek-sozcusu-olmaya-yeterli-midir-2

“Şüphesiz ki, gördüğü baskı bilinen tarih kadar eski olan ve straight düşüncenin dışında kalan tüm cinsel varoluşlar, yani lezbiyenler, translar, gayler ve artık çokluğunun tanımlayabileceğimizden daha fazla olduğunu kabul ettiğimiz herkes, neden tarihte yer almadı sorusunun cevabı, dünyadaki herhangi bir azınlıkların neden tarihin dışına itildiğinden farklı bir cevabı olmayacaktır. Dolayısıyla herhangi bir tarih yazımı da, tarihte yer almak için verilen mücadelelerin mikro-tarihiyle başlayacaktır. Peki, tüm cinsel varoluşlar, öyle ya da böyle bir araya gelmeleri ve varoluşlarının şartsız ve süresiz olarak güvence altına alınması arzuları, bir tarih yazımını başlatmak için yeterli midir? Bir diğer deyişle, tüm cinsel azınlıkların siyasi/sosyal/kültürel varoluş mücadelesi sayesinde artık göz ardı edilemez kısmıyla tek başına tarih yazmak mümkün müdür? Herhangi bir queer tarihten bahsedeceksek, salt kurumsallaşmış kimi kimlikler aracılığıyla bu tarih yazılabilir mi? Bir mücadele, bir kültürün tek sözcüsü olmaya yeterli midir?”
Çimen, gerçekliğin karşısında kurgusallığın bir mücadele yöntemi olabileceğinin altını çizerek konferansın tüm bu soruları düşündüğümüz bir etkinlik olmasını diledi. Ve konuşmasını şu sözlerle bitirdi:

“Sürekli bir dışarıda kalma politikasını seçerek, ana akımlaşmayı kabul etmeyen tüm bu varoluşların kendilerini yazınsal bir süreçle ifade etmeye yeltenmesinde kendi deneyimini aktarmaktan, kendini öne sürmekten öte bir arzu göze çarpıyor; belirsizlikle oynama, bu zenginliği koruma ve kimliksizliğe yönelen bir arzu. Eğer tarihin sonunun geldiğimize inanmıyorsak, tarih yazımının bittiğine ya da belli bir yöntemle sürdürülmesi gerektiğine dair kesin bir yanıt vermek de mümkün görünmüyor. Ama queer tarihin nereden çıkacağı belli olmayan, resmi tarihe direnen, yeri geldiğinde kendini feshedecek kaynakçalarını üretmek, yazınsal üretimin yeni yollarını araştırmak, bu üretimler için yeni işbirliklerinde bulunmak ve daima yazılmış olanın bir gelecek bir tarihte ne ifade ettiğini tekrar düşünmekten geçiyor.”

Geçmişe dair tahayyülün hapsediciliği

Oturumun son konuşmacısı Yılmaz Yeniler konuşmasına kazıdan çektiği bir fotoğrafla başlayarak “Peki arkeoloji nedir, neden yapılır?” sorusunu sordu:

bir-mucadele-bir-kulturun-tek-sozcusu-olmaya-yeterli-midir-3“Şimdi ‘kazı bilimi’ tanımının yanına bir ‘nesnellik’ ekleyebiliriz. Hâlâ yapılan kazılarda ‘nesnel bir bilim’ gerçekleştirme inancını gözlemlemek mümkün. Nesnellik, arkeolojide yaratılan ara pozisyonları/geçişleri elimine en pek çok ‘kategori’ yaratılarak analiz edilen buluntuları şüpheye yer kalmayacak şekilde yorumlama hırsıyla yakından ilişkilidir.”

Ardından arkeolojinin, toplumsal cinsiyet ve cinsellik çalışmaları ve toplumsal belleğe etkileri etkileriyle ilgili şu cümleleri ifade etti:

“Toplumsal cinsiyet ve cinsellik araştırmaları arkeolojide salt politik dışavurumdan ibaret çalışmalar olarak görüldü hâlâ ana akım literatürde böyle görülüyor diyebiliriz. Toplumsal cinsiyet ve cinselliklerde norm olmayan; ‘özel’, ‘bilinemez’, ‘saklanmış’ alanlara aittir ve bunları ortaya çıkarmaya çalışmak bir şeyleri propage etmektir. Zaten az önce bahsettiğim gibi arkeolojinin kendisi politiktir ve normun ötesine geçip ‘diğerine’ ait alanlara dair sorularımızı arttırmadıkça geçmişin karmaşıklığından uzaklaşmak kaçınılmaz olur.”

“Basmakalıp, özcü, normatif yorumların gücü zaman içerisinde azalsa da arkeolojide katedilmesi gereken yolun hâlâ uzun olduğunu düşünüyorum. Hatta toplumsal cinsiyet ile ilgili çalışmalar feminist bakışla artarken bile bu normatiflik kendine yer bulabilmiştir. Modern yaşantımızdaki aileyi, tek eşli evlilikleri, üreme için yapılan seksi geçmişe dair tahayyüllerimizde hapsedilmekten kurtarmalıyız.”


Etiketler: insan hakları, kültür sanat, yaşam
nefret