08/06/2023 | Yazar: Gözde Demirbilek

İlk kez Türkçeye çevrilen “Trans Çalışmaları: Cinsiyet ve Bilim” kitabının lansmanı dün gerçekleşti. Evren Savcı ve kitabın çevirmeni İlkay Özküralpli, çeviri süreci ve aktarımda dikkat edilenler üzerine söyleşti.

“Biyolojik cinsiyeti, ‘doğal’ ve ‘sabit’ olarak tanımlamak açılan yarığa trans varoluşları düşürüyor” Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Susan Stryker ve Stephen Whittle’ın derlediği transfobi karşıtı mücadelenin başucu kitaplarından “Trans Çalışmaları: Cinsiyet ve Bilim” ilk kez Türkçe’ye çevrildi. Kitabın lansmanı dün (7 Haziran) Frankeştayn Kitabevi’nde gerçekleşti.

Kitap lansmanında Yale Üniversitesi’nde, Kadın, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik Çalışmaları alanında Yrd. Doçent Evren Savcı ve Queer ve Cinsiyet Çalışmaları alanında çalışan İstanbul Arel Üniversitesi Sosyoloji bölümü Doktor Öğretim Üyesi ve kitabın çevirmeni İlkay Özküralpli söyleşti. Söyleşiye kitabın redaktörü R. Aslı Koruyucu canlı olarak bağlandı.

Çeviri sürecinde Kaos GL’nin Çeviri Sözlüğü’nden yararlandığını belirten Özküralpli, kitabın içinde çevrilmeyen kısımların olduğunu, kültürel çalışmalar kapsamında Türkiye bağlamından uzaklaşan kısımları çıkarmayı tercih ettiklerini söyledi. Kitabın “Cinsiyet ve Bilim” alt başlığı ile çıkan ilk cildini, “Feminizm ve Queer” ve “Kimlik ve Beden” ciltleri takip edecek.

“İkiliği, translar için yeniden mutlaklaştırmamak adına bozabiliriz”

Söyleşi, İlkay Özkürapli’nin kitabın çeviri sürecinin nasıl başladığını paylaşmasıyla başladı:

“Ben kitabı biliyordum, gözümü Posttransseksüel Manifesto’ya (Sandy Stone, 1987) dikmiştim ve çevirmeye başlamıştım. Bu dönem, bazı kişilerin TERF (trans dışlayıcı radikal feminizm) savaşları olarak adlandırdığı zamana denk geliyor. Bu dönem benim içimi acıtan ve korkutan bi’ şekilde ortaya çıkan bir dönemdi. Bu savaşlarda ben de bir kahramanımı da kaybettim, işin çelişkili kısmı onun öğrencisi olarak. Demek ki kahramanlar yaratmamak lazım ya da hepimiz insanız bu endişeyi sadece ben taşımıyordum. Dipnot Yayınları bu süreçten doğrudan etkilendi mi bilmiyorum ama bu dönemde bu alanda çalışmak istemişler. Çeviri teklifi de bana böyle geldi. Trans Çalışmaları kitabı bana o tartışmayı oradan çekip de konuşmayı mümkün kılabilecek bir kitapmış gibi geldi. ‘Neden olmasın?’ diye düşündüm. Kitabı önerdim, kabul ettiler. Peki neden çevirdim? Böyle bir ayrıcalığım olduğu için çevirdim. Pandeminin ‘tek güzelliği’ olabilir hayatımda: Tam zamanlı çalışıyordum ve bu kitabı çevirmeye vakit bulabildim. Daha sonra bu çalışmaya Aslı (Koruyucu) katıldı, redaktörüm olarak. Bu yüzden birlikte çevirdik diye anlatacağım bundan sonrasını. İnce ince çalıştık, bana çok şey öğretti, umarım öğretmeye devam eder.”

biyolojik-cinsiyeti-dogal-ve-sabit-olarak-tanimlamak-acilan-yariga-trans-varoluslari-dusuruyor-1

Evren Savcı, cinsiyet anlatısında İngilizcede “sex” ve “gender” kelimelerinin farklı durumlara atıfta bulunmasıyla birlikte Türkiye’de “sex”in biyolojik cinsiyet “gender”ın toplumsal cinsiyet olarak kullanılması ikiliğinin çeviriye etkisini sordu.

Özküralpli, “biyolojik cinsiyet” ve “toplumsal cinsiyet” ikiliğinin, güncel kullanımda bu kitabın sorumluluğu hâline geldiğini söyledi:

“‘Sex’e cinsiyet, ‘gender’a toplumsal cinsiyet dediğimiz zamanlar oldu geçmişte. Bu zamanlar farkın anlaşılmayacağını düşündüğümüz zamanlardı. Yani biz ortada ‘gender’ yokken ‘sex’e biyolojik cinsiyet diyemezdik. Bu biraz Süfrajet filmini cep telefonuyla kayda almaya benzeyecekti. Kitapta da bu yüzden bu ikiliği kaldırarak cinsiyet dedik ama bunu her yapışımızda seferinde de dipnot ekledik. Tabii ki ‘Biz böyle dediysek böyledir’ diye bir şey yok. Biyolojik cinsiyet – toplumsal cinsiyet farkını bizler ‘Biyoloji kader değildir!’ diyebilmek için ortaya koymuştuk. Bu farkın ortaya konuşu, olgusal ve fiziksel (biyolojik) ve kültürel (toplumsal) formlar gibi ayrıldı. Biyolojik cinsiyet, toplumsal olanın temeliymiş gibi bir algıya sebep oldu. Burayı sıkıntılı buluyorum çünkü biyolojik cinsiyete doğal ve sabit dersek açılan o yarığa trans varoluşlar düşüyor. Ve bu düşüş aynı zamanda natransları da etkiler. Bu toplumsal bir inşa, bu bir fikir. Biyolojik cinsiyet dediğimiz şey de toplumsal. Toplumsal biyolojik cinsiyet diyeceksek tamam ama bu da çok uzun. Bu yüzden cinsiyet demeyi tercih ettiğimiz oldu.”

Savcı bunun üzerine “penis” ve “vulva” diye iki organdan bahsetmenin bile sosyal yapıyı işaret ettiğini söyleyerek, hepsinin birer kavram olduğunu ve değişik derecelerde analitik olduğunu ifade etti. İnsanların bunların uydurulan kavramlar, koyulan isimler olduğunu unutması hatasına düştüğüne değindi.

Ardından 1990’ların ilk yarısında “transgender”ın şemsiye kavram olarak çıktığını ve normatif cinsiyete tekabül etmeyen tüm bedenleri kapsayan bir terim olduğunu söyledi. Terim ciddi bir kabül görüp dolaşıma girdikten sonra Transgender Kaynak Merkezleri’nin açıldığını ve bu merkezlerden yararlanmak için “Ben transgender’ım” diyerek gitmek gerektiğini belirtti:

“Ve görüldü ki kendini transgender olarak tanımlayabilecek birçok insan bu hizmetlerden aslında faydalanmıyor. Merkezden yararlanan transların bazıları, cinsiyet ve cinselliği birbirinden keskin bir şekilde ayrılmış olarak yaşamadığını anlatıyor. Bir görüşmede trans bir kadın, cis bir erkekle ilişkilenmesinden bahsederken kendinden ‘eşcinsel’ diye bahsediyor ve merkez çalışanları ‘hayır sen transsın’ diyorlar. Bunun üzerine merkez, cinsiyet ve cinselliğin birbirinden ayrı olduğunu danışanlara anlattığı eğitimler veriyor. Bu, ikisini ayırmak istemeyenler için epistemik bir şiddet olarak tanımlanıyor.”

Özküralpli, bunun üzerine meselenin biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin sürekli olduğu ve birbirini takip ettiği algısının sürekliliğini kırmak, ezberi bozmak olduğunu belirtti. Bu noktada süreksizliğin mutlaklaşmasının da translar için sıkıntıya sebep olduğunun altını çizdi.  

“Bu kitabın beni iyi anlamda rahatsız ettiği yer şu oldu: ‘Cinsiyeti hiç düşünmemişsin İlkaycım’ dedirtti bana. Bu kitaptan öğrenmedim çünkü cinsiyeti başka yerlerden öğrendim. Türkiye’nin kendi trans mücadele tarihine baktığımızda da transların da uzun süre eşcinsel olarak görülmesi ya da paralel bir mesele olarak görülmesi, bize hem o süreksizliği mutlaklaştırmamız hem de tekrardan düşünmemiz gereken bir yere çekiyor. Yani bu ‘transın bize bela olması’yla ilgili bi şey değil. Bu kitap misal, interseks ve translar arası mücadeleyi de anlatıyor. Dolayısıyla her birine tek tek bela ettiğimizde zemini yerinden oynatmak oluyor. Ha biz yine altını üstüne getiririz, bu ezberlerimizi bir kenara bırakırız ama önce ikiliğin sıkıntısının ne olduğuna bakmak lazım. Bu sıkıntı da birbirine tahakküm kuracak şekilde geliyor olması. Biz eğer o ikiliği bozacaksak tekrardan mutlaklaştırmamak adına olmalı.”

Kitabın redaktörü R. Aslı Koruyucu, söyleşiye Almanya’dan canlı bağlandı ve çeviri süreci deneyimini şöyle paylaştı:

“Uzun bir sürece yayıldı bu çeviri süreci, sağ olsun İlkay bana çok zaman verdi kendi ayırdığı zamanın dışında. Çok keyifli ve öğretici bir süreçti. Trans çalışmalarına dair şunu söylemek istiyorum: Bu çeviri sürecinde gerçekliklerin dil üzerinden toplumsal ve tarihsel olarak çevrilebilirliği ve çevrilemezliği üzerinden çok düşündük. Kitapta geçmiş tarihlerden bahseden, Amerikan kurumlarından bahseden birçok metin var. Bunlarla uğraşıp gerçeklikle cebelleşirken ‘Bunları neden okuyoruz?’, ‘Türkiye’de Türkçesini neden okuyalım?’ diye çok sorduk. Amacımız metinlere çok fazla müdahale etmeden o coğrafyanın akışını takip etmekti.”

Söyleşi, katılımcılardan gelen sorular ve paylaşımların birlikte konuşulmasıyla sona erdi.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam