19/02/2022 | Yazar: Umut Erdem
Fleabag ile ilgili ilk dikkatimi çeken, isimdi. Karakterin kendisine seçtiği isim: Fleabag. Fleabag, birinin nefret ettiği kişi ya da şey demek.
Eski flörtüyle bir nevi saklambaç oynayan Lulu karakterine hayat veren Phoebe Waller-Bridge’in aynı zamanda yaratıcısı olduğu Crashing’in ardından Fleabag’i yaratması, Crashing’i izledikten sonra pek tesadüfmüş gibi gelmiyor insana. Eski flörtüne sürpriz yapmak üzere yaşadığı yere gitmek için yola çıktığında ukulele çalarken yan koltuğundaki “çalmasan?” dedikten sonra “birisinin orgazm olmaya ihtiyacı var” diyerek cazgırdamaya devam eden Lulu’nun ardından Waller-Bridge’in kaleminden yolumuzun Fleabag’e çıkması bence çok şaşırtıcı değil.
Fleabag resmen fenomen bir hikâye ve karakter oldu, Waller-Bridge’e ödül yağdırmakla kalmadı; kendisini kalbimizin bir köşesine adeta işledi. Kaleminden çıkacak bir sonraki projeyi mum ışığıyla bekler olduk, onu beyaz perdede görmeyi iple çekiyoruz. Fleabag’in sevilmesinin pek çok farklı sebebi olabilir, çağının benzer türdeki eserlere göre fark yaratıcı unsurlara sahip Fleabag’i benim sevmemin nedeni, içimdeki Fleabag’le beni yüzleştirmesi.
Fleabag’in 1. sezonunu kendinden nefret eden bir kadının kayıp, yasla başa çıkma/çıkmakta çuvallama hikayesi, 2. sezonunu ise en yakın arkadaşını kaybettikten sonra sevebileceğine ve kendini affedebileceğine inanma hikayesi üzerinden çıktığı bir yolculuk olarak kısaca anlatmak mümkün ama ben biraz daha derinlere kulaç atmak istiyorum.
Dördüncü Duvarın Yıkımı
Fleabag’e her şeyden önce kendine ve sonrasında çevresine bakışından doğru “tanı koyma” gayesini eleştirerek başlamak istiyorum. Bir keresinde Twitter’da Fleabag’in narsist olduğunu öne süren bir tweet’e rastlamıştım ve internetten biraz araştırma yapınca fark ettim ki ingilizce kaynaklarda da Fleabag’in zihinsel bir hastalıkla yaşadığı tanısını koyanlar olmuş. Açıkçası TV ya da sinemadaki her “arıza” karaktere bir tanı koyma yaygınlığını ve buna duyulan arzuya yabancı ve mesafeliyim.
Fleabag’de dördüncü duvarın yıkımı, karakterin pedere âşık olması vb. gibi olaylardan dolayı aslında kendisinin borderline, narsist, antisosyal, ilgi çekmesi gerektiğini düşünen histeroik biri vs. olduğunu söyleyen yazıların olduğunu duydum, tweet dizilerine rastladım. Bundan rahatsızlık duyuyorum; bunun en önemli sebebi zihinsel hastalıkların fetişleştirildiğini düşünmem. Tuna Erdem Fetiş İkame[1]’deki yazısında “fetiş haline getirme” olgusundan bahseder ve şöyle tanımlar: “bütünün içinden çekilip çıkartılan tek bir parçaya aşırı önem atfeden ve bu parçaya indirgenen bütünün önemsizleştirildiği bir mekanizmayı tarif ediyor. Yani, parçayı büyütüp bütünü önemsizleştirdiğimiz bir işlem söz konusu. Bu işlemin düşünce alanındaki muadili ise kelimeleri, terimleri, kavramları fetiş haline getirmek demek. Başka bir deyişle, içinde yer aldığı anlamsal bütünü yok sayacak derecede tek bir kelimeye takılmak, kelimeye içinde yer aldığı cümle, paragraf, metin, kitap veya külliyattan daha büyük önem atfetmek, fetişleştirmek demek.” Bunu Fleabag’e tanı koyma meselesi üzerinden düşündüğümde, kişilik bozuklukları olarak tarif edilen zihinsel hastalıkların fetişleştirilmesini, dizinin bütününü anlamadan Fleabag’in belirli davranışlarına ve dizideki bazı sekanslara takılıp tüm hikâyenin içinde bunların bağlamını görmezden gelip, hikâye ile etkileşimini kuramayıp “psikanaliz kasıcam” derken aslında psikiyatriye soyunmak olarak nitelendiriyorum.
Öte yandan yaşanılan olayların ardındaki “gizemi”, zihinsel bir hastalığın olduğunu öne sürerek açıklamak, ufuk açıcı bir buluş gibi duyuluyor; bu da zihinsel hastalıkları daha öteki kılan bir anlayışın ürünü. Herkesin sağlıklı varsayıldığı, hastalıkla yaşamanın damgalandığı toplumda “egzotik bir nesne” olarak görülüyor zihinsel hastalıklar. Neden “arıza”, “karmaşık” olarak görülen kadınların illa ki zihinsel bir hastalıkla yaşaması gerekiyor ve onlara tanı koyma arzumuz bu kadar yüksek? Fleabag’in bir zihinsel hastalıkla yaşaması da muhtemel, herhangi birimizin yaşayabileceği gibi ama dizinin bu konuda açıkça bize sergilediği hiçbir gösterge yok. Gösterge yokken, bir beyan yokken, belirli “semptomlar”la tanı koyma arzusu, argümanı daha “sıradışı” kılma gibi geliyor kulağa. Sıradışılığın çıkış noktasının zihinsel hastalık tanısı koyma olması, “normal” ile “normal olmayan” sınırını çizmesi anlamında ayrımcı ve ötekileştirici bir yaklaşım.
Phoebe Waller-Bridge’in yazdığı ve oynadığı tek kişilik oyundan beyaz cama uyarlanan Fleabag’teki dördüncü duvar yıkımının en önemli nedenlerinden biri bence bir tiyatro uyarlaması olması. Yani tek kişilik bir tiyatro oyununun, sahnedeki tekniğin beyaz cama yansıması. Bu tekniği karakteri patolojikleştirmek için bir neden olarak kullanmak, “‘patolojik’ karakter ve sorunsuz biçimde eğlenen, ‘normal’ varsayılan seyirci arasında net bir sınır çizimini ima ediyor”[2]. Benim için Fleabag, çoğumuzun yaşama ihtimali çok yüksek olan bir hikâye ve deneyimi, kaybıyla başa çıkmaya çalışan şehirli genç bir kadın üzerinden anlatıyor. Fleabag’in izleyiciyle konuşurken “kafayı seksle bozmadım, sadece düşünmeden duramıyorum; uygulanış şeklini, o garipliğini, dramatik yanını.” demesi, bize kendini dikizlettiği “tuhaf” seks sahneleri, bir kadın olarak genelde erkekleri “seks objesi” olarak görmesi, “kötü feminist” imajı, çevresiyle derin diyebileceğimiz bir bağ kurmaması, konunun neredeyse hep sekse gelebilmesi, cinsellikle ilintili “nahoş” espriler yapabilmesi, hatta çevresine karşı patavatsız ve nobran olabilmesi, görünürde genel ahlak anlayışından aykırı yaşıyor olmasının yanı sıra kendinden nefret ettiği gerçeği türdeş diyeceğimiz diğer yapımlarla arasına fark koyuyor. Bu farkı güçlendiren bir diğer etken de buzdağının görünmeyen kısmında derinleştikçe karakterin hem kendisiyle hem çevresiyle ilişkisinin dönüşmesi diyebiliriz. Görünen buzdağının diğer tarafını görmemizi kolaylaştıran ve olayların göründüğünden farklı olduğunu bize etkili biçimde sunan, tekniğin kendisi aslında. “Fleabag sizi iyi olduğuna ikna etmeye çalışıyor ve yaşadıklarına dair tanıklığın aralıksız biçimde sürmesinin nihayetinde sona ermesi gerekiyor. Çünkü bunu devamlı sürdüremez.” Waller-Bridge, projenin başında karakteri ve karakterin her adımını izleyen bir seyircinin olması, o karakter için orada olması, böylece karakterin arkasını döndüğünde, izleyicilerin güleceği ve alkışlayacağı fikrini düşündüğünü ve bu fikrin kulağa son derece eğlenceli geldiğini söylerken (hikâyenin) gerçeğin kendisinin bir kâbus olduğunu dile getiriyor. “Çünkü seyirciye sürekli performans sergilemen gerektiğini hissediyorsun. Gözlerin her zaman senin üzerinde olacağı fikri, karakterin sonrasında kırılması için oluşturulmuş mükemmel bir baskı. Çünkü Fleabag dürüst değildi, doğruları söylemiyordu. Bence onun yolculuğu, en önemli görünen şeyin kaymasıyla bizim onun gerçekte kim olduğunu ve neyi gizlediğini görebilmemizi sağlıyor.”[3]
Aslı Ildır “ekranın dışı, seyircinin yanı şeklinde bir özgürlük alanı” olarak tanımladığı dördüncü duvarın yıkımını başkası adına utanma estetiği olarak açıklarken[4] bir yandan Fleabag kendiyle, yasıyla ve kayıplarıyla yüzleşemediği için sürekli onu izleyen biri olduğu mizanseni yaratmak ona bir yandan tek keyif veren olay gibi görünüyor, çünkü onun için bu bir oyun gibi. “Dikkat çekmenin ve dikkat dağıtmanın anlatı yapısının bir parçası olması oyunu.” Kaybettiği en yakın arkadaşı Boo’nun onun yerine geçerek Fleabag’in kendisiyle yüzleşmesine alan açmasından[5] sonra Boo ve Boo gibi birinin Fleabag’in hayatındaki yokluğu sebebiyle artık bunu yapamaması ve sürekli bunun üstünü örtme niyeti, seyirciyle “en mahrem” anlarını paylaştığı, sınır dediğimiz şeyin pek olmadığı bir etkileşime yol açıyor. “Böylece dördüncü duvarın yıkımı, seyircinin dikkatini yönlendirip değiştirmenin güçlü bir yolu halini alıyor.” Dördüncü duvarın yıkımını, kendisiyle aynada karşılaşmamak için örttüğü bir örtü gibi düşünebiliriz, bizi bir engel olarak kullanıyor aslında. Farkındaysak Fleabag, “durmadan ağlamak istiyorum” dediğinde, oturduğu aile masasında Boo’dan bahsedildiğinde, üvey annesi merhum annesini hatırlattığında, bir ebeveyn olarak çocuklarıyla nasıl iletişim kurması gerektiğini bilmeyen babasıyla bunu yapmaya çabaladığı nadir anlarda, seksi pederle işler kızıştığında bize bakmıyor. 1. sezonun son bölümünde, “gerçekler” su yüzüne çıktığında ise, bizimle kurduğu iletişimin ona keyif verdiği değil, onu kapana kısılmış gibi hissettirdiğine şahit oluyoruz[6].
Inge Van De Ven, bu yakınlık içeren dikkat dağıtımını ve seyircinin dikkatinin manipüle edilmesini zihinsel hastalığa değil; aksine bu tanıyı eleştirerek biriyle iletişim halindeyken telefona bakma alışkanlığımızla benzer olduğunu öne sürüyor; son derece gündelik, toplumda hakim bir edim olarak “kontrol etme alışkanlığı”. Dikkat dağıtma-çatışma teorisi (the distraction-conflict theory) olarak tercüme edilebilecek bir teori üzerinden giderek duvarın yıkımını açıklıyor. Bu teoriye göre başkalarının varlığı bizi yaptığımız işten alıkoyar; bu da dikkat çatışmasına yol açar. Tıpkı sosyal medyada aktif olma hali gibi Fleabag’in hem kendi hem de seyircinin dikkatini dağıtmak için teknoloji ve performansı kullandığını belirtiyor. Sıradan ya da samimi fark etmez, hayatıyla ilgili sürekli notlar ekleyip yorum yapıyor, yayın yapıyormuş gibi gündelik hayatının ve düşüncelerinin kaydını tutuyor Fleabag. Bu bağlantı, yakınlık kurduğu kadar bağlantı kopukluğu da yaratıyor. Fleabag’in “gizli kamera arkadaşı” olan biz seyirciler muhatap olduğu gerçek insanlarla bağlantısının kopmasına katkı sağlıyoruz. Sahnede bize yüzünü döndüğü her an, hayatındaki insanla bağını, biriyle birlikteyken telefonuna gömülerek onunla ilişkisini o anda bir süreliğine kesen herhangi biri gibi etkin biçimde kesiyor.[7] Çünkü annesini ama özellikle en yakın arkadaşı Boo’yu kaybettikten sonra Fleabag insanlarla nasıl yakınlık, ilişki kuracağını bilemiyor, bu konuda çuvalladığı belli olmasın-ki çuvallıyor-, böylece içindeki acı dışarı çıkmasın diye durumun üzerine gitmektense onu baskılamaya çalışıyor. Ama bölümler ilerledikçe aslında istediği gibi baskılamakta başarılı olamadığını görüyoruz.
Fleabag ve büyük çaresizliği: ilişkiler ve arkadaşlık
Fleabag ile ilgili ilk dikkatimi çeken, isimdi. Karakterin kendisine seçtiği isim: Fleabag. Fleabag, birinin nefret ettiği kişi ya da şey demek. Kendisine bok çuvalı diyen ve ona o şekilde hitap etmemizi isteyen, “gerçek” adını hiç öğrenmediğimiz gibi dizideki karakterlerinden hiçbirinin adıyla hitap etmediği, aslında isimsiz diyebileceğimiz bir karakter, Fleabag. İlk sezon boyunca kendinden tam anlamıyla nefret ediyor. Ve bu nefret, büyük ölçüde toplumsal normlarla ilgili. Neredeyse her konuda, özellikle ilişkilerde kişinin kendini suçlama eğiliminde olabilmesi, en yakın arkadaşını kaybetmesi ve bunun kendisi yüzünden olduğunu düşünmesi, yalnız hissetmesi, onu olduğu gibi sevebilecek birinin olmadığını, katlanılmaz olduğunu düşünmesi, başarısız olduğunu düşünmesi, hayatında “düzgün” giden hiçbir şeyin olmadığını düşünmesi, özellikle hayatında bir şeylerin iyi gittiğini gördüğü biri varsa. -ki onun da aslında iyi gitmiyordur.-
30’lu yaşlarında olan Fleabag, mükemmeliyetçi, iş hayatında hırslı ve başarılı kardeşi Claire’in aksine kendini bir iş kadını olarak ciddiye almayan ve Boo ile açtığı kafeyi ona karşı kefaretini ödüyormuş gibi işletmeye devam eden ama ödeyemediği faturalar ve para kazanmayı pek de becerememesi sebebiyle kapatmanın eşiğine geliyor. Fleabag, toplumun başarı olarak addettiği şeyleri başaramamış bir karakter. Başarılı bir işi ve kariyerinde (?) yükselme gibi bir azmi yok, 30’lu yaşlarında ve para için ailesinin desteğine ihtiyaç duyuyor, evli değil, çocuğu yok ve meşru görülebilecek tek eşli bir birlikteliği de yok. Dizide daha önce bir şirkette çalışırken sonrasında gine domuzu temasına evrilecek bir kafeyi en yakın arkadaşıyla açtığını öğreniyoruz. Başarılı addedilen, rekabet içeren, patronların emek sömürdüğü alanlardan kaçma, kendilerine ait bir alan yaratma arzusu olduğunu fark ediyoruz, Fleabag’in kendisini yıkmaya çalışmasına neden olan o hazin olay gerçekleşene kadar.
Boo’nun ölümü, onun için büyük bir kayıptır çünkü Fleabag’in başka bir arkadaşı yoktur, onunla doğru düzgün dayanışan kimse kalmamıştır. Büyük bir boşluk ve yalnızlıktır hissettiği: “Hiç arkadaşı olmayan, kalbi boş bir kız.” Tabii biz seyircileri saymazsak. Fleabag erkekleri “yetişkinliğinin çoğunda seksi boş kafasının içindeki çığlığı duymamak için kullanmak” amacına araç olarak kullanır. Kendisinin isteklerini önemsizleştirerek “hayır” diyemediği adamlarla seks yapar. Birisinin onu arzuladığını hissetmesi çok daha belirleyici bir rol oynar, kendisinde uyandırdığı hisler o kadar önemli değildir seks partnerleriyle kurduğu ilişkide. Çünkü buna değer birisi olduğunu, bunu hak ettiğini düşünmüyordur. Boo’nun ölümü, en yakın arkadaşını kaybetmesinin yanında yaşadığı suçluluk duygusuyla Fleabag’de travma yaratır ve bu travma “aaa arkadaşın mı öldü? sevgilisiyle mi yattın?!” gibi büyük tepkiler veren genel ahlakçı toplumun üzerinde yarattığı baskıdan kaynaklıdır. Boo’nun onun için yaptıklarıyla kendisinin Boo’ya yaptığı şeyi karşılaştırdığında Boo’nun yaptıkları altında ezildiğini hisseder ve kendini giderek daha fazla suçlar. Fleabag’in bize anlattığı hikâyede Boo ile nasıl tanıştığına ya da Boo için başka neler yapmış olduğuna tanık olmuyoruz, tek gördüğümüz genelde Boo’nun Fleabag’in yanında olması, ona olan coşkun sevgisi ve anlayışlı tavrı. Kendisini “açgözlü, sapık, bencil, duygusuz, kendine feminist bile diyemeyen, ahlaki yönden çökmüş bir kadın” olarak gösteren Fleabag için Boo muhteşem bir arkadaştır. Oysa Boo’nun dediği gibi “insanlar hata yapar.” Fleabag’in bunu içselleştirdikten sonra yaşadığı dönüşüme 2. sezonda tanıklık ediyoruz.
Fleabag’in pederle ilişkisini, kendisinin Tanrı ile yarışması olarak yorumlayıp buradan doğru Fleabag’e tanı koyulmasına da şahit olmuştum, ben ise gündelik yaşamda karşılaşabileceğimiz “farklı dünyaların insanları” olan iki kişinin duygusal anlamda hem birbirleriyle hem de kendileriyle çatışması olarak yorumlamayı tercih ederim. Tanrı ve pederin, dizinin kendine has mizah dilinin bir ürünü, bir motif olduğunu düşünüyorum. Hani belki olur ya, birinden hoşlanıyorsundur ama kafan, duyguların karışıktır; karşındakini tatlı buluyorsundur, bir potansiyel vardır ama bir şeyler engel olur, sürmesi mümkün olmaz. Bu noktada travmediden (the traumic) bahsedilebilir. “Travmedi bir tür olarak komedide karanlık, trajedide gülünç durumlardan yararlanır.”[8] Fleabag, kardeşi Claire yüzüne vurana kadar bizden gizlediği olayı seksi pederle de paylaşmak istemez ve pederle ilişkileri derinleştikçe onunlayken etkileşmemeye başladığı bizlerle iletişim halinde olduğunu pederin fark etmesinden kaçınır. Engellenmesine rağmen bir şekilde sızan “gerçek”, gerilimin kendisini yaratır ve travmedide gerçek kimseyi özgürleştirmez, komediyi bir şekilde zaman zaman ortaya çıkaran işte budur. Fleabag ile seksi peder birbirlerine âşık olurlar ama “aşk asla otoriter değil. Aşk her daim, amaçsızlaşmaksızın kendi amaçlarına olan bağlılığını ihlal etmeye dayanıyor.”[9] Seksi peder Fleabag’e karşı merak ve ilgi duysa da “gerçekten dönüşmek istediğini kabul etmez.”[10] Böylece birbirlerini sevdiklerini söyleyerek otobüs durağında yollarını ayırırlar.
Fleabag, çuvallamanın hakkını veren bir karakter, yolculuğu boyunca içindeki şapşalla karşılaşıyor, ondan beklenen başarılara imza atmıyor, yetersiz kalıyor, ilgisi kesinlikle dağılıyor, yan yollara sapıyor, sınırlarla karşılaşıyor, yolunu kaybediyor hem bize hem de karşısında savunmasız kaldığı pedere karşı hakimiyetini yitiriyor.[11] İçindeki acıyı baskılamak için cinsel olarak açıkça konuşuyor, rahatsız bulunabilme pahasına. Yasa, kaybı anmaya dair çuvallamasıyla beraber kendini affedebileceğini düşünmesi, Fleabag’i kendisinden tamamen farklı görünen kardeşi Claire ile teğet geçen deneyimlerini ortaklaştırabilmesini, duygudaşlık kurmasını sağlıyor. Çatışmalarla ilerleyen ilişkileri dayanışmaya evriliyor; “birinin diğerine açıldığı ve diğerini hesaba alan bir yargılama, düşünme ve eyleme kapasitesi”[12] yani bir arkadaşlık ilişkisine... Fleabag, karakterlerini sabit ve keskin iyi-kötü kategorisine sokmayan, “ilişki” dediğimizde de karakterlerin kendileriyle ilişkisini de düşünmemiz gerektiğini bize hatırlatan bir yapım, dördüncü duvarın yıkımı bu konuda önemli bir hatırlatıcı. Özellikle Fleabag’in ailesi ile ilişkisi dost-düşman[13] ayrımını da keskinleştirmiyor hatta dost-düşman arasında bir bağ olduğunun altını çiziyor. Otobüs durağından ayrılırken “gizli kamera arkadaşı” olarak bizi durduğunda belki de kendisiyle dost olmaya[14] yol almak üzere herhangi bir ebedi hoşnutluk[15] vaat etmeden bize Alabama Shakes’in This Feeling isimli şarkısı eşliğinde hoşçakal diyor; bize de çizilen bu kavise[16] “eyvallah” demek düşüyor.
Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin Eşit Haklar dosya konulu 180. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
[1] Sinema Kuramının Fetiş Haline Getirdiği Psikanaliz, Fetiş İkame, syf 92-93, Sel Yayıncılık.
[4] Fleabag: Çok Uzak, Fazla Yakın, Altyazı, 189. sayı
[5] Boo’nun yerine geçtiği Fleabag, kendisine şunları söyleme imkânı bulur: “Kendini ciddiye almıyorsun. Ailenle iletişim kurman lazım. Ablanı kışkırtmayı bırak ve büyü artık. Bir iş kadını olarak kendini ciddiye almıyorsun. Sıçtığımın faturalarını ödemen gerek. Hillary’e karşı daha kibar olmalı ve yeni bir şapka almalısın.”
[6] Bu durumun aynısı olmasa da benzeri 2. sezonda seksi pederin Fleabag’in kafesini ziyaret etmesinden sonra yaşanıyor. Annesinin cenazesine dair anılar hafızasına hücum ederken Fleabag resmen aramızda kovalamaca varmış gibi bir sekans yaratır ve biz seyircilerden kaçmaya çalışır.
[7] Intimate distractions: Fleabag’s manipulations of audience attention, Yayımlanma tarihi: 19 Mart 2021.
[8] The Traumic: On BoJack Horseman’s “Good Damage”, Lauren Berlant. Yayımlanma tarihi: 22 Kasım 2020.
[9] Aşkta Kimse Hükümdar Değil: Lauren Berlant ve Michael Hardt’la Söyleşi, Heather Davis & Paige Sarlin, çev.: Simge Sargın. Amargi Dergisi, 33.sayı. syf.: 19.
[10] Seksi peder Fleabag’in evinde ona karşı duygularını açıkça ifade ettiği bir an şöyle bir cümle kurar: “Bu hayat için çok şeyi feda ettim, çok şeyden vazgeçtim.”
[11] Çuvallamanın Queer Sanatı, Jack Halberstram, syf. 168., çev.: İpek Tabur, Sel Yayıncılık. (Billy Holzberg ve Auro Lehtonen, yazdıkları makalede Fleabag’in seksi peder ve Harry başta olmak üzere hayatına giren erkeklerle ilişkisini heteropesimizm ekseninde değerlendirir. Makalede Fleabag “yeterince” bi+ olarak görülmüyor, pederle ilişkisi direkt cinsiyet üzerinden normatif olarak değerlendiriliyor. Ben ise “başarısızlığı” merkeze alarak Fleabag’in ilişkilerde “çuvallamasına” odaklanmak istedim.)
[12] Arkadaş Olmak ya da Bir Ortak Dünyaya Sahip Olmak, Nilgün Toker, Amargi Dergi, 33. sayı. syf.:33.
[13] Dostluk politikalarının imkânı üzerine bir taslak, Ali Orhan Yılmaz, Kaos GL.: “Düşman ve dost varoluşsal olarak birbirlerini gerektiren, ayrı düşünülemeyecek iki kavramdır.”
[14] Kendiyle Dost Olmak, Hayatı Nasıl Kolaylaştırır?, Wilhelm Schmid, İletişim Yayınları. çev.: Tanıl Bora
[15] Mutsuz Olmak: Bir Yüreklendirme, Wilhelm Schmid, İletişim Yayınları, çev.: Tanıl Bora
[16] Phoebe Waller-Bridge: “Fleabag geçtiğimiz iki sezondur en büyük yolculuğuna çıktı. Kendinden nefret eden biri olarak başladığı yolculuğunu yeniden sevebileceğine ve kendini affedebileceğine inanarak sona erdirdi. Çizdiği bu kavise saygı duymak zorundayım" -Everything Phoebe Waller-Bridge Has Said About Fleabag Season 3
Etiketler: kültür sanat