20/11/2023 | Yazar: Gözde Demirbilek

SPoD, İHD LGBTİ+ Hakları Komisyonu ve Dönme Dergisi 20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü’nde ortak açıklama yaptı.

“Dayanışmamız nefretinizi yenecek!” Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Sosyal Politika, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği, İnsan Hakları Derneği LGBTİ+ Hakları Komisyonu ve Dönme Dergisi, 20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü’nde ortak açıklama düzenledi.

İHD İstanbul Şubede gerçekleşen basın açıklama, “Kendimiz olabilmek, hayalini kurduğumuz yaşamları sürebilmek, herkesin hakkı olan bir çocukluk, gençlik ve yaşlılık yaşamak ve en önemlisi ecelimizle ölmek istiyoruz!” vurgusuyla sona erdi:

“Bugün 20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü. Kaybettiğimiz her bir arkadaşımızın ardından hissettiğimiz öfke ve hüzün ilk günkü kadar taze. Trans Avrupa’nın verilerine göre Türkiye’de sadece 2021’den bu yana 11 arkadaşımızı nefret cinayeti sebebiyle kaybettik ancak öldürülen canlar hiçbir zaman bir sayıdan ibaret olmadı. Hande Buse Şeker’i, Nefes Balkan’ı, Ecem Seçkin’i, Esra Ateş’i, Hande Kader’i ve daha adını sayamadığımız onlarca arkadaşımızı unutmadık. Onların katillerine ve o katilleri teşvik eden transfobik düzene olan öfkemiz adalet, özgürlük ve eşitlik mücadelesinde bize güç veriyor.

Şunu çok iyi biliyoruz ki bu nefret cinayetleri bir günde ve bir kişi tarafından işlenmiyor. Bizler çocukluğumuzdan itibaren önce ebeveynlerimiz ve akranlarımız tarafından şiddet ve zorbalığa maruz kalıyoruz. Bu şiddet ve zorbalıkla mücadele etmek zorunda kalan bizler kendimizi geliştirip bir hayat kurabilmek için gerekli güven ve destek ortamını bulamıyoruz. Her şeye rağmen yaşam mücadelesini sürdürsek de her yurttaşa sunulan eğitim hakkından faydalanmaya çalıştığımızda tonlarca sorunla karşılaşıyoruz. Kampüslerdeki güvenlik görevlileri uyum sürecinde olan transları kimliklerinde atanmış olan cinsiyete uygun olmadıkları bahanesiyle kampüse almıyor. Bir engelleme olmasa bile yadırgayan bakışlar altında üniversite kampüslerine girmek durumunda kalıyoruz. Üniversite ve yurt yönetimleri kadın ve erkek olarak cinsiyetlendirilmiş öğrenci yurtlarında kalmak isteyen transları nereye koyacağını bilemiyor ve translar sıkça ait hissettikleri cinsiyete ayrılan yurtlarda kalamıyor. Bu sorun aşılsa dahi öğrenci yurtlarında kaldığımız süre zarfında kimliklerimiz sebebiyle zorbalığa ve dışlanmaya maruz kalıyoruz. Kâğıt üzerinde eğitim hakkı her yurttaşa sağlanmış olsa da baştan sonra ayrımcılıkla dolu eğitim sistemi sebebiyle pek çok arkadaşımız eğitim hayatını tamamlayamıyor, hayalini kurduğu meslekleri yapamıyor, yaşamlarının geri kalanında ise hayatta kalabilmek için kendilerine adeta lütfedilen işlerde çalışıyor.

Biz translar olarak ne devletin ne de ailemizin ekonomik ve sosyal desteğini alamıyoruz. Hayatta kalmak, karnımızı doyurmak için emeğimizi satmak bizim için tek yol. Ancak istihdam ve iş yaşamının her aşamasında ayrımcılıkla yüzleşiyoruz. Daha iş aramaya başladığımız ilk anda başvurduğumuz işlerden gelen retler bizlere şunu gösteriyor: Biz translar toplumun saygın bulduğu işlere yakıştırılmıyoruz. Açık kimliğiyle kamuda öğretmen, doktor gibi saygın görülen mesleklerde çalışabilen trans sayısı yok denecek kadar az. Özel sektörde de durum değişmiyor. Translar sektörel olarak bir segregasyona maruz kalıyor. Pek çok trans arkadaşımız hizmet ve eğlence sektöründe çalışarak yaşamını kazanıyor. Bu işlere girdikten sonra da hiçbir şey güllük gülistanlık ilerlemiyor. Bu zar zor bulabildiğimiz işleri kaybetmemek adına her gün yüksek performans baskısı altında çalışıyoruz veya maruz kaldığımız ayrımcılık ve zorbalıklara karşı sesimizi çıkaramıyoruz çünkü biliyoruz ki bir şeyler ters giderse en önce vazgeçilecek olanlar bizleriz. Çoğumuz bu sektörlerde dahi iş bulamıyor. Ya en temel ihtiyaçlarımızı dahi karşılayamayacağımız bir yoksulluk sarmalına itiliyoruz ya da güvencesiz şartlarda ve güvenlik tehlikesi altında kalarak seks işçiliği yapıyoruz. Bizler seks işçiliği yapmaktan ne utanıyor ne de yeriniyoruz. Seks işçisi translar olarak yaşlılığımızda emekli olabilmek ve işimizi güven içerisinde icra edebilmek istediğimizde ise trans dostu olmasını beklediğimiz kesimler tarafından dahi ayıplama ve utandırılmaya maruz kalıyoruz. Bizlerin güvenliğini sağlaması beklenen bekçiler ise kabahatler kanunun ayrımcı hükümlerine dayanarak bizleri para cezası yağmuruna tutuyor.

Sorunlar burada bitmiyor. Transsanız ve başınızı sokacak bir eve ihtiyacınız varsa hele ki enflasyonun ve emlak krizinin başını alıp gittiği bu günlerde işiniz oldukça zor. Pek çok ev sahibi translara sadece trans oldukları için evini vermiyor veya normalin çok üstünde kiralar istiyor. Bu fahiş kiraları kabul etseniz dahi komşunun tacizi ve mahalle baskısı sebebiyle evlerimizde huzurla yaşayamıyoruz. Transfobik düzen bizleri biraz olsun güvende hissedip huzur bulacağımız ancak kira fiyatlarının çok yüksek olduğu mahallelerde yaşamaya zorluyor ancak iş dahi bulamayan bizler için bu mahallelerde yaşamak çoğu zaman mümkün olmuyor. Uygun fiyata kira verdiğimiz mahallelerimiz ise günün birinde birilerinin rant alanına dönüşüyor ve kentsel dönüşüm adı altında uygulanan soylulaştırma politikaları adı altında o mahallelerden ilk sürülen bizler oluyoruz. Geçmişte Ülker Sokak’ta, Esat-Eryaman’da yaşanan buydu. Bugün ise aynı politikalara Tarlabaşı ve Bornova Sokak’ta maruz kalıyoruz. Biz translar zenginlere peşkeş çekilen bu mahallelere yakıştırılmıyor, oraları kirli gösteren insanlar olarak görülüyor ve gerek bekçi ve polisin hukuki tacizleri gerekse sivil çeteler tarafından baskı ve şiddetle buralardan sürülüyoruz.

“Hayata başladığımız günden bittiği ana dek bir yaşam mücadelesi vermek zorundayız”

Biz translar her şeye rağmen tüm bu nefret suçları ve hak ihlalleri ile yargı yoluyla mücadeleye etmeye devam ediyoruz. Bugün 17 yıldır Yargıtay ve mahkemeler arasında mekik dokumasına rağmen ısrarla mücadelesini verdiğimiz Esat-Eryaman Davası bunun en güzel örneğidir. Ancak bu ısrarlı mücadelenin uzunluğu bize bir şeyi daha gösteriyor: Biz translar adalete erişirken de eşit değiliz. Transfobik düzen yıllarca süren davalarla bizleri haklı mücadelemizden vazgeçirmeye çalışıyor. Transların sadece trans oldukları için sistematik bir şekilde maruz kaldığı yağmalama, gasp, yaralama, cinayet gibi suçlar yasa tarafından nefret suçu olarak kabul edilmiyor. Yargılanan suçlular çoğu zaman ya hiç ceza almıyor ya da ödül gibi cezalar veriliyor. Yıllardır tekrarlanan “kadın sandım, erkek çıktı” gibi transfobik bahaneler hakimler tarafından ikna edici bulunuyor ve katiller haksız tahrik indirimi alıyor.

Sağlık hizmetlerine erişimde de durum bundan farklı değil. Bizler herhangi bir sağlık sorunu sebebiyle hastaneye gittiğimizde sağlık çalışanları tarafından ayrımcılık ve kötü muameleye maruz kalabiliyoruz. Trans bedenleri “hastalıklı” gören bazı transfobik sağlık çalışanları bize dokunmak istemediği için tedavi vermeyi reddedebiliyor. Bunun yaşanmadığı durumlarda ise aldığımız önyargı dolu sorular ve yadırgayan bakışlarla kötü hissetiriliyoruz. Bu muamele öyle bir noktaya varıyor ki bazılarımız sırf bu muameleye maruz kalmamak için sağlık kuruluşlarına gitmiyor, öngördüğümüz ayrımcılık sebebiyle tedavi almıyoruz.

Sağlık hizmetlerine ilişkin en büyük sorunu ise cinsiyet uyum süreci için gittiğimiz hastanelerde yaşıyoruz. Ait olduğumuz bedende yaşayabilmek, kimliğimize ait olduğumuz cinsiyeti yazabilmek istediğimizde psikiyatristinden hakimine kadar bir sürü insanı ve kurumu ikna etmek zorunda kalıyoruz. Mutlu olmadığımız bedenler ve kimliklerde yaşamak zorunda bırakıldığımızda yaşadığımız depresyon ve anksiyete gibi psikolojik sorunlar artık bilim tarafından da nihayet kanıtlandı. Bizleri korumak adı altında bizlere dayatılan, fazlasıyla tıbbileştirilmiş ve hukukileştirilmiş uyum süreçleri bizleri korumak şöyle dursun bizi her geçen gün içinden çıkılmaz bir çaresizlik hissine sürüklüyor. Ancak görüyoruz ki transfobik düzen uyum sürecini temel bir insan hakkı olarak değil adeta bir “lüks” veya “lütuf” olarak görüyor. Uyum sürecinde kullanılan hormonların sigorta kapsamından çıkarılması ve uyum sürecini yasada yazana göre tamamlayan arkadaşlarımıza dahi ameliyat raporunun verilmemesi bunun en büyük kanıtı. Pek çok trans arkadaşımız uzayan uyum sürecinin getirdiği psikolojik sorunlardan kurtulmak için alternatif yollara başvurmak zorunda kalıyor ve çoğu zaman doktor gözetiminde olmadan hormon alıyor veya yetkin olmayan doktorlar tarafından ameliyat ediliyor. Hormon ilaçlarını ise ya eczanelerin stoklarında bulamıyoruz ya da fahiş fiyatlar sebebiyle satın alamıyoruz. Doktorların hormon reçete etmemesi sebebiyle çoğu zaman yan etkisi olan alternatif hormon ilaçlarını satın almak zorunda kalıyoruz.

Bugünlerde AKP ve yandaşı partilerin cinsiyet uyum sürecini yasaklamaya yönelik taleplerini duymaya başladık. Bu talepler; tüm emek sömürü sistemini genç nüfus ve ucuz emek üstüne kuran, kadını aileye hapsedip onları üreme aparatı gibi kullanmaya niyetli, bu sömürü sistemini ise ırkçı söylemlerle temize çekmeye çalışan aileci neoliberal bir zihniyetin ürünü. Yalnızca sömürü düzenine uyum sağlayanlara verilen makbul aile ve yurttaşlık nişanesi ise devlet yetkilileri ve siyasilerin pompaladığı LGBTİ+ karşıtlığı üzerinden meşruluk kazanıyor. Sömürü çarkının sürmesinde faydasız görülen LGBTİ+’lar düzenin devamı için bir günah keçisine çevriliyor. LGBTİ+ hak mücadelesini bir propaganda olarak çerçeveleyip bu sözde propagandanın çocukları cinsiyetsizleştirerek aileyi yıkacağı masalı anlatılıyor. Translar için hayati olan uyum sürecine ilişkin hak ve hizmetler ise bu masal bahane gösterilerek yasaklanmak isteniyor.

Görüldüğü üzere biz translar hayata başladığımız günden bittiği ana dek bir yaşam mücadelesi vermek zorundayız. Bu anma gününde yalnızca nefret suçuyla katledilen arkadaşlarımızı anmak yeterli değil. Katillerin tetiği çektiği ana kadar kademe kademe artan nefret sarmalını ve o katilleri teşvik eden transfobik düzeni göstermek zorundayız. Bu cinayetler bir günde işlenmiyor. Bu cinayetler; sıcak bir yuvaya, karnımızı doyurabileceğimiz bir işe, hayalimiz olan mesleklere, hepimizin hakkı olan sağlık hizmetlerine ve kendimiz olabileceğimiz bir sosyal yaşama bizleri reva görmediğiniz için kolaylıkla işlenebiliyor. Bu cinayetler gündelik yaşamın olağan akışında küçük gibi görünen alaycı bakışlar, arkamızdan edilen dedikodular, yadırgayan ve meraklı sorularla biriken nefretin bir sonucu. Bu transfobi yalnızca nefret cinayetleri sonucunda arkadaşlarımızı aramızdan almıyor. İlaçlarına erişemediği için ölen Dilan Değirmenci’nin yası hala bitmedi. Ayrımcılık yaşayacağı tedirginliğiyle hastaneye gidemeyen ve erken tanı alamaması sebebiyle aramızdan ayrılan Aligül Arıkan’ı ve mücadelesini hala özlemle anıyoruz. Bir ihmaller sarmalı sonucu sokakta donarak ölen Palmiye Deniz’i unutmadık. “Yapamadım, izin vermediler!” diyerek hepimizin bildiği bir gerçeği en doğrudan şekilde yüzümüze vuran Eylül Cansın ve defalarca şiddete uğramasına rağmen neşesini bizden hiçbir zaman esirgemeyen Zirve Soylu’nun intiharlarının sıradan birer intihar olmadığını biliyoruz.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen translar örgütlenmekten ve talep etmekten vazgeçmiyor. Bu yıl İstanbul Trans Onur Yürüyüşü 6 yıl aradan sonra yeniden yapıldı. Yıllardır çıkmayan Dönme Dergisi aramıza geri döndü. Taleplerimiz net ve basit: Kendimiz olabilmek, hayalini kurduğumuz yaşamları sürebilmek, herkesin hakkı olan bir çocukluk, gençlik ve yaşlılık yaşamak ve en önemlisi ecelimizle ölmek istiyoruz!

Buradan bir kez daha haykırıyoruz: Trans cinayetleri politiktir! Trans intiharları politiktir! Trans ölümleri politiktir!”

20 Kasım hakkında

Rita Hester, 20 Kasım 1998’de ABD’nin Massachusetts Eyaletinin Boston şehrinde transfobik bir saldırıyla katledildi.

1999 yılından bu yana her 20 Kasım’da; dünyanın birçok yerinde nefret suçu mağduru translar, lubunya örgütlenmeleri ve hak savunucuları tarafından basın açıklamalarıyla, bir araya gelerek ve transların güncel şartlarda neler yaşadıklarını paylaştığı etkinlikler düzenlenerek anılıyor.


Etiketler: insan hakları, nefret suçları
İstihdam