29/05/2007 | Yazar: Kaos GL

‘Her şey bittiğinde, kalbine oturan kara bir yumruyla, haziranın ortasında buz kesmiş elleriyle, gözlerini dolduran yaşların tüm engellemelerine rağmen titreşen damlaların ardından gördüğü telefon numarasını çevirmiş, onu en yakın dostuna götürecek olan dolmuşa binmişti. O andan sonra bu olay yüzünden hiç ağlamadı, gözlerini dolduran yaşlar hiç dışarı taşmadı, başını yukarı kaldırıp içine akıttı onları.’ 2. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda ‘Bedenim Benimdir Özel Ödülü’ne değer görülen Sena Aksoy’un öyküsü.

‘Her şey bittiğinde, kalbine oturan kara bir yumruyla, haziranın ortasında buz kesmiş elleriyle, gözlerini dolduran yaşların tüm engellemelerine rağmen titreşen damlaların ardından gördüğü telefon numarasını çevirmiş, onu en yakın dostuna götürecek olan dolmuşa binmişti. O andan sonra bu olay yüzünden hiç ağlamadı, gözlerini dolduran yaşlar hiç dışarı taşmadı, başını yukarı kaldırıp içine akıttı onları.’ 2. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda ‘Bedenim Benimdir Özel Ödülü’ne değer görülen Sena Aksoy’un öyküsü.

KAOS GL

Sena Aksoy

''2. KADIN KADINA ÖYKÜ YARIŞMASI – Bedenim Benimdir Özel Ödülü'' – 2007

Gözlerini sımsıkı yummuş, her şeyin biteceği, şuan ona tonlarca ağırlıktaymış gibi gelen üzerindeki bedenin çekilip gömüldüğü yataktan kalkmasına izin vereceği an için dua ediyordu. Ardı arkası gelmeyen öpücükler, vücudunun rast gele herhangi bir yerinde, dokunduğu yeri kirletirmişçesine gezinen duygusuz okşamalar, yıllardır titizlikle yaratıp benimsediği, koruduğu tüm değerlerinin üzerinden, bir silindir gibi, bir ileri bir geri basıp basıp geçen hantal bir beden, gözlerinden yavaş yavaş süzülerek kulaklarına doğru akan dumanı üzerinde yaşlar ve bir taraftan hemen ötesindeki bilgisayarda oynayan filmden kopup kulağına gelen anlamsız diyaloglar… Şenay’ ı 1-2 saat içinde birkaç yıl yaşlandıran, gözlerindeki yaşam enerjisini, canlılığı uzun süreliğine çalıp giden felaketi bu şekilde özetleyebiliriz.

4 yıldır tanıdığı, ailesine giren, anne babasıyla, arkadaşlarıyla tanışan, okulda 2 sene aynı sırayı paylaştığı, bu süre içersinde İstanbul’a dair bildiği nerdeyse her şeyi öğrettiği, ''‘iyi çocuktur’'' diye bahsettiği 4 yıllık arkadaşıydı ona bu korkunç deneyimi yaşatan. Tanışmalarının üzerinden geçen ilk birkaç aydan sonra, Şenay’a aşık olduğunu, beraber olup olamayacaklarını sormuştu. Kesin bir hayır cevabı almış olmasına rağmen bunu takip eden aylar ve senelerde de bu isteğini uygun olduğunu düşündüğü zamanlarda tekrarlamıştı. O sırada Şenay’ın da onun da başka ilişkileri olmuş, hatta birbirlerinin sevgilileriyle tanışmış, bazı kutlamalara, konserlere beraber katılmışlardı. Rahat dönemlerdi o zamanlar, gelecek kaygılarından muaf keyiflerince yaşadıkları zamanlar…

Son iki sene okul ağırlaşıp hayatları çok daha seyrek kesişmeye başlayana kadar da bu sürekli paylaşımlar devam etmişti. Bir zaman sonra karşılaştıklarındaki kısa selamlaşmalar ve ayaküstü yüzeysel havadan sudan konuşmalar dışında, paylaştıkları bir şey kalmamıştı. Her seferinde ''‘bir gün bir şeyler yapalım’'' kararı aldığınız ama istem dışı bir şekilde bir türlü zaman ayıramadığınız türden rastlaşmalardı bunlar. Aradan geçen 4 yılda ikisi de değişmiş ama Şenay’ın artık neredeyse oturmuş kişiliğinde insanı şoke edecek, beklenmedik değişiklikler olmamasına karşın, Mehmet bambaşka bir insan olmuştu. Bu başkalaşmayı Şenay çok uzaktan ve belli belirsiz görmüş ama her zaman ki gibi insanlara tüm iyi niyeti ve gereğinden fazla toleransla yaklaştığından bunu eski bir dost için de tekrarlamış, bir gece yarısı gelen ''‘yarın bize gel, film izleyelim’'' teklifini aklına hiçbir ''‘acaba’'' takılmadan, tüm safiyane duygularıyla kabul etmişti. O güne kadar karşısına hep iyi insanlar çıkmış, onu ondan fazla düşünen dostları, erkek arkadaşları olmuştu. İçinin temizliği yüzünü, gülümseyişini bir fondöten gibi kaplamış, iyi niyeti adeta gözlerinden fışkırmaktaydı. Bu yüzdendir ki etrafında her zaman sevilen, kızılamayan bir insan olmuştu Şenay. Kendisini hep çok güçlü hissetmiş, yaptığı, söylediği her şeyin kimi zaman mantıklı kimi zaman ise tamamen insani duygularla alakalı, ama sonuçta bir şekilde kabul edilebilir sebepleri olduğuna inanmış, çoğu zaman da arkadaşlarına hayatı çözmüş edalarıyla tavsiyeler vermişti.

O cumartesi günü, sahip olduğu tüm değerlere olan inancını, kendine saygısını ve hatta sevgisini, bir kulağında Love Actually filmine ait kesik kesik diyaloglar, bir kulağında arkadaşım dediği adamın, yapmakta olduğu şeyle hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak sevgi sözcükleri, sımsıkı yumduğu gözlerinden süzülen yaşların nezaretinde, o yatakta bırakıp gitmişti. ''‘Güvenmeden yaşayamam ben’'' derdi o vakte kadar ama artık güven sözcüğü onun lügatinde koyu puntolarla yazılmış yerini bir daha hiç dönmeyecekmişçesine terk etmişti.

Her şey bittiğinde, kalbine oturan kara bir yumruyla, haziranın ortasında buz kesmiş elleriyle, gözlerini dolduran yaşların tüm engellemelerine rağmen titreşen damlaların ardından gördüğü telefon numarasını çevirmiş, onu en yakın dostuna götürecek olan dolmuşa binmişti. O andan sonra bu olay yüzünden hiç ağlamadı, gözlerini dolduran yaşlar hiç dışarı taşmadı, başını yukarı kaldırıp içine akıttı onları. Garip bir şekilde daha da güçlü hissediyordu kendini, ama bu kez sanki daha farklı, daha gerçekçi bir güçtü içinde hissettiği. Sanki kendi yarattığı değil, dışarıdan ulvi bir etkenin alıp içine koyduğu, temelleri çok daha sağlam ve köklü bir hissiyattı bu. Yol boyunca başını dayadığı camdan akıp giden trafiğe dalmış bakarken, ailesi, okulu, arkadaşları bir bir geçti aklından. Duyduklarında olabilecekleri düşünüp yaşadığı bu korkunç felaketle kendi başına başa çıkması gerektiğine karar verdi. Zaten yaşamı pamuk ipliğine bağlı annesinin böyle bir üzüntüyü kaldıramayacağını bilip kahretti korkaklığına ve ona bunları yaşatan adama… Aradan yaklaşık 1 saat geçip, her zaman gittikleri cafe de en yakın kız arkadaşını beklerken aniden bastıran ağlama krizleri durmuş, yüzüne tüm üzüntüsünü, kızgınlığını, hayal kırıklığını gizleyen mağrur bir ifade yerleşmişti. Gözlerinde bundan sonra başına gelebilecek her şeyle savaşabilecek duygudan yoksun sabit bakışlar vardı. O güne kadar onu iyi tanıdıklarına inandığı birçok kişi tarafından belli etmemeye çalışsa da çok duygusal, çabuk etkilenen biri olarak tanımlanmıştı ve hatta bir süre sonra hoşuna gitmese de kendisi de hayata karşı hazırlıksız, fazla iyimser olduğunu kabullenmişti. O yüzden bir taraftan da böyle bir şoku fazla ağırbaşlı karşıladığını hissediyor ve şaşırıyordu. Yanıldığını, yaşadığı en ufak, o an önemsiz gibi görünen olayın bile içinde, bilinçaltında bir yerlerde yer ettiğini ve bir şekilde zamanı gelince kendini dışa vurduğunu en yakın dostum, kardeşim, ruh ikizim dediği kişi ona bu en ihtiyacı olan anda kollarını açmış sarılmak üzereyken ondan kaçınca anlayabildi. Dokunamıyordu! Her türlü şakalaştığı, yıllarca beraber yatıp kalktığı, her şeyini bildiği can dostuna sarılıp öpemiyordu. Konuşabiliyor, ama sanki aralarına tebeşirle beyaz bir hat çizilmişçesine o sınırı geçtiğinde içini bir ürperti sarıyordu. Aynı şekilde arkadaşı da ona dokunmak istediğinde gayrı ihtiyari kaçmaya çalışıyor ya da en kısa sürede bu temasın kesilip eski güvenli yerlerine dönmelerini diliyordu. Bunu anladığında ve arkadaşıyla paylaştığında belki geçicidir dediler, yavaş yavaş her şeyin normale döneceğini düşündüler. Ama onu takip eden günlerde kimsenin koluna giremeyip, anne babasıyla dahi temastan kaçındığını gördükçe bir şeylerin ters gittiğini anladı ama buna şuan çok ihtiyacı olduğunu, ona iyi geldiğini hissettiği için büyütmemeye çalıştı. Hiç yalnız kalmamaya, hep kalabalıklar içinde, ama o sınırlarını kendi çizdiği çemberin ortasından ayrılmadan ve içeri de kimseyi almadan yaşamaya devam etmeye çalıştı ve bir süre sonra kısmen başarılı da oldu… Her zaman gittikleri yerlere gitmeye, insanlarla güler yüzle konuşup kimi zaman önleyemediği kahkahalar atmaya, zor da olsa yeniden dansetmeye… Kısacası eskiden yaptığı her şeyi yapmaya devam etmek için içindekilerle savaştı ve neredeyse bir süre sonra her şey normale döndü, ister istemez bir olgunluk çöktü hal ve hareketlerine, sözlerine. Etrafındaki çoğu insan bu büyümüşlük halini ilerleyen yaşına verip kimi zamanki mesafeli davranışlarının üzerinde fazla durmadı. Zaman, kendini fark ettirmeden baş döndürücü hızıyla akmaya devam etti. Hepsi için…

Önceden de dediğimiz gibi hep insanlar arasında oldu Şenay. Bir süre aralıksız konuşup, nefes almadan bir şeyler anlatıp gülüyor, güldürüyor sonra birden durgunlaşıp neresi olduğu fark etmeden kendi boşluğunu yaratıp orada kayboluyordu, ta ki biri dürtüp onu uyandırana dek…

Yine böyle bir dalıp uyandırılma akışı içinde ilerleyen bir toplaşma esnasında, sıradan bir dürtülüp kendine getirilişin hemen ardından başını kaldırıp karşıya baktığında tek başına oturmuş, bir elinde incecik parmakları arasında her an düşecekmiş gibi gevşekçe duran sigarasını tutan, diğer eliyle de içindeki Kenya kahvesine anlamsız gözlerle bakmakta olduğu fincanı yavaş yavaş çeviren, dalgın bir kadın figürü gördü. Bir kaç saniye gözlerini onun üzerinden alamadı. Dalgın dalgın bardağına bakıyor olmasından da cesaret alarak rahatça gezdirdi gözlerini siyah saçlarının, düzgün, hokka burnunun, yanağındaki hafif çillerin, kulağından çenesine uzanan yüz hatlarının üzerinde. Tam o esnada incelendiğini hissetmiş gibi başını hafifçe kaldırdı, çenesine dayadı ve gözlerinde hınzır bir ifadeyle ona bakmaya başladı. Yaramazlık yaparken suçüstü yakalanmış 3 yaşında bir çocuk utangaçlığıyla başını öne eğip dudaklarını ısırdı Şenay. Orta yerinden bodoslama girdi masada dönen muhabbete. Dudakları kıpırdıyor, bir şeyler anlatıyor, insanlara cevap veriyor ama tüm bunlardan ziyade, aklındaki bir fırsatını bulup yine ona bakabilmek, kahvesini parmakları arasında döndürüp dalgınca dışarıya izlerken onu seyredebilmek arzusuyla cebelleşiyordu. Bir süre sonra ikisi de karşısında bir çift gözün kendisini süzmekte olduğunu farkında, dudaklarının hemen kenarında beliren küçük, manidar bir gülümsemeyle, kül tablaları, boşalmış bardaklar, bardaklar üzerinde yazan gereksiz uyarılar, ağaç dalları, o dalların üzerinde tünemiş uyuyan kediler vs. gibi önemsiz noktaları inceliyormuş gibi yapıp arada karşı tarafa kaçamak ama bir taraftan da yakalanmak isteyen bakışlar atıyorlardı. Sonunun nereye varacağını düşünmeden…

Bıraksalar saatlerce sürebilecek bu devr-i daim, kadının eşyalarını masadan toplayıp kalkması ve giderken son bir kere gözlerinin kesişmesiyle son buldu. Gidişini izlerken Şenay’ın içini yabancı bir hüzün ve hayal kırıklığı kapladı ve bu yüzüne de yansıdı. Çekip gitmişti işte… Ya tüm bu olanların açıklaması neydi? Bir açıklama var mıydı ki? Yahut olmalı mıydı ki ? Hissetmişti ve engellememişti… Tüm olan biten buydu işte…

Ardından baktı siyahlar içindeki kadının ve bir yerden sonra kalabalık içinde kaybetti onu. Lavaboya gidip nasıl göründüğüne bakmak istedi ve çantasını alıp masadan kalktı. Başını önüne eğmiş, gözleri yer döşemeleri üzerinden hızlı hızlı akarken hemen solunda, farkına bile varmadığı bir kapı açıldı ve içinden telaşla biri çıktı önüne. Şaşkınlık içinde durup başını kaldırdı. İlk birkaç saniye gördüğü şeyi algılayamadı, sadece baktı boş gözlerle. Sonra yavaş yavaş bilinci yerine geldi ve geniş, içten bir gülümseme yayıldı yüzüne. Son 15–20 dakikadır santim santim incelediği genç kadındı bu, üzerinde o restoranın ismi ve amblemi bulunan bir önlük, yüzünde Şenay’ın ezberlediği o minik gülümsemenin daha bir kocamanı vardı. İçinden koca bir yük kalkmışçasına hafifledi Şenay ve ''‘Merhaba’'' diyebildi nihayet. Sonrası kontrollü bir coşkunlukta geçti konuşmanın.

- Merhaba ( yüzünde bahsi geçen geniş gülümsemeyle )

- Burada mı çalışıyorsun?

- ( önce üzerindeki önlüğe, sonra Şenay’a aynı muzip gözlerle bakıp ) Galiba !!!

- ( ne kadar salakça konuştuğunu fark edip kısa süreli bir utangaçlıkla ) Daha önce görmemiştim seni burada.

- Evet, yeni başladım, okulla bir arada yürütebilirsem devam edicem.

- Aaa, anlıyorum. O zaman daha sık görüşürüz artık, biz hep buralardayız. ( içinde bir şeyler zıpzıp zıplıyor, gözlerinden karşısındakinin de ortak olmasını beklediği bir mutluluk akıyordu)

- ( ve sevdiğinin gözlerinde karşılık buldu beklentisi ) Umarım…


İkisi de bir süre birbirlerinin gözlerinin içine bakıp öylece dururlar. Bu sefer kendi kendini dürtüp uyandıran Şenay:

- Ben seni oyalamayım, kolay gelsin hadi, görüşürüz.

- Teşekkürler, hoşça kal.

- Hoşça kal…

Ve o günü takip eden günlerde, engelleyemediği bir şekilde gittikçe kısalan aralıklarla aynı mekana gitti arkadaşlarıyla. Bazı zamanlar denk gelemediler, bazı zamanlar birkaç cümle konuşup ayrılmaları gerekti. Bir süre sonra Şenay, Damla’nın mola saatlerine yakın saatlerde gelip gitmeye başladı kafeye. Çok özel mevzulara girmeden hiç susmadan konuşabiliyor, bazen ise dakikalarca susup kendi dünyalarında düşüncelere dalıp, geri çıktıklarında ise yanlarında birbirlerini bulmaktan olağanüstü bir haz alıyor, ruhları huzurla doluyordu. Nihayet bir an önce gerçekleşmesi için can atılan türden bir ''‘bir gün bir şeyler yapalım’'' teklifi atıldı ortaya ve birkaç gün sonrası için Damla’nın çıkış saatinde buluşmak üzere anlaştılar. O gün ilk defa baş başa kalabildiler ve her zamankinden çok daha farklı bir heyecan yerleşti yüreklerine. Artık bu iş çıkışı buluşmaları sayesinde birbirleriyle geçirecek telaşsız saatleri, onları izleyen ne bir iş arkadaşı ne de bir dost vardı etrafta ama Şenay’ ın görünmez sınırlarını çiğneyip geçmeye cesaret edemiyordu Damla. Elini uzattığında dokunabileceği, içini ısıtan ışıkları gözlerini alacak kadar yakın gibi görünen ama ulaşılması imkansız hissini, içini acıta acıta beynine işleyen bir yıldız gibi… Bir türlü yakalayıp sımsıkı sarılamıyordu ona…

Bu sürüncemede geçen iki ayın ardından kafeye gittikleri bir gün Damla her zamanki gibi Şenay’ın arkadaşlarıyla tek tek selamlaştı ve mönüleri birer birer önlerine koydu. Bir tanesini de Şenay’a gözlerinin içine baka baka verdi. Herkes ne yesek diye tartışırken Şenay sanki her seferinde çilekli milkshake sipariş etmiyormuş gibi yine mönüyü açtı ve sayfaları karıştırmaya başladı. Ismarlayacağı milk shake in olduğu sayfaya geldiğinde orada iliştirilmiş bir not buldu. Elle çizilmiş iki çiçeğin arasında ''‘Çok Tatlısın’'' yazıyordu. O anda damarlarında sımsıcak bir nehir, ruhunu okşarmışçasına dolaşmaya başladı. Yazının üzerinde, onun yüzünde geziniyormuşçasına yavaş yavaş gezindi parmakları. Dudaklarına ince, huzur dolu bir gülümseme, gözlerine aylardır, farkında olmadan yaratıp içine hapsolduğu sınırlarını bu kadar isteyip de aşamamanın verdiği acıyla karışık sevgi dolu bir ifade yerleşti. Başını kaldırıp onu aradı bu duygular bulamacı bakışlarıyla ve buldu. Sanki aylardır ikisinin de sessizce paylaşıp açıkca ifşa edemediği bir sır ortaya çıkmış, aralarındaki sis perdesi aydınlanmış gibiydi artık. O gün arkadaşlarından ayrıldıktan sonra Damla’nın çıkışını bekledi başka bir yerde oturup. Zaman geldiğinde gerekli malzemeleri alıp evde bir şeyler pişirip yemeye karar verdiler. Şenay’ın vazgeçemediği fix tortellini ve kırmızı şarap ikilisinin yanına şahane bir salata yapıp eğlenceli ve leziz bir akşam yemeği hazırladılar kendilerine. Karınları doyup bir süre miskin kediler gibi kanepeye uzanıp perdeden içeri süzülen zayıf ışıkla bir nebze aydınlanan karanlık odada, yorgun düşünceye kadar gerekli gereksiz birçok konudan konuştular. Sonra öyle bir an geldi ki, gecenin karanlığında gözlerinde ışıl ışıl parıldayan sırrı avuçlarının içine alıp puff diye sonsuzluğa göndermek istediler. Sustular. Birbirlerine kilitlenmiş gözleri ve karanlıkta odayı kaplayana nefes alışverişleriydi tek paylaştıkları. Damla daha fazla kendini tutamayıp yüzünü iki üç saniyede bir hafifçe okşayan bu nefeslerin sahibine, Şenay’a dokunmak istedi. Parmaklarını alev alev yanan yanaklarının üzerinde, minicik burnunda, kalemle çizilmiş gibi düzgün ve adeta görünmez bir kilitle kapatılmış dudaklarının üzerinde dolaştırmak, artık onu hissetmek istedi. Gözlerini sımsıkı yumdu Şenay, dişleri sımsıkı birbirine kenetlenmiş, boğazında ağır ağır yumrular yutkunması için sıraya girmişti. Lanet etti içinde bu sıkıntıyı yaratan şeye. Ahtapot gibi tüm bedenini sarıp sarmalamış, dipsiz karanlıklara çekmek istiyordu onu. ''‘Yardım etmeme izin ver’'' diye zarifçe fısıldadı bir ses kulağına, sanki dört bir yanını dokunduğu yeri yakarcasına saran kolları gevşedi ahtapotun. Yanağında içini ferahlatan, yaralarını onaran pamuk gibi bir öpücük hissetti. İyiden iyiye ferahlamıştı artık ve dudaklarına konan sımsıcacık, minicik bir öpücük ahtapotun tüm dermanını çekip aldı sanki kollarından, filmlerdeki kötü cadılar gibi eriyip yok oldu. O minicik öpücük çekip çıkardı Şenay’ı kendini hapsettiği karanlık çemberinden dışarı. Sımsıkı sarıldı kahramanına. Yeni doğmuş bir bebek gibi sevdiğinin kollarında uyudu o gece ve onu takip eden birçok gece…

Etiketler: kültür sanat
İstihdam