11/11/2015 | Yazar: Kaos GL

Hazal Başarık’ın Kalimero rumuzuyla 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan öyküsü: "Yanımdaki bu lüleli, güzel kızı yakînen tanıyordum. ‘Yakînen’den kastım, yakînen hissediyordum"

Doğuştan Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Hazal Başarık'ın Kalimero rumuzuyla 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan öyküsü: "Yanımdaki bu lüleli, güzel kızı yakînen tanıyordum. ‘Yakînen’den kastım, yakînen hissediyordum"

Yanımdaki bu lüleli, güzel kızı yakînen tanıyordum. ‘Yakînen’den kastım, yakînen hissediyordum.

Bizim buraları anlatmanın manası var mı, bilmem. Olumlu bulunanlar ‘iyi ki’lere, olumsuzluklarsa, da aklanabilmek için, mazeretlere muhtaçtır. Bense müzisyen doğdum. Yani; doğuştan. “Çalgıcı” oluşuma, herhangi bir mazeret bulmaya hiç zorlanmadım bu sayede. İnsanlarla anlaşmakta zorlanıyordum, çünkü kelimelere inanmıyordum. Müziği ise seviyordum, hislerimi tınılarla hissettiriyordum; nitekim kaygım anlaşılmak değil, hissedilmekti. İnsanların birbirlerini anlayabileceklerine ve zaten anlamaları gerektiğine de inanmıyordum. O güne kadar.

Elif narin bir kızdı. Hiç konuştuğunu duymadım. Arada sırada bizim atölyeye uğrar, bir kaç eski kitap alır bakar, sonra da usulca çıkıp giderdi. Haftanın bir kaç günü gelirdi. Yine de birimizden biri bile bu kızın kimin nesi olduğunu bilmezdi. Yalnız ben, dedim ya, yakînen tanırdım Elif’i. Ürkekçe eline mandolin alıp, tellerini tıngırdatışından bilirdim. Okuduğu, göz gezdirdiği kitaplardan bilirdim korkularını. Bazen dar pencereden sokağı izleyişinden, bazen yüzüne düşen lülesini sıyıran beyaz elinden okurdum onu. Onunla bazen, içten içe, gün boyu konuşurdum.

Ne zaman neyin başına otursam, en çok onu, onun o lüle lüle saçlarını, bir de tuhaf berraklıktaki gözlerini yakıştırırım müziğe. Kimseler de bana sormazdı, bunları kimin için besteledin diye. İyi ki de sormazdı. İyi ki de şair değildim; şair olsam muhakkak “kadın” derdim çünkü. Çünkü, bana kalırsa, kadın erkek ilişkileri evlilikler için kurgulanmıştı. Nasıl anlatsam; müziğin cinsiyeti olamazdı. Ya da dürüst olmak gerekirse; notalar en çok berrak gözlü, masum gülüşlü kadınlara yakışırdı. Karşı çıkmıyordum yaşadığım dünyanın tabularına, onları yanlış bulmuyordum. Daha ziyade, yargılamıyordum, çünkü anlamaya çalışmıyordum. Anlaşılamayacağımı da biliyordum. Ben, her notada kadına olan aşkımı söylüyordum, bir kadın olduğum için farklıydı. Ve bu böyleydi, hep. Doğuştan...

Hiç bir şeyin, hiç bir hissimin, hiç bir bestemin adını koymuyordum. Hiçbir şeyin, kimsenin adını sormadığım gibi... Gerek duymuyordum buna. Başta tuhaf geliyordu insanlara, umursamaz buluyorlardı bu tavrımı; ama alışıyorlardı. İnsanlar, her şeye alışıyorlardı. Susmaya, konuşmaya, yaşamaya ve ölüme inanmaya bile alışıyorlardı. Bu yüzden belki de, müziğimi yapabildiğim sürece, aslında hiç bir şeyi umursamıyordum. O güne dek...

Bir gün, ona çargah sesi ile segahın ağır bastığı bir şarkı besteledim. Çargahın, benim gözümde, toplum normlarına göz kırpan bir yanı vardı. Özgünlüğü de yok değildi hani, incelebilir, kalınlaşabilirdi; ama asla kanlı devrimlerden yana olmazdı. Yanına da segah koydum ki, şarkıyı renklendirsin. Çünkü segahın sesi, onun gülüşüne çok benziyordu. Dişlerinin beyaz dansına çok uyuyordu. Ve çargah ile segahın dansı bir zıtlık içeriyordu ki bu zıtlık yüreğime dokunuyordu.

İnsan, güzel bir şey yaptığını düşününce paylaşmak istiyor. Güzel bir kadının aynaya bakma isteği gibi... Güzel bir eser olduğundan emindim, fakat ben de aynaya muhtaçtım. Onu düşünerek yaptığım bu besteyi, ondan önce bir kaç arkadaşımla paylaştım. Yeterince beğendiklerini düşünürsem, onunla da paylaşacaktım. Evet. Bunu yapacaktım; çünkü o beğenirse her bir notanın sesi ulaşacaktı yüreklere. Yürekler dediğim aslında, hayalimde onun gülüşünden ibaret bir cennetti.

Arkadaşlar besteyi çok beğendi. Ödül vermek gereksinimi duyar gibi, yeteneğimin vaad ettiği günlerden bile bahsedildi. Oysa bana, yalnızca tek bir günün vaad edilmesi yeterliydi. Onun beni dinleyip, beğeneceği; sonra da tozlu kitaplara hediye ettiği bembeyaz gülüşü, bana da hediye edeceği ümitli günün... İçim içime sığmıyordu. Beğeneceğinden emindim, ama gülüp gülmeyeceğini kestiremiyordum. Gülerse, konuşursak, bir daha gülerse... Yalnızca buraya kadar düşünmek bile, parmak uçlarımın dirayetini arttırıyordu.

Bir gün öğleden sonra atölyeye geldi. Usulca girdi yine kapıdan, usulca gülümsedi. Gülümsedim ben de. Hemen yerime geçtim, yaptığım besteyi milyonlara sergiliyormuşçasına kan ter içerisindeydim. Sakinleşip, bestemi çalmaya başladım. Yüzündeki hiç bir ayrıntıyı kaçırmamak adına da, gözlerimi güzelliğine dikmiştim. Utanmalı mıydım, hiç düşünmedim. Öyleyse de, oldu bir kere işte, yüreğimden kaçırdım güzelliğini, döktüm, paylaştım. Ya da öyle zannettim.

Elif’in yüzünde en ufak bir değişiklik olmadı. O kadar ki, o güzel gözlerini bir milimetrik salise bile elindeki kitaptan ayırmadı. Üstelik, sanki ben orada ona resital düzenlemiyormuşum gibi, gidip mandolinle yakınlaştı. İçimde keskin bir kıskançlık hissetmiştim.

O gece bu histen ötürü hiç uyuyamadım. Bir kadının güzelliğine beste yapmaya alışıktım da, bir kadından ilgi beklediğimi, o ilgiyi göremeyince hırçınlaştığımı hiç bu kadar açık görmemiştim. Hayatımda ilk kez, bir şeyleri tanımlama gereksinimi boğazımı düğümledi. Bu düğüme alışkın değildim. O güne kadar...

İlerleyen günlerde durgunlaştımsa da, asla vazgeçmedim. Neden en ufak bir tepki bile vermediğini kendime soruyor, cevap bulamıyordum. Yine de, hevesimi kaybetmemek için, onun yerine, onun adına mazeretler üretiyordum. Misal; bir gün kafası başka bir yerdeydi, müziği farketmemişti. Bir gün, fonda çalan herhangi bir müzik zannetmişti. Bir gün, farketmiş, ama çekindiği için bir şey söylememişti. Başka besteler de yaptım. Her gelişinde gözlerimi gülüşünün emanet askısına bırakıp, yeniden onunla paylaşmayı denedim. Yeniden, yeniden, yeniden... Ta ki bir gün, adını ellerinin narin çizgilerinden öğreninceye dek. Evet, Elif sağır ve dilsizdi. Doğuştan...

Hikayemizin buraya kadar olan kısmında da, konuşma çizgileri olsun isterdim. Bu bir özgürlük, normallik veya bir beklenti olarak nitelendirilebilirdi. Dahası kolay ve neşeli de olabilirdi. Ne var ki, biz farklıydık zaten. Zaten doğuştan, kelimeleri bırakmıştık. Hayatın öznel sıfatlarını, kendi yaşamımızda yaşatacak kadar özgür ve özgündük.

Ben yılgınlığa yer vermemeye çabalarken, bir gün yine atöyleye geldi. Tüm cesaretimi toplayarak ona bir beste yaptığımı, vakti varsa, beni dinleyebilirse, çok memnun olacağımı söyledim. Gülümsedi. O gülümseyiş, sanırım, dünyamın bütün okyanuslarına, okyanus canlılarına, havada gezinen tüm kuş ötüşlerine bedeldi. Usulca geldi, karşıma oturdu. Beni duyuyor sanarak, heyecanla başladım neyi üflemeye. Bitirdiğimde göz bebeklerinde sevginin, beğeninin ve takdirin birleşmiş milletlerini gördüm. İşte o zamana dek inandığım şeyin, insanların birbirlerini anlamasalar da hissedebileceklerinin, gerçek olduğunun farkına vardım. Elif, ona hissettirmeye çalıştığım her bir şeyi hissetmiş gözlerle bana bakarak, elleriyle kendini anlatmaya başlamıştı. O kadar mutlu bir ifadesi vardı ki, sağır olduğuna üzülmeyi kendime yakıştıramadım. Sağırlığı doğuştandı, beni bunca zaman farketmemesinin bir mazarete ihtiyacı yoktu. Buna sevinmiştim bile.

Elimi tuttu Elif, samimiydi, sıcak ve tazeydi. Bir kağıda şöyle not düştü:

Duyamasam da, hissetmek güzeldi.

Sonrasında hep geldi Elif. Zaman zaman baharı hissetmeye gittik çay bahçelerine. İstanbul’un köşelerine gülüşlerimizi bıraktık. Ona kelimelerle husumetimi anlattım; bana kitaplarla olan ilişkisini anlattı. Ona doğuştan gelen yalnızlığımı anlattım; bana doğuştan gelen sessizliğini anlattı. Ona müzikten bahsettim; bana çizdiği resimlerden bahsetti. Artık yalnızca yakînen tanışan iki kişi değil, iki yakın arkadaştık. Hayatımın en güzel günleri, onun neşeli sessizliğiyle perde açmıştı. Bir gün, yine atölyeye baharın tazeliğini müjdelemişken:

Nasıl bu kadar çok beste yapabiliyorsun, diye sordu.

Doğuştan, dedim.

Gülüştük. Kendi sözlüğümüzün yayımlanışını kutladık. Cennet gezegeninden düşmüş bir meteor yağmuruydu her gülüşü. Her gülüşü, yüzümde kızıl bir güneş tutulması, hayatın duruşuydu.

Kimin için besteliyorsun tüm bunları peki, dedi.

Cevap veremedim, ağzının deniz kıyılarına, sonra göz bebeklerine şaşkın şaşkın baktım. Sanırım, istemeden de olsa cevap verdim. Utanmalı mıydım, düşünmedim. Yine de pancar gibi kızardım. Ne diyebilirdim ki?!

Bir kadına mı, diye devam etti ısrarcı tavrı.

Şaşkınlıktan mı, heyecandan mı, yoksa utançtan mı bilmiyorum; ölüme benzer bir şey geçirdim. Bildiğim kadarıyla “kaynar su” deniliyordu buna, insanın kafasından dökülüyordu bir anda.

Hiç bir kadına aşık oldun mu, dedi.

Sessizliğim, sonsuz denilen çöllerin heybetine rakipti o anda. Susabildim sadece.

Hiç aşık oldun mu peki, dedi.

Bilmediğim bir oyunda, ilk yalnız kalışım değildi bu. Doğduğum bu dünya da, pekâla, yabancıydı bana. Zaten insandım, alışırdım her halükârda. Yalnız bu sorulara, bu sessizliğe, bu duygusal yoğunluğa alışacak fırsat bulamadım. Elif, sordukça soruyordu. O sordukça, ben bilinmezliğe düşüyordum. Ve elimi tutmazsa, hiçbir yere varmadan, bir kalp çarpıntısıyla ölebilirdim.

Ben... Aşk... Oldum tabi, yani müziğe aşığım. Bilmiyorum. Aşkın tanımına bağlı değil mi?

Hayır, dedi.

Eli usulca sol göğsüme ilişti. Yeryüzü şiddetli depremlerle yok olup, yeniden doğmaya meyletmişti anlaşılan. Bana sebat ve umutla izlemek kalmıştı yalnızca. Burası çarpar, der gibi baktı ve o ilk öpüşüyle bana dünyanın bilip bilmediğim tüm renklerini, kelimelerini bağışladı. Ben bir yokluktum o anda. Cümlesizliktim; tanımsızlık, sarhoşluk, boşluk, mutluluktum; şaşkınlık, varlık, aydınlık.

“Kadın kadına aşk vardır!” yazdı kağıda.

Gülümsedim. Mahçuptum. Ben “eşcinsellik”ten korkarken, o bana aşkı anlattı. Hissettim. Korkumdan, içime sinmiş bağnaz kelime baskısından utandım. Evet, utanmalıydım sahiden  de. Dediği gibi, belki de doğuştandı; böyle düşünürsem mazeret aramama da gerek kalmazdı.Oysa öğrendim ki, aşk dünyadaki her mazeretten zaten muaftı. Doğuştan! Ve o aşk; tüm kıtalardan, tüm yüzyıllardan aldığı yetkiye dayanarak tam da şu an, karşımda vücut bulmuştu.

- Aşk, hissedilmeye muhtaçtır, dedi.

O gün bugündür, aşk olup onun tüm hücrelerinde hissedilmeye muhtacım. Her günü cennete çeviren o gülüşüne, o sade usul sevişine besteler yapmaya adanmaktan duyduğum mutluluğa hiç mazeret aramadım. Her sorum, her cevabım aşk artık. Artık anlaşılmak da, hissedilmek kadar umurumda. Sevmek, sevilmek, yargılarla mücadele etmek ve kendimi, sevgimi ifade etmek umurumda. Onun doğuştan sessizliğine, doğuştan ses olabilmek umurumda.

Evet. Elif, benim hayatımın, müziğimin ve kalbimin sol anahtarı. Bunun böyle olacağı atölyeye geldiği ilk günden beri hissimdeydi. Ancak, tuhaftır ki, ona yalnızca mutluluğumu ve bestelerimi borçlu değilim. Kelimelerimi de, renklerimi de ondan öğrendim. Artık biliyorum, kadınları sevmenin yalnız erkeklerin hakkı olmadığını. Elif, benim eşim ben de onun eşiyim.

*Siz de öykü, yazı ve deneyimlerinizle KaosGL.org’un kadın sayfasında yer almak isterseniz kadin@kaosgl.org adresine mail atabilirsiniz.


Etiketler: kadın
İstihdam