18/03/2016 | Yazar: Kaos GL
Ceviz Ağacı’nın 9. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan "Don Kişot’un Mektubu" isimli öyküsü: ‘Hiçbir şey anlamadım ben. Öyle bir sustun ki yontma taş devrine kadar geri gittik. Ne söylesen kendime yontacakmışım, o yüzden susmuşsun.’

Ceviz Ağacı'nın 9. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan "Don Kişot'un Mektubu" isimli öyküsü: “Hiçbir şey anlamadım ben. Öyle bir sustun ki yontma taş devrine kadar geri gittik. Ne söylesen kendime yontacakmışım, o yüzden susmuşsun.”
"Titreme daha fazla kalbim; bağışla kendini artık,
Onu da bırak gitsin.
O senin en ezel gününden kaderin.
Sen onu nasılsa bin kere daha seveceksin ..."
-Birhan Keskin
“Realiteyi görmeyen, kabul etmeyen bir yanın var” demişsin bana yazdığın tek mektupta. Nedense kızgınsın bana ve sanırım kötü bir şey söylemek istemişsin. Ama sevindim gene de ben buna. Don Kişot’u hatırladım. Beni Don Kişot'a benzetmişsin, daha ne olsun? Hem kadim dostumun kendini tanımladığı şekliyle, ben de “sevgi doluyum ama sevgi arsızı değilim”.
Yaşadığımız sayısız güzel şeyle ilgili aklımda bazı kareler var. Hiçbir şeyi unutmadım ama bazı anlara sık sık geri dönüyor beynim ve kalbimde harmanlıyorum o vakitleri yeniden. Hepsi de hakiki, sımsıcak… Realiteyi görmemi kolaylaştırıyor bu. Keşke sana da gösterebilseydim canım.
Yıllardır tanıyordum seni ya ilk kez böyle karşılaşmıştık; İstanbul’da, serseri bir akşamüstü, Şubat’ın son günü. Nadide bir gün elbette ama neyse ki 29 çeken şubatlardan değil. İlkin o geceden, iki fotoğraf var bende. Sana da göndermiştim onları. O güzel başın omzumda mı, göğsümde mi? Üç yüz altmış dereceyi bulmuş gülüşümüz…
Gece geç saatlere kadar beraberdik. Ama hemen ertesi akşam gene buluşmuştuk, hatırlıyor musun? Bir konsere gitmiştik. Müzik bize ülkemizi ve kanayan gençliğimizi anlatıyordu, hüzünlü ve çok güzeldi. Sen müzikten de güzeldin ve hüzünlüydün, kimseye fark ettirmeden dolup taşıyordun. Bunu gördüm. Çok yakınımdaydın, saçlarının ve teninin kokusu bana ulaşıyordu artık. Hem başka bir dünyadaydın, hem de kendi dünyandaydın. Ama işte benimle birlikteydin. Sana dokunmak istedim bir an. Yolda yürürken bazen ağaçlara dokunduğum gibi mesela. Etrafımızda birbirine sarılmış sevgililer falan vardı. Onlar “normal” olanlardı. Ben “tuhaf” davranmaktan çekiniyordum. Omuzlarına hafifçe dokunmanın bir yolunu arıyordum. Bu sırada sen bir an “benim sarılma saatim geldi” deyip boynuma sarılıverdin. Nasıl da sıcaktın ama nasıl da sıyrılıp gittin bir anda...
İlk dolunay gecesini hatırlar mısın? Mayıs ayında… Gülhane Parkı’nda izledik ayın denizin üzerinde yükselişini. Şiirler okuduk ve gülüştük. Bazı şiirleri bana defalarca söylettin. Sonra Sarayburnu'ndan Karaköy'e kadar yürüdük. Köprüde bir ara gecenin karanlığında sanki sadece sen ve ay vardınız. Bunun fotoğrafını bile çektim, biliyorsun. Ellerin aya değdi o gece, avuçların ışıklarla doldu, herkes gördü.
İşte o gece tuttum elini senin. Şehrin tam ortasında. Taksim’de artık saat gece yarısını çoktan geçmişti. Işıklardan karşıdan karşıya geçiyorduk. Gizlisi saklısı olan bir şey gibi değil, hatta apaçık, lüzumsuz bir şey gibi de değil ve bir söz söyler gibi hiç değildi. Dolunay hala yükseliyordu, o saatte şehrin en kalabalık meydanında öyle yürüdük bir süre ve başka bir kalabalığa karıştık usulca. Bir haftaya kalmadan o kalabalık yüzbinler oldu, gene oradaydık. İşte o vakitlerde Gezi Parkı'nda bir gece, kalbim gibi kuytu bir köşede gördüğüm pankartta "isyan günlerinde aşk" yazıyordu. Yalnız değildim, orda en çok bunu hissettim.
İstanbul, dolunay, ellerin ve sonra aşk… İşte bazen hızla, bazen yavaş yavaş… Bazen aniden, bazen olduğu gibi… Hep kana kana su içer gibiydi. Artık ne tuhaf, tıpkı şiirdeki gibi, üç kere adını söylüyordum, karnım doyuyordu. Kalbimin atışı beni uyutmuyordu.
Haneke’nin “Aşk” filmiydi bu hikâyeyi başlatan, hatırlasana… Filmi sen izlemiştin, bense henüz izlememiştim. Sonra sensiz günlerimde izlediğimde, filmde beni en çok etkileyen şey Georges’in Anne öldükten sonra ona her gün mektup yazması oldu. Öyle ki o mektupları postaya bile vermiş, bunu filmin sonunda anlıyorduk. Ben Georges’in o realitesinin yerine konulabilecek daha değerli bir realite bilmiyorum.
Ben de sana âşık olduğumu bir mektupla anlatabilmiştim. Ama postaya verileninden değildi o. Uzun zamandır mektup yazmamıştım doğrusu. Bilgisayarda yazmaya o kadar alışmıştım ki el yazısıyla öyle dalıp gitmeyi becerememiştim. Bilgisayarda yazıp el yazısına çektim ben de. On dokuz gün yanımda taşıdım ama sana veremedim. Sonunda hüzünlü bir akşamüstü, bilgisayardakini e-posta olarak gönderdim posta kutuna ve “eğer istersen el yazılı bir örneği bende, istemezsen yırtıp atacağım” dedim. Mektup dediğin el yazısıyla yazılır. “El yazısı çocukluğudur insanın.” Hem herkesin çocukluğu benzer biraz birbirine hem de başkadır işte. Ne zaman birini sevsem mutlaka bir başkasınınkine benzemeyen el yazısını merak ederim, bir de çocukluğunu bilmek isterim. O kadar geriye gidebildiğimde de ilerisi sonsuz gibi gelir bana.
Kendi el yazımı birine vermek de heyecan vericidir benim için. Kendime bir önem atfetmekten değil, o kişide böyle mevcut olma düşüncesini sevdiğimden… Yüzyıllarca insanlar yazılar alıp verdiler birbirlerine, onları en gizli yerlerde sakladılar. Söyleyemedikleri, söylemeye imkân olmayan her şeyi bir kâğıda yazıp bıraktılar. Bazıları sokaklara taştı yıllar sonra…
Hadi şimdi o geceyi hatırla… Hala liseli bir çocuk gibi, sevdiğin şiirleri özenle yazdığın şiir defterine benim de bir şiir yazmamı istemiştin. Hafızamdan bir Refik Durbaş şiiri yazmıştım oraya. "Gündem" şiiri ben de liseli bir çocukken kalbime çakılan, duyduğum en erotik şiirdi. O zamanlar kompozisyon sınavında bile bu şiirden bahsetmiş ama elbette ki dizelerini sınav kâğıdına yazamamıştım. “…Bu gece uyumasak da olur/ şimdi sevişelim sevgilim/ aşkımız ve çılgınlık/ ve sevişmek/ çünkü hala gündemde” diyordu çünkü. Seni hiç tanımadığım zamanlardan gelen bu şiiri defterine yazarken kelimenin tam anlamıyla nefesim kesildi. Ellerim titreyerek yazdım, kalbimin çarpıntısını duyacaksın diye korkumdan. El yazımın ilk kez bu şiirle birlikte sana ulaşması mahremin ürpertisini yaşattı bana. İlk kez okuduğun bir şiirmiş senin. Her şey ilk kez gibiydi işte...
Ve senin de bende bir el yazın var çok şükür. İkimize de birer tane aldığın şiir kitabının iç kapağına bir anı olarak yazmıştın; “…iyi ki varsın, varlığına binlerce teşekkür…” Noktasına, virgülüne, tarihine, saatine, her bir harfine uzun uzun bakarım arada sırada. En güzeli de el yazınla yazdığın, “sadece sen” olan adına… Uzun uzun bakıyorum, üç cümleden ve bazı sayılardan oluşan bana verdiğin çocukluğuna…
El yazılı bir mektup yazdım işte sana. Günlerce aldığım notlardan sonra bir sabah güneş doğarken başlamıştım yazmaya. Antalya’da, farklı odalarında kaldığımız otelin diğer odasında sen uyuyordun henüz. Sonunda İstanbul’da bütün bir gece yazarak gene güneş doğarken bitirdim bu defa. Eğer el yazılarımı istemeseydin gerçekten yırtıp atacaktım ve o mektup, her bir harfi yok demekti o zaman. Ama istedin ve şimdi bilmesem de ne olduğunu, bir hikâye anlatıyor hala. Mektubum için “çok güzeldi” demiştin telefonda. Güzel olup olmadığını bilmem ama her sözcüğü ruhumdandı. Sözün ve yazının gücüne inanan biriyim ben. Ama zorun gücüne asla. Bir cevap beklemeden yazmıştım onu ve sen de bir cevap yazmadın zaten. Ama mutlaka cevapların olmuştur kendi içinde, yoksa "çok güzeldi" demezdin, hep bunu düşündüm.
Sana n’olur korkma demiştim. Ben de bilmiyordum bundan sonra ne olacağını ama güzel bir şey olmuştu. Bildiğim, eğer bir kadın olmasaydım asla bu kadar akamazdım özgür ruhuna. Bambaşka asilikte bir kadınsın sen de ve parmak uçlarından öperek sevebilirdim seni.
Senden bir söz beklediğim oldu. Kısacık bir yazı ya da kendi ruhundan. Bunu da söylemedim, sana ağaçlardan, kedilerden, rüyalardan, filmlerden ve çocukluğumdan söz eden şiirli mektuplar yazdım. Ben hiçbir şey istemedim, sadece bekledim. Sadece anlamak istedim, yankısını bilmek istedim. Sonra ölüm gibi bir şey oldu ama ölmedim.
Hiçbir şey anlamadım ben. Öyle bir sustun ki yontma taş devrine kadar geri gittik. Ne söylesen kendime yontacakmışım, o yüzden susmuşsun. "Kendim" diye bir şey mi vardı ki orada? Seni yazmaya zorlamışım da bu yüzden yazmamışsın... Yazmaya nasıl zorlanır insan, ben bilemedim… Öyle demişsin işte bana yazdığın e-posta yazıda; ben ona bile mektup diyeyim. Bilirim sözcüklerimi ben, işte bunlar da şahittir, kimseyi zorlamaz onlar. Kime sorsan bilir bunu.
Ah ellerimiz… Kalem tutan ellerimiz… Böyle buluşmuştu. Şimdi realitemi güçlendirmeye çalışıyorum ben. Bu yazıyı da bunun için yazıyorum. Bu defa elyazısıyla yazdım tamamen ve bilgisayara geçtim sonra. Sana vereceğimden değil ama bilmem neden, öyle oldu. Bunları anlatınca diri diri göm diyor bazıları. Geçecek, sen de geç git diyor başkaları. Don Kişot geliyor gene aklıma. Dulsinea’ya götürmesi için Sanço Panza’ya bir mektup veriyordu maceranın sonlarında. Yaşadıkları onca maceradan sonra, Sanço Panza bir yandan alışmış maceraya, ama bir yandan da onca yenilginin ardından şaşkınlıkla ve iki arada kalmışlıkla önce yola koyulmaya yelteniyor sonra da “ama efendim, öyle biri yok ki” diyordu. Don Kişot, “ne demek yok" diyor, sadece bir an duraklıyor ve ekliyordu; "değil mi ki inanıyoruz”...
Realite nedir sahiden?
Sana yazdığım o mektuplar... Onlar zaten Don Kişot’un mektuplarıydı. "Sen istediğinde sana âşık olmaması sana âşık olmadığı anlamına gelmez" demiş Marquez. Şimdi sana olan aşkım da gün ve gün dünyayı değiştirecek çocuklara yazılmış, açılacağı günü bekleyen bir mektuptur artık. Bugün, sana bu mektubu yazdığım gün, o çocuklardan birinin doğum günü. Senin akıllı, güzel, komik kızının… Sevinçle kutlu olsun… Onu gözlerinden, seni parmak uçlarından öperim.
Etiketler: kadın