04/09/2018 | Yazar: Özge Göztürk

Memet Ali Alabora yönetmenliğini yaptığı “Enough is Enough” oyununun ardından kaosGL.org’a konuştu: “Bu dünya yani ‘iyi erkeklerle’ kurulsa da daha ‘iyi’ olmayacak. Birlikte olması gerekiyor.”

“Erkek dilde kurulmuş bir düzende yaşıyoruz” Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Memet Ali Alabora yönetmenliğini yaptığı  “Enough is Enough” oyununun ardından kaosGL.org'a anlattı: “Bu dünya yani ‘iyi erkeklerle’ kurulsa da daha ‘iyi’ olmayacak. Birlikte olması gerekiyor.”

Memet Ali Alabora ile yönetmenliğini yaptığı, Meltem Arıkan’ın yazdığı, Pınar Öğün, Maddie Jones, Holly Malett ve Francesca Dimech’in oynadığı; ataerkil politikaların kadınlar üzerindeki etkilerinin, yaşanmış tecavüz, ensest ve şiddet olayları üzerinden anlatıldığı bir oyun. Oyun boyunca dillendirilen bütün olaylar Birleşik Krallık’ta gerçekleşmiş. Ekip, Welsh Kadın Yardım Kurumu’yla birlikte çalışmış ve mağdurlarla görüşmüş. Ve bir de her oyunun sonunda izleyicilere yardım kuruluşlarının broşürleri dağıtılmış. “Shout It All Out” adını verdikleri oyun sonrası sohbetlerde de konu izleyicilerle tartışılmış, konuşulmuş.

Bir Rock konseri havasında başlayan ve devam eden oyun, karanlık, sarkastik bir havada devam ediyor. Açık bir dille şiddeti gözler önüne seren oyun İngiltere’nin önemli yorumcuları The Stage’den dört yıldız aldı ve “Zeki ve Yıkıcı, Feminist Gig-Tiyatro” olarak tanımlandı.  

Memet Ali Alabora ile Birleşik Krallık turnesinin son ayağı olan Londra’daki gösterinin ardından bir röportaj yaptık. Keyifli okumalar!    

Enough is Enough efsane bir tur yaptı Birleşik Krallık’ta. Üstelik gösterilerin çoğunu da tiyatro sahnelerinde, platformların üzerinde, çizili sınırların arasında değil; barlarda insanlarla iç içe gerçekleştirdiniz. Ben tiyatro sahnesinde izledim oyunu ama ilk fırsatta bir Pub’da da izlemek istiyorum ki ben de oyuncularla beraber “Fuck fuck fuck!” diye bağırarak şarkılara katılayım! Mutlu musunuz oyunun vardığı yerden?

Mutluyum galiba ya... Neden mutluyum? Şundan: Biz, genelde bir oyun yaparken sadece bir oyun yapalım diye yola çıkmıyoruz. Bir bütün deneyim yaratmak istiyoruz. Ve bunu hem kendimiz hem de izleyici için istiyoruz. Yani tüm sürecin, hem kendimiz hem de seyirci için bir deneyim olmasını hedefleyerek yola çıkıyoruz.

Ben deneyime kafayı takmış bir yönetmen olarak, arkama baktığımda, benim ve ekibin o ana kadar yaşadıklarımızı da katıyorum işin içine. Ve aynı zamanda da izleyicinin de oyuna gelip, sadece, oyunun dramaturjisi ile ilgili bir yerden bakıp,  “şu varmış bu varmış” demesinden ziyade -tabi ki onlar da önemli bir eleştiri noktasıdır bu arada ama- sunduğumuz oyunun, o seyircinin o gece orada yaşadığı bir deneyime dönüşmesini istiyorum. Deneyimden kastım da şu: Hani bir mitinge, bir Rock konserine ya da bir futbol maçına gittiğimiz zaman yaşadığımız gibi bir deneyim. Çünkü o sadece bir gösteri izlemekten ibaret olmuyor. İşte; gittim, bira aldım, içeriye girerken şöyle oldu, sonra üstüme bira döküldü, bilmem kimlerle konuştuk, vesaire... Sahnede bir şey anlatıyorsun, evet o ayrı ve eğer o süreyi izleyici için bir deneyime dönüştürmeyi de birazcık başarabilirsek, o zaman oyun unutulmaz bir anıya dönüşüyor. Sadece gidilip izlenmiş bir tiyatro oyununa değil... Her izleyicide bu etkiye ulaşabilmek tabi ki mümkün değil, ama bir çok yerde galiba becerdik diye hissediyorum.

Bir de arkaya baktığım zaman, o kadar çok şey öğrendik ki... Oyunun içeriğine dair, yani kadın-erkek meselesi üzerine, ataerkillik üzerine çok şey öğrendik. Tabi, bunu Meltem’e sorarsan “Ben çok şey öğrenmedim, sadece bildiklerim teyit olmuş oldu” diyecektir. Ama yine de birebir olarak görmek bence çok özel bir deneyimdi. Yani, Birleşik Krallık’ta yaptığımız bir turnede, Anadolu’da yapmış olabileceğimiz bir turneyle hemen hemen aynı sonuçları aldığınızı görmek çok önemliydi. Herkesin kafasında “Batı-Doğu” üzerine, bir şekilde inşa edilmiş bir şey var ya, onun yıkıldığını görmek... Ve bu mevzuu söz konusu olduğu zaman aslında hiçbir yerin birbirinden bir farkı olmadığını görmek... Tabi, küçük farklar olabilir ama genelinde her yerde aynı konunun, aynı derecede ve aynı sertlikte yaşandığını görmek benim için çok özel bir deneyimdi.

İyi bir deneyim oldu yani?

Kesinlikle.

Enough is Enough’ın değişik bir tarzı var. Bir Rock grubu sahne alıyor, biraz konser havası var ama aslında bir oyun izliyoruz. Müzikal değil, kabare değil... Buna Gig-Tiyatro deniyormuş. Nedir bu tür? Ben bilmiyordum.

Ben de bilmiyordum! Fakat hikayesi şu: Bu Galler’deki ilk oyunumuz olacağı için, yapabileceğimizden emin olduğumuz, baş edebileceğimizi bildiğimiz bir proje olsun istedik ve Meltem’in yazdığı, daha önce garajistanbul’da yaptığımız, tek kişilik, Oyunu Bozuyorum isimli oyundan yola çıkmaya karar verdik. Oyuna başladık. Araştırma ve geliştirme süreci için fon aldık. Seks işçileriyle konuştuk, seks işçilerine yardım eden örgütlerle, kadın örgütleriyle konuştuk, raporları okuduk. O süreçte ben oyunu yeni hikayelerle besleyerek, farklı etnik kökenli beş altı kadınla yapabilir miyiz diye düşünüyordum. Tasarlıyordum. Fakat, Meltem, metin olarak şarkı sözleri göndermeye başladı.

Çünkü şöyle oldu: Tiger Lillies’in Istanbul’da bir konseri vardı. Muhteşem bir kara kabare grubudur,  o tarzın kurucuları bile denilebilir... Meltem, oradaki anlatım biçiminden etkilendi ve şarkı sözü göndermeye başladı. Şarkı sözü yazıyor. ‘Fuck fuck fuck’, ‘I Love You Patriarchy’... Böyle yarı Türkçe yarı İngilizce bir şeyler yazıp gönderiyor. Ve bir şarkı sözü, iki, derken üç, arkası geliyor... Ben de şöyle düşünmeye başladım. Yani, peki, tamam, şarkı sözü olsun. Demek ki bizim burada şarkıyla ilgili bir derdimiz var, ve ben de zaten müzik hastasıyım. O zaman da dedim ki, bu şarkıların oyunun sadece bir parçasında değil de, doğrudan oyunun merkezinde, göbeğinde olduğu bir şey yapabilir miyiz? Mesela dörtlü bir kadın grubu, kabare tarzı, karanlık ve sarkastik bir haldeler  bunlar... Biz bir konsere geliyoruz aslında, maalesef Gig’in de Türkçesi yok, konser değil çünkü, hani barda verilen konser...

Canlı müzik? Sahne almak? 

Gibi... Dolayısıyla bir Gig yapalım, seyirci Gig’e gelsin ama sonra konser bir oyuna dönüşsün, ve tabi ki kadınlardan oluşan bir müzik grubu olsun. Planımız şuydu, araştırma geliştirme sürecinin sonunda, bir haftalık bir çalışma yapacağız, ve bu fikri deneyeceğiz, yani birilerine göstereceğiz.  Ondan sonra da çalışıp çalışmadığına bakacağız. Buydu mevzu. Ve bunu yaptık. O dönemde şunu öğrendik; meğerse bu ülkede Gig Tiyatro diye bir şey varmış. Tam da bizim oyun. Müzikle tiyatro arasında gidip gelen bir gösteri. Hatta bizim Londra’da oynadığımız sahnelerden biri olan ‘Camden People’s Theatre’da Gig Tiyatro Festivali yapılıyormuş.

Oyun sahnelendiği dönemde, Stage Magazine bizim oyuna gelip, dört yıldız verdikleri o yorumu yazdıklarında, şahane bir şekilde özetlediler; Intelligent and Subversive, Feminist Gig Theatre – Zeki ve Yıkıcı, Feminist Gig Tiyatro. Mükemmel, biz de aldık bunu hemen. Tamam dedik, bu oyun tam olarak budur. Dolayısıyla Gig tiyatro böyle bir şey. Benim de tam olarak yapmak istediğim, söylemiştim ya, deneyim yaşatmak mevzuuna da tam olarak uyan bir tür.

Gelenekselleşmiş tiyatroda biz tiyatroya gidiyoruz, birileri bize bir şey söylüyorlar, onları dinliyoruz, sonra da gidiyoruz. Güzel bir şey izlediysek aklımızda kalıyor, ne güzel bir oyundu diyoruz. Ben ise oraya gelen kişinin bir bütün deneyim yaşayabilmesini önemsiyorum. Daha öncede dediğim gibi bir konsere, maça, mitinge gittiğimizde de bir gösteri var. Tasarlanmış, kendi içinde dramaturjisi olan bir gösteri var, ama o günün tek anısı o gösteri olmuyor. O gösteri vesilesiyle siz bir şeyler yaşamış oluyorsunuz. Mi Minör zaten tam olarak böyle bir oyundu, oraya gidiyordunuz, bağırıyordunuz falan... Bir şeyler yapıyordunuz. Peki Enough is Enough’in neresinde bu?

Öncelikle şu var; oyun bir barda oynandığı zaman, zaten ister istemez bir deneyime dönüşüyor çünkü gidiyorsun biranı alıyorsun, geliyorsun orada içerek izliyorsun... Hatta Aberystwyth’deki  gibi bir tecrübe yaşandığı zaman: Arka tarafta rugby maçını yeni terk edenler, en arkada barın düzenli müşterisi içki içerken, ön tarafta da bu kadar ağır bir oyunu izlemeye çalışan elli kişi olduğu zaman zaten bir deneyim oluşmuş oluyor. Kendiliğinden yani. Sahnede oynandığı zaman tabi daha zor oluşuyor bu. Çünkü sonuçta gene bir tiyatroya geliyorsun ve sana çok da fazla bir alan açılmıyor aslında. Ama “Shout It All Out Session” dediğimiz bölümle, en azından seni birazcık olsun unutmadan, izleyiciyi “Ya hadi oyunun üstüne iki dakika konuşalım” diyebileceğimiz bir yere getirmeye çalışıyoruz. Bir de, oyunun yapısı içerisinde, eğer şunu becerebiliyorsak, onu da sen söyleyeceksin seyirci olarak, hani bir oyun izliyormuş gibi değil de o kadınlar sanki oradaymış da sanki sen onlarla konuşacakmışsın da hatta belki de konuşmuşsun bile zannediyorsan oyunun sonunda, ben çok mutlu olurum.

Evet, ben de tam bu konuya gelecektim. Oyunda tecavüze uğramış kadın ve çocukların anıları dillendiriliyor. Oyunculuklar muhteşem ve kostüm ve müzik ve sahnenin içinden taşan karakterle izleyicileri de o şiddeti yaşayan kadınla, çocukla yüz yüze bırakıyorsunuz. Bunu yaşıyoruz. Kaçacak yer yok sanki ama oldu mu kaçanlar?

Çıkanlar oldu tabi. Grace Point’te de çıkanlar oldu, senin geldiğin salonda. Genel olarak çıkanlar her zaman oluyor. Bunların bazıları, nadiren de olsa, gerçekten “aman ne biçim oyun bu” diyenlerden  oluyor. Ama genel olarak, oyunda yaşanılan karşılaşmalara dayanamadığı için çıkanlar oluyor. Mesela Grace Point’te birisi onuncu dakikada duramadığı için çıkmış ama sonra da “Artık saklambaç oynamayacağım” demiş! Rhyl’da mesela, iki seyirci çıktıktan sonra bize Facebook’tan mesaj atmışlardı, çok güzel bir oyun ama kolay bir oyun değil, böyle bir şey olacağını beklemiyorduk, çok cesur olmayı gerektirecek bir oyun, çıktık, yazmışlar. Yani tabii ki beğenmediği için de çıkanlar olacaktır bu da normal, ve ben buna çok saygı duyarım bu arada. Hani bu emeğe saygı falan filan gibi tartışmalar var ya… İnsanlar salondan çıkarak emeğe bir saygısızlık etmiş olmuyorlar ki. Bu oyunda, beğenmediği için çıkanı pek görmedim açıkçası ama dediğin gibi dayanamayıp çıkanlar oluyor.

Peki neden kaçıyor insanlar, bunlar her yerde var, her gün gazeteler yazıyor, televizyonlarda millet reyting alıyor kadına uygulanan şiddetle (yani sadece uğradığımız, taciz, tecavüz, dayak, bıçaklanma, cinayet değil, onun dışındaki tüm baskılar da her gün TV’de, gelin kaynanasından, komşu kavgasına kadar var) tiyatroda görünce ne farkı oluyor sence?

Birincisi buna kaçmak demeyelim. Zor oluyor gerçekten yüzleşmesi. Gerçekten bazen insanların içinde bulundukları durumu da tetikleyebiliyor. “Shout it all Out Session”larını da zaten biraz da bunun için yapıyorduk. Bizim bu seanslarımız, bir soru cevap, “Aman oyunu nasıl yaptın?” falan gibi değil yani. Çok büyük sessizlikler oldu ve bu kuvvetli bir paylaşım aslında.

Çıkan insanlar bunu muhtemelen... Yani bir daha söylüyorum, beğenmeyenler ayrı, gidiyorlar, o tamam... Belki bir sınıf daha vardır ve “ben almayayım arkadaş” diyordur, olabilir... Ama genel olarak, gözlemlediğim çıkan insanların daha çok kadınlar olduğu ve orada bir tetiklenme olduğu için çıktıkları. Dolayısıyla bu bir kaçma değil. Yani kaçmıyorlar, o tetiklenme oluyor. Bazıları çıkıyor ve diyor ki ben bir şey yapacağım bu konuyla ilgili artık, çünkü bunun da örneği var. Dolayısıyla ona kaçmak demeyi uygun bulmuyorum.

İnsanlar zaten bunları her yerde görüyorlar, neden tiyatroda görünce böyle oluyor diye soruyorsan o şu tabi: İşte deneyim öyle bir şey. Karşınızda olunca, o ekranda gördüğünüz istatistikler gibi olmuyor işte. Ve işte, karşılaşmak ve deneyim bunun için önemli oluyor. Bu yüzden insanlar mitinglerde gaza geliyorlar. Son seçimlerde gördük. O kadar çok sayıda insanı bir arada görünce her şey değişiveriyor bir anda. Çünkü karşılaşmak öyle bir şey. Birbirimize olan ihtiyacımızla ilgili bir şey. Orda olmak, el ele olmak, beraber olmakla ilgili. Yani fiziksel temasla. Sanıyorum en temel ihtiyaçlarımızdan bir tanesi de bu, bizi biz, insanı insan yapan şeylerden bir tanesi. Öyle olduğu zaman televizyonda gördüğümüz gibi olmuyor.

Türkiye’den taşınalı beş yıl oldu, hala hakkınızda pek çok yalan haber çıkıyor (yani yalan bile dememek lazım, absürt düzeyde saçma haberler bunlar! ) Ben hemen şunu düşünüyorum, demek ki bireyin de ciddi bir gücü var ki etkileri dalga dalga yıllarca sürüyor. Sadece siz değil, tarihte örneği çok var, ünlü olsun olmasın: hakkını arayan bireyler iz bırakıyor. Siz nasıl hissediyorsunuz?  

Zaten toplum dediğin bireylerden oluşur. Ve evet, kesinlikle öyle. Ama kahramanlık başka... İki binlerden beri ve 2010 daha da kristalleşmeye başlayan hareketler, bize bir kez daha bireylerin çok önemli olduğunu, ve kahramana ihtiyacımız olmadığını gösterdi.

Ya da mesela yıllar önce, Bush’un evinin önünde, tek başına, Irak’ta ölen oğlu için kamp kurmuş bir kadın vardı. Tek başına. Alın size bir tane daha. Adını bile hatırlamıyoruz ama değiştirdiği şeyleri hatırlıyoruz. Amerika’da otobüsün arkasına gitmeyi reddeden ilk siyah kadın bir sivil hareketi başlatmış oluyor. Ya da bu yıl yüzüncü yılını kutlayan, kadınların seçme hakkını taşlar atarak, kendilerini, yaşamlarını feda ederek büyük bir mücadele sonucunda almalarında da... Evet içlerinde bir sürü kahraman kadınlar olmuş ama sonuçta bireyler var. Bireyler bir şeyleri tabii ki de değiştirebilirler. Ama bu kahramanlığa ve kahramanlara ihtiyaç duymadan olmalı, bence yani. Kahramanlaşmaya değil bireyselleşmeye ihtiyacımız var.

Oyun hakkında pek çok değerlendirme yazılmış, hepsi çok güzel, fakat biri dışında oyunu bir sistem ve ataerkillik sorunu olarak yerleştirdiğinden bahseden olmamış; halbuki, şiddet anıları oyunun tabi ki çıkış noktası ama bir de devlet konusu var, eleştirisi var.

Zaten genel olarak, her hangi bir sorunu bir sistem sorunu olarak almak zor oluyor, yazılarda da dediğin gibi sistem sorunu  olarak değil, ‘Ah ah çok kötü şeyler oluyor’ diye ele almışlar konuyu.

Ama bu oyun Me Too’dan önce yapıldı, önce onu söyleyeyim ve bu yorumların hepsi Me Too kampanyasından önce oldu. Eğer bugün yazılsa bu yorumcular senin dediğin gibi bakabileceklerdi muhtemelen. Me Too’dan önce; bunlar bilinen, münferit, süregelen sorunlar olarak görülüyordu. Ama tabii ki en tepede, herkesin hayranlıkla izlediği kadınların, güçlü gibi görünen, görünmeleri gereken kadınların da gündelik hayatlarının bir parçası olduğu açıklanınca; görmezden gelmek imkansızlaşıyor. Dolayısıyla, şimdi çıksaydı o yorumlar, muhtemelen –tabi bu sadece bir hipotez- ama muhtemelen, daha fazla yazıda ‘sistem böyle’ denilirdi diye tahmin ediyorum.      

Yani sorun bu maço ve tutucu kültür ve politikası. LBGTQ+ hareketleri, lezbiyen feminist hareketleri kadın hareketlerine çok ilham vermiştir ve sonuçta temel arzumuz eşitlik, adalet. Peki erkeklerin de bu hareketlerden ilham veya destek alarak örgütlenme, ve mesela pro-feminist hareketin daha geniş kitlelere yayılma ihtimalini görüyor musunuz?

Yok. Çünkü erkeklerin kendilerini teslim etmeleri gerekiyor. Önce aşkta var olmayı öğrenmeleri gerekiyor. Bir adam, ben açıkça söylüyorum, bu konuda da bana kim saldırırsa saldırsın; bir erkek hayatında kendini teslim edebildiği bir aşk olmadan, ve aşkta var olmaya çalışmadan, kendisi, tek başına var olmayı beceremez.  

Bir erkeğin, tek başına dönüşmesi mümkün değil. Kusura bakmasınlar. Ben de dönüştüm öyle oldu böyle oldu diyenler de kusuruma bakmasınlar, çünkü olmuyor. Çünkü erkek çok yüklü, çok problemli. Öyle olmadığını zannetse de, öyle. Bir de hayat ona güzel. Evet, bu sistem bizim üstümüzde de çok baskı kuruyor ama sonuçta sistem erkek egemenliğinin devamı için üretilmiş. Dolayısıyla neden inanmıyorum olmayacağına, dediğim gibi bir erkek olarak var olabilmek için: Aşkta var olmaya ihtiyacımız var.

Zor mu oluyor bu peki?

Ohooo! Ah canlarımmm... Bırakamıyorlar. Bir şey okuyacağım ben sana.

Hayatta, bazen birileri senden iyi anlatıyorlar bir şeyi,  ve onun için de bir daha bir şey demeye gerek kalmıyor. Bak bizi anlatıyor yazar, hiç de fena bir yazar değil hani, adı: Oğuz Atay.

‘Bütün kuvvetimle mi atılacağım maceraya? Onu bile korumayacak mıyım?’ Onu. O ‘şeyi’. Kimsenin bilmadiği bir parça. Tarifi güç. Gene de varlığını çok iyi bildiği ‘şey’ Onu da tehlikeye atacak mıydı? Butün Turgut’u hiç bir zaman teslim etmemişti, hiç bir zaman. Onu kendine saklamıştı.’

Erkekler kapalı kutu mu yani?

O “şey” var ya o “şey”, onu veremezsen erkek de olamazsın, o “şey”le yaşar gidersin. İşte erkeklerin çoğu da o “şey”i bırakamıyorlar yani.

Peki pro-feminist hareket alsa yürüse, ya da erkekler de kendilerini maçoizmden kurtaracak bir hareket yaratsa, ne değişirdi? Yeni nesillerin daha bilinçli yetişmesinde etkisi olur muydu?

Bir kere bu dünya böyle olmaz yani... Adil bir kavramlar düzeyinde kurulmuş bir dünyada yaşamıyoruz. Son beş bin yıldır, erkek bir dilde kurulmuş bir düzende yaşıyoruz.

Beş bin deyince bir uzun geldi şimdi :)

Değil. Beş bin yıl aslında da o kadar da uzun değil bir yandan da. Çünkü biz tarihi anlatırken sanki her şey hep böyleymiş gibi anlatıyoruz.  Oysa o sadece beş bin yıl. Ondan evvel başka bir dünya vardı, atal höyükte izlerini birazcık gördüğümüz, Göbekli tepede kazıp kazıp hiç bir şey anlayamadıkları dönemler de oldu bu dünyada, bu beş bin yıla benzemeyen.  Ama biz bütün referanslarımızı sadece bu beş bin yıla dair veriyoruz, buraya göre kurguluyoruz. O beş bin yıllık dünyada insanca bir dünya değil, erkekçe bir dünya: Dili erkekçe, kavramı erkekçe, sistemi, mantığı erkekçe. Erkeğin dünyası. Bu dünyadan kurtulmadığımız müddetçe ve birlikte kurguladığımız yeni bir dünya olmadığı müddetçe, savaşan, iktidarla kafayı bozmuş, güçle kafayı bozmuş, hakimiyetle ve savaşmakla kafayı bozmuş bir dünya olmaktan kurtulmayacaktır.

Denge değil mi zaten bütün olay. Birlikte kurulmuş bir dünya. Sadece erkekçe kurulunca buraya gidiyor, yani “iyi erkeklerle” kurulsa da daha “iyi” olmayacaktır. Birlikte olması gerekiyor. Ama tabi bu nasıl olur bilemiyorum, çok ütopik bir şey bir yandan da. Eğer kendi sonumuzu getirmeden becerebilirsek ne ala, olmadı, geçmiş olsun hepimize.

Son olarak, özellikle de genç tiyatrocu, oyuncu arkadaşlara, hem yurt içi hem yurt dışında oynamış, yönetmiş bir tiyatrocu olarak bir öneriniz olur mu?

Tiyatroculara şunu önerebilirim, gerçi tiyatro yapanlar bunu biliyorlar, yapıyorlar ama gençler için şöyle diyebilirim. Bir metin konusu vardır. Bir metin bulalım sonra oyunu yapalım falan... Metin beklemeyin, var edin. Kendi dertlerinizi ve meselelerinizi yansıtın. Bunun için metne ihtiyacınız oluyorsa da onun nasıl üretilebileceğini düşünün. Bir yazarla, yazar ekibiyle çalışabilirsiniz, kimi zamanda bambaşka yöntemlerle bir oyunu var edebilirsiniz. Dolayısıyla tek söyleyebileceğim şey, şu tekst bakmaktan ya da “bir tekst var mı hani oynayalım” arayışlarından ziyade... Sizin derdinizin ne olduğuna ve onun için ne yapmak istediğinize odaklanmayı tavsiye ederim. Bu tabi ki repertuar tiyatrosunu yok saymak anlamına gelmiyor.  Klasik tekstlerin oynanacağı tiyatro her zaman var olacaktır, ama ben kendi açımdan böyle tiyatro yapmayı tercih ettiğim için de benim tavsiyem bu yönde olur. 


Etiketler: kültür sanat
İstihdam