24/03/2006 | Yazar: Kaos GL

Bedenin, kimliğin ve farklılığın alanı olduğu kadar iktidarın hedefi de olduğu savı, eşcinsel kimlik bağlamında düşünüldüğünde, daha da güçlü bir sav haline dönüşebilir.

Bedenin, kimliğin ve farklılığın alanı olduğu kadar iktidarın hedefi de olduğu savı, eşcinsel kimlik bağlamında düşünüldüğünde, daha da güçlü bir sav haline dönüşebilir. Çünkü, heteroseksizmin farklı ve kaypak söylemlerinde içkin olan, eşcinsel kimliğin beden ve cinsel eylem dolayımında tanımlanmasıdır. Murat Yalçınkaya’nın kaleminden.

I.
Bir Savaş Alanı Olarak Beden

''"Bedenin bir savaş alanıdır."''
(Barbara Kruger'in bir posterinden)

Kimlik ve farklılığın okunma alanı olma özelliğini de gösteren beden, tam da bu nedenden dolayı bir savaş/mücadele alanı olarak düşünülemez mi? Toplumsal olarak kurgulanan kimlikler toplumsalın imgesini bedenlere yansıtırken, kamusal alandaki farklılıkları bedenler üzerinden okumak da mümkündür. Kendimizi ifade etmenin aracı olarak bedenlerimiz; disipline edilerek, belirli diyetler inatla uygulanarak, spor yapılarak, seçip giyilen kıyafetlere özen gösterilerek, küpenin hangi kulağa takılacağı cinsel tercihlerden doğru belirlenerek biçim kazanır, bir toplumsal imgeler silsilesi haline gelir. Tüm bunları ise iktidar ilişkilerinden bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Çünkü bedenlerimiz, kimliğin ve farklılığın bir alanı oldukları kadar, iktidarın hedefi ve aracısıdırlar da. Foucault'nun deyişiyle, iktidar, bedenin içine sızmıştır. Böylelikle, kamusal alanda kendimizi ifade etmenin aracısı olan bedenlerimizin bilincine varmış ve arzu edilen beden imgesine ulaşmak üzere bitmek bilmeyen bir mücadeleye de başlamışızdır:

"Bedenin denetim altına alınması ve beden bilinci, ancak bedenin iktidar tarafından ele geçirilmesiyle kazanılmıştır. Jimnastik, askeri talimler, kas geliştirme, çıplaklık, güzel bedenlere övgüler düzülmesi... Tüm bunlar, iktidarın sağlıklı bedenler üzerinde, çocukların ya da askerlerin bedenleri üzerinde yürüttüğü aralıksız, inatçı ve titiz çalışma sonucu, bireysel bedenin arzulanır bulunmasını hedefleyen bir çizgi üzerinde yer alır." (Foucault, 1994)

Bedenin, kimliğin ve farklılığın alanı olduğu kadar iktidarın hedefi de olduğu savı, eşcinsel kimlik bağlamında düşünüldüğünde, daha da güçlü bir sav haline dönüşebilir. Çünkü, heteroseksizmin farklı ve kaypak söylemlerinde içkin olan, eşcinsel kimliğin beden ve cinsel eylem dolayımında tanımlanmasıdır. Eşcinsel beden, batı toplumunda, farklı disipline etme ve düzenleme uygulamalarının nesnesi olmuştur: Yasa koyucuların ve tıpçıların nesnesi olarak eşcinsel beden -dolayısıyla kimlik- patolojik olarak görülmüş, cezalandırılmış ve böylelikle iktidarın denetim mekanizmalarının operasyonlarına maruz kalmıştır.

İktidarın, eşcinsel beden üzerinde uyguladığı bu operasyonun yanı sıra, eşcinsel bireyin kendi kendini belirleme mücadelesi de aynı beden üzerinde sürüp gitmiştir. Böylelikle, eşcinsel beden, iktidarın dayattığı kimlik ile bireyin kendisi için kurgulamaya çalıştığı kimliğin çarpıştığı bir savaş alanı haline de gelmiştir.

Bu nedenle, 19. yüzyılda ayrı bir kişilik tipi olarak ortaya çıkan gay kimliğinin günümüze kadar olan değişimini izlemenin bir yolu da, toplumsalın imgesinin yansıdığı bedenin izini sürmektir. Heteroseksist toplum, eşcinsel erkeği hep kadın kimliğinin yanına koyarak, onu kadınsı kıyafetleri, makyajı ve tavırlarıyla pasif olarak görme ve tanımlama eğilimindedir. Bu durum, eşcinsel erkeklerin kendi bedenleriyle kurduğu ilişkilerin belirleyenlerinden biri olduğu için, eşcinsellerin kişisel anlatıları incelendiğinde, çocuklukta yapılan makyajların, annelerin eteklerinin giyilmesinin, tırnaklara oje sürülmesinin hikayelerine rastlanabilir. (KAOS GL dergisinin 'Yaşamın İçinden Kartpostallar" bölümüne gönderilen özyaşam anlatılarında, bu tür hikayelere rastlanmaktadır.)

Tüm bu nedenlerle, ikinci bölümde, kadınsılık ve erkeksilik dolayımında eşcinsel kimliğin 19. yüzyılın sonlarından itibaren günümüze kadar geçirdiği evrimi, Segall'in (1995) makalesinden yararlanarak tartıştıktan sonra, 70'li yıllardan itibaren erkeksiliğe yaslanan ve kaslı bedende ifadesini bulan gay kimliğinin, Foucault'nun deyişiyle, bir "direnme" (resistance) odağı olarak düşünülüp düşünülemeyeceğini incelemek istiyorum.

II.
Kadınsılık ve Erkeksilik Dolayımında Gey Kimliği

Michel Foucault ve Jeffrey Weeks, 1970'lerde yaptıkları tarihsel araştırmalara dayanarak, bir kişi tipi olarak eşcinselin, batı düşüncesinde ancak 19. yüzyılın sonlarında icad edildiğini ileri sürmüşlerdir. Weeks (1977), heteroseksüel ve eşcinsel kişi arasındaki karşıtlığı vurgulayan bu özel cinsel davranış düzenleme tipinin, eşcinsellik ve efemineliği birleştiren farklı bir eril eşcinsel alt kültürün yayılmasının (yaratılmasının?) ve ilerlemesinin yardımcı etkeni olarak 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkışının nedenlerini şöyle açıklamıştır: 19. yüzyıl boyunca orta sınıf kültürünün güçlenmesi ile birlikte aile içi ilişkiler ve cinsel ilişkiler yeniden yapılanmıştır. Bu dönemle birlikte; "dişil", fiziksel zayıflığı, duygusallığı, ekonomik bağımlılığı; "eril" ise fiziksel gücü, duygusal olarak kendine güveni ve ekonomik bağımsızlığı çağrıştırmaktadır. Bunlara bağlı olarak, zamanın toplumsal, yasal ve tıbbi otoriteleri tarafından "yepyeni toplumsal sorun kategorileri" icad edilmiş ve irdelenmiştir: Mastürbasyon yapan çocuk, histerik kadın, sapık yetişkin, yoz ve eşcinsel.

İlk kez 1869'da Macar yazar Karoly Maria Benkert tarafından ortaya atılan eşcinsellik terimi, 1890'larda seksologların incelemelerinde ve "insanın cinsel deneyiminin çeşitliliklerine ilişkin sınıflandırmalarında" (Seagall, 1995) kullanmalarıyla yaygınlık kazanmıştır. Eşcinselliğe doğurgan olmayan bir cinsellik taşıdığı için doğaya karşı işlenmiş bir suç olarak bakılırken, tıp bilimi de eşcinselliğe tersine çevrilmiş veya karışık bir cinsiyet oluşumuna sahip, doğuştan uyumsuz veya sapkın kişiler olarak bakmıştır.

Tıp biliminin ayrı bir sorun kategorisi olarak eşcinsellikle ilgilenmesinin, eşcinsel kimliğin oluşmasına bir temel sağladığı ve bu yüzden de eşcinsel özgürlükçülerle tıp bilimi arasında "kutsal olmayan bir ittifakın" doğduğu iddia edilebilir. Foucault, eşcinsel kimliğin tanımlarına içkin olan öğelerin, tıp biliminden alındığına işaret ederken bu ittifaka dikkat çekiyordu. Seagall (1995) ise, tıp biliminin sosyo-politik iddialara patolojik yaklaşımı öne çıkararak müdahale ettiğinde, bunun aslında tüm tartışmalı toplumsal içerimleriyle birlikte, eşcinsel kategorisinin oluşmasına karşı bir tepki olduğunu, ama aynı zamanda, bu yeni kategori yerleştiğinde de, bunu kontrol etme ve yeniden tanımlamaya yönelik bir çaba olduğunu söyler.
[ pagebreak ]
Tıp biliminin süregiden çabaları ve dönemin yeni evcimenlik, kadınlık, evlilik ve aile ideallerinin yüceltilmesinin koşut gitmesi, eşcinselliği ahlak kampanyalarının baş hedefi haline getirmiştir. Yükselen homofobi, sadece eşcinsel ilişki kuran erkeklerle ilgili kalmayıp, daha çok, tüm erkek ilişkilerini düzenleyen bir araç görevi görmüştür. Toplumsal olarak kurulan erkek kimliğinin bekası, kendi erkekliğini sürekli kanıtlamaya ve kendisinin eşcinsellerden ve kadınlardan ne kadar farklı olduğunu sürekli ortaya koymasıyla mümkündür. Bu nedenlerle, 19. yüzyılın sonlarından itibaren, erkekler arasındaki ilişkinin azaldığı ileri sürülebilir. Foucault, ayrı bir kategori olarak eşcinselliğin ortaya çıkışının, erkekler arasındaki arkadaşlığın yok olmasıyla tarihsel olarak bağlantılı olduğunu ileri sürmüştür.

19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında, eşcinselliği mahkum etme çabası ve bunun bulaşıcı olabileceği korkusu, fiziksel olarak zinde ve sağlıklı erkeklik anlayışına önem verilmesine neden olmuştur. Çünkü, zamanın eşcinsel tipi, yüzünden şehvet akan, solgun, ruhsuz, parfüm kokulu, efemine ve tuhaf hareketleri olan biridir. Eşcinsel tiplemesi, bu dönemde efemineliği ve travestiliği içerir. Bu tiplemenin kendilerini eşcinsel olarak gören erkekler üzerinde çok önemli ancak karmaşık bir etkisi olmuştur. Çünkü toplumsal kategorilerle insanların benlik ve kimlik duyguları arasında otomatik bir ilişki olmadığından, kimi eşcinsel erkekler kendilerini eşcinsel olarak tanımlamamışlardır (Seagall, 1995). Weeks'in (1977) dediği gibi, son yüzyıldaki eşcinsellik tarihinin en önemli özelliği baskıcı tanımlama biçimiyle, savunmaya yönelik kimliklerin ve yapıların bir arada gitmesidir. Büyük şehirlerde gelişebilen, efemine olarak tanımlanan, büyük ölçüde gizli eşcinsel altkültürler, karşı cinsiyet davranışı ve travestizm sergilemişlerdir. Seagall'e (1995) göre, efemineliği yücelten erkeklerin kendileriyle alay eden üslubu, eşcinsel erkeklerin onları hor gören bir toplumda kendilerini sunma biçimlerinden biri olmuştur.

Weeks'in (1977) eşcinsel dünyasının parolası olarak kabul ettiği belirsizlik ve muğlaklık içinde sabit olarak görülen toplumsal kategori (efemine eşcinsel), kendi cinsine ilgi duyan ancak genel tiplemelere uymayan çoğu erkeğin kendilerini eşcinsel olarak görmemesine de yol açmıştır.

Batı ülkelerinde, 50'li yıllarda homofobinin arttığı gözlenir. Bu artışın arkasında, üç etmenin yattığı öne sürülebilir: Kinsey Raporu, McCarthy'nin avcılığı ve savaş sonrası halet-i ruhiyesi. Kinsey, cinsellikle ilgili araştırmasının sonucu açıklandığında, süregiden homofobinin azalacağını düşünürken, tam da bunun tersi ile karşılamıştır. Kinsey, Amerika'daki erkeklerin büyük bir çoğunluğunun, bir erkekle, doyumla sonuçlanan en az bir ilişki yaşadığını açıkladığında, ahlak kampanyacıları eşcinselliğe daha fazla saldırmışlardır. Savaş sonrasında homofobinin artması ise ordunun kendine özgü yapısından ileri gelmektedir. Erkeklerin savaş alanlarındaki samimiyetlerinin, alışılmamış arkadaşlıklarının ve birbirlerine aşırı bağlılıklarının daha çok kadınsılık ile bağdaştırılan yoğun duygusal sevecenliği, fedakarlığı, sevgi ve düşkünlüğü andırmasındaki ironi dikkat çekicidir. Bu nedenle, savaş sırasında erkekler arasındaki yoğun arkadaşlık duyguları, barış zamanının daha duyarsız erkek ilişkilerine hatta heteroseksüel bağlılıklara tehlikeli bir biçimde ters düşer. Savaş sonrasında, erkekler eve döndüklerinde diğer erkeklerle aralarına mesafe koymuşlar ve eşcinselliği de büyük bir tehlike olarak algılamışlardır. Öte yandan, orduda eşcinsellerin durumu da dönemin eşcinsel kimliğini anlamamız için önemli ipuçları sağlar:

"Trevor Rayla, erkeklik, cinsellik ve dövüşkenlik arasındaki ordu hayatında teşvik edilen bağları analiz ederek efemineliğin askerin en büyük suçu olduğuna işaret etmiştir. Ama, orduda, tipik eşcinsel efemineliği sergilemeyi tercih eden bir askerin asla düşmanca karşılanmadığını, alaya alınmadığını veya başka türlü bir tepkiyle karşılanmadığını da söyler. Ancak, belli belirsiz kadınsı bir görünümü veya sanatsal ilgileri olan diğer erkekler açıkça alaya alınıyordur." (Seagall, 1995)

Murathan Mungan (1995) da, Muhterem Nur-Neriman Köksal yazısında, erkek ideali ile ilişkisinde kaçak oynayan eşcinsel erkeğin askerlikte rahat edeceğini, alaya alınmayacağını ifade eder. Heteroseksüel erkeklerden farklılığını vurgulayan ve efemineliğe yaslanmayan eşcinsel erkekler bir tehdit olarak algılanır ve saldırıya maruz kalırlar. Bu nedenlerle, eşcinsel alt kültürler, her ne kadar egemen kültür içinde ısrarlı veya savunmacı bir şekilde bir yer edinmeye ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, erkek ideali ile ilişkileri kaçak oynamaya dayanır: Bu ilişkide bazen meydan okuma, bazen onaylama vardır. (Seagall, 1995)

Eşcinsel alt kültürde 50'li yıllardan itibaren erkek davranışları geleneksel olarak "camp" görüntüsü almıştır: Erkeksi davranışlar iyice bastırılarak bir tür kadınlık parodisi yapılmıştır. Ancak camp, sadece kadınmış gibi yapan erkekler demek değildir. Camp'in, olumlu bir estetik duyarlılığı, bir güzellik duygusunu ve bir acıyı içerdiği düşünülüyordu. Jack Babuscio (1977), Camp ve Eşcinsel Duyarlılığı adlı kitabında, camp'i şu şekilde tanımlamıştır:

"Yaygın olandan farklı bir bilinç yansıtan yaratıcı bir enerji. Toplumsal baskı olgusundan kaynaklanan insani duygu karmaşalarının güçlü bir biçimde kavranışı."

Bu nedenlerle, geleneksel eşcinsel kültür, yüksek kültür biçimlerine olumlu bir ilgi göstererek, bu kültür biçimlerini benimsemiştir. Ayrıca, bu gibi kültürel ilgi alanları kendi başlarına bir erkeğin eşcinsel olduğunun düşünülmesine yol açabilir veya bunu ima etmek için kullanılabilir. Çünkü, bizzat kültürel duyarlılık, kadınsı bir durum olarak görülür. Bu dönemde de, eşcinsel kimlik, kadınsılığa yaslanarak kurgulanmış ve camp kendini politik olarak görmemiştir. Babuscio ise, camp'in politik bir önemi olduğunu söyler: Camp, toplumsal cinsiyet kimliklerinin yüzeysel ve yapay doğasını ortaya döker ve böylelikle "toplumumuzun kadınları ezmek ve erkekleri baskı altında tutmak için kullandığı tüm kısıtlayıcı cinsel roller ve cinsel kimlikler kozmolojisini alaya almanın yolunu keşfeder." (Babuscio, 1977). Camp, Babuscio'ya göre, erkeklerin kadınlarla daha çok özdeşleşebilmelerini ve erkek göreneklerinin baskıcı olduğunu ifade edebilmelerini sağlıyordu. Ancak, camp kültürünün görünüşte, erkeklik ve kadınlık uzlaşımlarını reddetse de gerçekte bu uzlaşımlara yaslandığını ve bu nedenle de bunları güçlendirdiğini gözden kaçırmamak gerekir.

60'lı yılların ortalarından itibaren ise, radikal eşcinsel politikanın yükselişi ile egemen erkeklik biçimleri, eşcinseller tarafından sorgulanmaya başlanmıştır. Bu yolla, iktidar ilişkilerini dönüştürmek için cinsiyet kimlikleriyle ve yaşam biçimleriyle deney yapan bir kültür yaratmak istenmiştir. Eşcinsel Özgürlük Cephesi'nin bir broşüründe, uzun vadedeki hedefin, toplumu, üzerimizdeki baskının kökeninde yatan cinsiyet rolü sisteminden kurtarmak olduğu ifade edilmiştir. Eşcinsellerin erkeklik üzerine yazılarında, savaş ve şiddetin suç ortağı olması, kadın cinselliği üzerindeki baskısı, heteroseksüelliğin erkeklerin ihtiyaçlarına göre örgütlenmesi nedeniyle, egemen erkek söylem eleştirilmiştir.

Bu dönemde, eşcinsel kimliğin, efemineliğe yaslanılarak kurgulanması hem sahiplenilmiş hem de buna alternatif olarak androjen kimlik sunulmuştur. Kadınsılığın sahiplenilmesindeki dinamikler artık çok farklıdır: David Fernbach, yeni liberal hoşgorüye karşı şunları ileri sürmeyi önemli bulmuştur: "Eşcinsel erkekler, gerçekten de efeminedir. İçimizdeki anneden gelen kültürü bastırmakta ve erkeğe özgü şiddet unsurunu geliştirmekte başarısız olduk biz..."

Eşcinseller, bu dönemde, geleneksel eşcinsel yaşantılarına karşı yaratıcı bir alternatif önerdiler ve yabancılaşma yerine topluluğu, yalıtım yerine yoldaşlığı, rekabet yerine sevgiyi, ticarete ve en son modaya köle olmak yerine cinsiyetçilik ve yaşçılıkla mücadele etmeyi vurgulayarak, erkek olmanın yeni yollarını bulmaya çalıştılar. (Seagall,1995)
[ pagebreak ]
İlk eşcinsel özgürlükçüleri, eşcinsel hareketinde ileriye atılan her adımın erkeklik kavramına vurulan bir darbe olacağını öne sürüyorlardı. Ancak işler tam da böyle yürümedi. Toplumsal cinsiyet sınır çizgilerinin genel olarak silikleşmesine, androjenliğe geçilmesine veya daha kadınsı değerlerin ve niteliklerin zafer kazanmasına yol açmamıştı bu hareket, tam tersine, 70'li yılların sonundan itibaren eşcinsel çevrelerde yeni bir "süper maço" üslubu gelişti. Kendilerine özgü deri ve kot elbiseler giyen kaslı eşcinsel erkekler veya kısa saçlı, bıyıklı, ekose gömlekli, blue jean'li ve postallı bir örnek eşcinseller, klasik erkekliğin yüceltilmiş bir biçimi olarak göründüğü gibi, "eşcinsel erkeklerin cinselliğini, genelde, eril heteroseksüelliğe özgü, daha gevşek, duygusal açıdan kayıtsız, tamamen fallosentrik ilişkilerin abartılmış bir biçimi olduğu da anlaşılıyordu." (Seagall, 1995)

Artık eşcinsel kimliği, kadınsılıktan çok erkeksiliğe yaslanıyordu ve bir eşcinsel erkek ile bir heteroseksüel erkek arasında daha fazla yakın özellikler görülebiliyordu.

Tüm bu süreçler izlendiğinde; erkeksilik ile kadınsılık arasında gidip gelen, erkek mitleriyle kaçak oynayarak bir muğlaklığı yaşatmaya devam eden eşcinsel erkeklerin, kaslı bedenleriyle toplumsal imgelerini yansıtmaları, iktidarın bedenin içine sızdığı görüşünü doğrular niteliktedir.

III.
Hazzın ve Direnmenin Odağı Olarak Gey Bedeni

Lahti (1998), Tom of Finland albümlerinin tiplemelerini tartıştığı makalesinde, bedenin, eşcinsel erkek kültüründe hazzın ve direnmenin odağı olarak görülebileceğini belirtir. Lahti, bu tartışmasını, Foucault'nun iktidar kavramıyla birlikte götürür. Fakat Lahti, Foucault'dan farklı olarak, bedenin, iktidarın aracısı ve hedefi olma nosyonu dışında, iktidara karşı bir direnme odağı olarak da düşünülebileceğini ifade eder. Foucault'ya göre, iktidar, bütünsel (total) değildir ve daima kendisine karşı potansiyel bir direnme alanı da yaratır. Bu yüzden, aynı bedende, iktidarın söyleminin izi sürülebileceği gibi, zıt kutupta olan direnmenin de izi sürülebilir. İktidar ilişkileri direnç olmadan düşünülemezler. Bu nedenlerle Lahti, Tom of Finland'daki deri kıyafetli, kaslı gay bedenleri, egemen söylemin erkeksilik mitine bağlılığın bir ifadesi olarak okurken, diğer yandan, tıp biliminin ve ahlakçıların, gay bedenini patolojikleştirmeleri ve kadınsı görmekte ısrar etmeleri karşısında bir direnme olarak da okumaktadır. Uzun bir dönem boyunca, kadınsılıkla bir tutulan erkek eşcinselliğinin 60'lı yıllarda androjenliğe vurgu yapılmasından sonraki dönüşümü ve nihayet 70'li yılların sonundan günümüze kadar olan dönemdeki vurgulu erkeksilikle tanımlanan kimliğin dönüşümü buradan da okunabilir: Efemine tavırların, baygın bakışların, parfüm kokularının, yüksek kültürle ilgilenmenin, kaslı bedenlere, ter kokularına, doğrudan fütursuz bakışlı ve güce önem veren bir kimliğe dönüşmesinde, egemen kültüre bir direnme de söz konusu olabilir.

Bu noktada, iktidar ve direnme odaklarını tartışırken, kaslı bedenlere dönüşümde önemli bir araç olan vücut geliştirmenin (body building) üzerinde durmak gerekir. Vücut geliştirme, sadece vücudun gelişmesiyle ilgili değildir. Aynı zamanda, vücut geliştirme, bir cinsiyet rolünün gelişmesi, kurgulanması anlamına da gelmektedir. Michel Foucault'yu izlersek, bir eşcinsel vücut geliştiricisinin kaslı bedeni, disipline edici uygulamaların bir ürünü ve metaforu olarak okunabilir. Foucault'ya göre, iktidar, çeşitli türlerde bedenler üretir. Vücut geliştirme, disipline etme süreçlerinin önemli bir parçasıdır, çünkü, bedene ilişkin ayrıntılı bir bilgiye dayanır. Etkili olabilmesi için vücudun farklı kasları ayrıştırılır, sınıflandırılır ve her birine uygun egzersizlerle geliştirilmeye çalışılır. Bu süreçte, sadece bedenin hareket ettirilmesi de yeterli değildir; kişinin yiyeceklerinin, günlük, haftalık, aylık ve yıllık olarak programlanması da söz konusudur. Vücut geliştirme sürecine girmiş olan kişiler için artık disipline edilmiş bir yaşam söz konusudur. Bunların dışında, hiçbir ayrıntının önemi yoktur ve iktidarın istediği ölçülere erişebilmek için bitmek tükenmek bilmeyen bir çaba vardır. Buradan bakıldığında, aslında, geylerin, erkek mitiyle kaçak oynamalarının son bulduğu ve sonsuz bir onaylamaya prim verdikleri söylenebilir. Güçlü, kaslı erkeklerle tam bir özdeşleşme, ama yatakta erkekleri tercih etme.

Body building salonlarında dökülen terler ve diyet yapmak için sarf edilen çabanın sonuçları, belki de her cinsel kimlik için aynı: Güzel bulunmak, beğenilmek, partnersiz kalmamak. Ama, geyler arasında beden faşizmine dönüşen kaslı beden tutkusunun; güçle, iktidarla özdeşleşme isteğinden ve kimliğin daha görünebilir bir haline bürünüp yapılan cinsel tercihten dolayı onur duymaktan ayrı tutulamayacağı da ileri sürülebilir. Ayrıca, vücut geliştirme, diyet ürünleri pazarlayan sektörle birlikte, kapitalist sistemin bireyi tüketime koşullandırma işlevi taşıyan sektörlerinden biridir. Böyle bir ortamda, Lahti'nin, kaslı bedeni bir direnme odağı olarak görmesinin çok da haklılık payı taşımadığı ve fazla iyimser bir yorum olduğu ileri sürülebilir. Erkeklik mitine hizmet eden kaslı bedenin cinsel yöneliminin eşcinsel olması, sonucu çok da değiştirmemektedir. Aksine, kaslı bedenin eşcinsel yönelimde olması, iktidar ile eşdeğer olduğu aşikar olan kasın (kaslanma arzusunun) arkasındaki hikayenin anlaşılmasını muğlaklaştırmakta, realiteyi keşfetmekte sapmalara neden olabilmektedir.

Not:
Bu metnin en önemli eksiği elbetteki bu coğrafyada yaşayan eşcinsellerin kimliklerinin kurulmasında bedenin nasıl değişimler geçirdiği, süreçte nasıl rol oynadığı ya da oynayacağı gibi bizim için önemli olan konulara çok fazla değinmemesidir. Bunun çeşitli nedenleri var. Ama başka ülkelerdeki süreci özetlemeye çalışan bu çalışmanın bu ülkenin kendine özgü durumlarını anlamaya çalışırken bir fikir vereceğini umuyorum.
Yazının hazırlanmasında bana yardımcı olan dostlarım Mustafa Konur'a ve Burak Karacan'a teşekkür ederim.

''Kaynaklar''

Babuscio, M. (1977), Gays and Films, British Film Institute: London
Foucault, M. (1994), Dostluğa Dair, Telos Yayıncılık: İstanbul
Foucault, M. (1992), Ders Özetleri: 1970-1982, Yapı Kredi Yayınları: İstanbul
Foucault, M. (1993), Cinselliğin Tarihi, Afa Yayınları: İstanbul
Lahti, M. (1998), Dressing Up in Power, Journal of Homosexuality, 314, pp. 185-205
Seagall, L. (1995), Ağır Çekim, Ayrıntı Yayınları: İstanbul
Weeks, J. (1977), Coming Out: Homosexual Politics in Britain from The 19th Century to the Present, Quarlet: London
Bordo, S. (1993), Unbearable Weight, Feminism, Western Culture and The Body, Universty of California Press: Berkeley


Etiketler: insan hakları, sağlık
İstihdam