16/04/2012 | Yazar: Kaos GL

Katılımcı ekonomi yukarıdan aşağıya politik bir devrimle ekonomik bir modelin uygulanmasını öngören klasik sosyalizmden ayrılır. Çünkü yukarıdan aşağıya yapılacak herhangi bir devrim yoktur.

Ev İçi Emek ve Seks İşçiliğine Yaklaşımlar Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Hareketlerin Stratejileri Üzerine:
Reform mu Devrim mi?
Ev içi emek ve seks işçiliğine yaklaşımlar*
 
*Bu yazı Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü (BÜKAK) üyesi kadınların kollektif “Katılımcı Ekonomi” okumaları ile şekillenmiş bir yazıdır. İlk olarak BÜKAK’ın 21 sayılı bülteninde yayınlanmıştır.
 
Yaz döneminde Katılımcı Ekonomi çalışma grubu olarak tartıştığımız konulardan birisi de katılımcı ekonomiye geçişin nasıl olacağı ve katılımcı ekonomiyi destekleyen hareketlerin uygulayacağı stratejilerdi. Bu süreçte verilen mücadelelerin nitelikleri ve hareketlerin bu mücadeleleri verirken nasıl konumlanacakları da kafamızda soru işaretleri oluşturan konular oldu. Bu yazıda, mücadele stratejileriyle ilgili soru işaretlerimize çözüm ararken, seks işçiliği ve ev içi emek meselelerinde uluslararası alanda verilmeye çalışılan mücadele örneklerini konu almaya karar verdik. Bu iki alan, alternatif hareketler içerisinde en çok tartışma yaratan ya da “tartışılamayan” örnekler olduğu için katılımcı ekonomi perspektifinden hareketle, ev içi emeğin ücretlendirilmesi ve seks işçilerinin koşullarının iyileştirilmesi mücadelelerinin nasıl bir yerde durduğunu tartışmaya çalışacağız. Bu yazıda, Michael Albert’in mücadele stratejisi ve ev içi emek üzerine fikirlerinden ve Küresel Kadın Grevi koordinatörlerinden ve Uluslararası Ev İçi Emeğin Ücretlendirilmesi Kampanyası’nın kurucularından Selma James’in ev içi emek ve seks işçiliği üzerine yazılarından faydalanacağız.
 
Anti-kapitalist hareketlere bir vizyon önerisi olarak ortaya çıkan katılımcı ekonominin en çarpıcı tartışma konularından biri kapitalist ekonomiden katılımcı ekonomi modeline nasıl geçileceği ve bu modeli benimseyen hareketlerin nasıl bir yol izleyeceğiydi. Michael Albert’ın bu konuya yaklaşımı şöyle ifade edilebilir:
Katılımcı ekonomi yukarıdan aşağıya politik bir devrimle ekonomik bir modelin uygulanmasını öngören klasik sosyalizmden ayrılır. Çünkü yukarıdan aşağıya yapılacak herhangi bir devrim yoktur.
 
O halde mevcut sistem içinde, yerel deneyimler gelişecek; bunlar giderek daha geniş işyerlerini / yaşama birimlerini kapsayacak ve kapitalist toplumun altı oyulmaya çalışılacaktır. Bir yerde denge Katılımcı Ekonomi lehine dönecektir.[1]
Burada da belirtildiği gibi Michael Albert’ın devrime yaklaşımı klasik sol devrim anlayışından farklılaşır. Katılımcı ekonomi modeli topyekûn bir devrim yerine mikro alanları dönüştürerek başlayıp zamanla bunu genele yayarak kapitalizmi katılımcı ekonomiye dönüştürmeyi önerir. Ancak Albert’ın da vurguladığı gibi genellikle sol hareketleri kaygılandıran önemli bir detay var:
Muhalif hareketlerin, sistemi kökten dönüştürmeyi beklemeden sistem içerisinde yaptığı yerel dönüşümler reformist ve devrimi önleyici nitelikler taşıyabilir. Mücadele sırasında elde edilen kazanımlar yaşam koşullarını iyileştirdiğinden motivasyon azaltıcı bir rol oynayarak mücadelenin önünü kesebilir. Bu kazanımlar sistemin verdiği ve istediği zaman geri alabileceği bir “sus payı” işlevi üstlenebilirler ve bu işlevi yerine de getirebilirler. Bu durumda çoğu sol hareketin önerisi, sistem içerisinde küçük dönüşümlerin mücadelesini vermekten kaçınıp sınıflar arasındaki sosyal ve ekonomik uçurumun büyümesini ve iyice derinleşmesini bekleyip sonrasında uçurumun dibinde olmanın sağladığı motivasyonla devrim yaparak kapitalizmi yıkmak gerektiği yönündedir.[2]
 
Michael Albert, sol hareketlerin bu kaygısını paylaşırken soruna onlardan farklı bir çözüm önerir. Evet, reform talepleri sol hareketi kaygılandıran sonuçları doğurabilecek bir yerde bulunabilirler. Ancak, bu reformların niteliği ve reformları savunan hareketlerin durduğu nokta, sonuçların son derece dönüştürücü ve kapitalizmin altını oyan bir yere gitmesini de sağlayabilir. Şöyle ki, mevcut koşulları iyileştirmeye yönelik mücadeleler, sadece “mevcut koşulları iyileştirmek için” verildiklerinde reformist hareketler olarak kalacaklardır. Ancak bu mücadeleler hem “reform”larla koşulları iyileştirecek hem de katılımcı ekonomi modelini hayata geçirmek için önemli bir adım olacak şekilde verildiğinde, iyileştirme talepleri “reformist olmayan reform” talepleri olarak adlandırılabilir. Örneğin, ücretlerin artırılması talebinde bulunan bir işçi hareketi, genel anlamda gayret ve fedakârlığa dayalı bir ödüllendirmenin uygulandığı bir sistem için de mücadele ediyorsa bu talep salt ücret artırılması talebi olmaktan çıkar ve dönüştürücü bir karakter kazanır.[3] Ayrıca reformları tekil ve az önceki örnekteki gibi bir fabrikadaki bir grup işçinin küçük kazanımı gibi kurgulamak yerine; bir savaşı durdurmanın, kadınların erkeklerle eşit ücrette ve statüde çalışma koşullarına ulaşmasının, işçi ücretlerinin artırılmasının, LGBT bireylerin görünürlüğünün artmasının bir reformlar dizisi olduğunu ve yavaş yavaş kapitalist, cinsiyetçi, heteroseksist düzeni dönüştürdüğünü düşünürsek reformların nasıl reformist olmayabileceğini anlayabiliriz.[4]
 
Ev içi emeğin ücretlendirilmesi
Mevcut sistem içerisinde koşulları iyileştirmeye yönelik mücadelelerle ilgili yapılan tartışmalar bizi ev içi emeğin ücretlendirilmesi hususuna götürdü. İlk olarak, Michael Albert’ın spesifik olarak ev içi emekle ilgili söylediklerine baktık. Albert’a göre, katılımcı ekonomi modelinin yürütüldüğü bir ekonomik sistemde ev içi emeğin üretici çalışma normlarına bağımlı olarak ve ekonominin bir parçası gibi değerlendirilmemesi gerekir. Bu da katılımcı ekonominin uygulandığı bir toplumda ev içi emeğin ücretlendirilmemesi anlamına gelir. Albert bu görüşünü temellendirmek için iki sebep öne sürer. İlk olarak, ev içi emek kapsamında yer alan çocuk yetiştirme ve bakım işlerinin fabrika işlerinden değer bakımından farklılaştığını söyler. Her ne kadar fabrika işi de çok değerli olsa da çocuk yetiştirme ve bakım işleri, fabrika işlerinden daha farklı ve değerli bir konumdadır. Buna örnek olarak, bisiklet yapımıyla çocuk yetiştirmenin aynı kefeye konulamayacağını, çocuk yetiştirmenin duygusal bir önemi de olduğunu söyler. İkinci olarak, ev içi emeğin üretimden ziyade tüketim faaliyetlerine benzediğini söyleyen Albert, bu görüşünü ev içi emeğin kendisini kamusal bir ürün ortaya koymadığını ve bu çalışmadan esas faydayı üreticinin kendisinin ve ailesinin sağladığını belirterek temellendirir. Bu noktada hobi faaliyetleri ile ev içi emek arasında bir analoji kurar: Hobi faaliyetlerinin ücretli işlerle ortaklaştığı noktalar vardır. Ancak kişi bu faaliyetleri hobi olarak yaptığında kendisi için yapmış olur ve bir ücretlendirme söz konusu olmaz. Yani, iş tanımı diğer insanların da üründen faydalandığı ve işçi konseylerinin mevcut olduğu bir faaliyet üzerinden kurgulanır. Benzer olarak bakım işleri de kişinin kendisi için yaptığı faaliyetler kapsamında yer alır ve bu iş tanımının içine girmez.[5] Bunlara ilaveten; Albert’ın ev içi emeği ücretlendirmemenin daha iyi olacağını söylemesinin en önemli nedeninin, bu konuda konuşurken katılımcı ekonomi modelinin oturmuş olduğu bir ekonomik ve siyasi sistemi işlediğini varsaydığını her zaman akılda tutmak gerekir.[6]
 
Selma James ise meseleye günümüzdeki koşulları değerlendiren bir perspektifle yaklaşır ve ev içi emeğin iş kategorisinde yer alması gerektiğini savunur. Mevcut sistemde çoğunlukla kadınlar tarafından biyolojik, fiziksel, sosyal ve duygusal olarak üretilen/yetiştirilen insanlar yani toplumun yeni üyeleri; toplumsal yapının ve ekonomik sistemin sürekliliği için gerekli işgücünü oluşturur. Ayrıca tarla ve çiftlik işinin de ev içi emek kapsamında yer aldığı bazı ülkelerde, kadınların aileleri için ürettikleri yiyecekler toplulukların devamlılığı için elzem olan tüketim maddeleri olduğundan kadınların bu işleri salt bireysel tüketim olarak değerlendirilemez.[7]
 
Kadının ev içindeki emeğinin görünmez oluşuna dikkat çeken Selma James, bu iddiasını “kadınların dünyadaki bütün işlerin üçte ikisini yaptığı, dünya gelirinin yüzde 5’ini elde edebildiği ve dünyadaki malların yüzde birinden azına sahip olduğu” şeklindeki istatistikî bilgilerle temellendirir.[8] Ev içi emek devletler tarafından Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH) dışında tutulduğundan ekonomik açıdan yok sayılırken, kadının evde yaptığı iş doğal bir görev olarak algılanır ve toplum tarafından da yok sayılır. Kadının hayatının büyük bir çoğunluğunu ev içi işlere ayırmasına, bu durumun onun için çok yıpratıcı olmasına ve yaptığı işin ekonomi içinde çok büyük bir yer kaplamasına rağmen; GSMH bu işleri ekonomi dışı saydığı için kadın resmi olarak çalışmıyordur. Bu durumda, kadınların evin içerisinde gerçekleştirdikleri temizlik ve bakım işleri ve bazı ülkelerde tarlada yaptıkları üretim, ev içi emek kapsamında değerlendirilip çoğunlukla herhangi bir ücretlendirmenin dışında tutulduğu için kadınlar emekleri sömürülen, ekonomik bağımsızlığı, sosyal güvencesi olmayan bireyler olarak yaşamlarını devam ettirmek durumunda kalırlar.
 
İşi yapan bireylerin özelliklerine göre, ev içi emeğin niteliği ve ona ayrılan zaman farklılık gösterdiği için ücretlendirmenin nasıl yapılacağı ve bu işin değerinin nasıl belirleneceği de tartışma konularından biri. Bununla ilgili olarak Uluslararası Ev İçi Emeğin Ücretlendirilmesi Kampanyası savunucularının, Kanada İstatistik Dairesi’nin araştırmalarından faydalanarak sunduğu iki öneri var: Ev içi emek kapsamında yapılan işlerin ticari iş olarak yapıldıklarında piyasadaki ederleri hesaplanabilir ve ücret ona göre belirlenebilir. Yahut kadınların ev işlerine zaman ayırmadıklarında kazanacakları paranın miktarına bakılarak ev içi emeğin değeri belirlenebilir.[9]
 
Ev içi emek için yapılacak bir ücretlendirmenin toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üreteceği ve kadınların ev işi yapmaya sürekli olarak mahkum olacakları gibi önemli bir kaygıyı yabana atmadan bu tartışmaya bir de katılımcı ekonominin sunduğu strateji önerileri üzerinden yaklaşmaya çalışacağız. Toplumsal cinsiyet rolleri değiştirildiğinde ve cinsiyete dayalı iş bölümünün yarattığı adaletsizlikler ortadan kalktığında belki bir ücretlendirmeye ihtiyaç olmayacak ve ev işleri katılımcı ekonominin önerdiği şekilde dengeli iş bileşenlerine uygun olarak yapılabilecek. Ancak Selma James’in dikkat çektiği noktalar ışığında görmek mümkün ki, mevcut düzende kadınların maruz kaldığı bir hak ihlali ve emek sömürüsü var ve cinsiyetçiliğin ortadan kalktığı bir dünya oluşana kadar da var olmaya devam edecek. Bu noktada, sistemin yeniden üretilmesine müsaade etmemek adına enerjimizin tamamını bu rolleri dönüştürmeye harcayıp o gün gelene kadar bu sömürünün devam etmesine göz yumabiliriz. Yahut ev içi emeği ücretlendirmenin, toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün yeniden üretimine sebep olması ihtimalini görmezden gelmeden verilecek bir mücadeleyle sistem içi olmaktan çıkıp dönüştürücü bir şekilde mücadele edebiliriz.
Seks işçiliği tartışmaları
Selma James, “Tanrı’nın Evindeki Fahişeler” makalesinde İngiliz Fahişeler Kolektifi’nin (ECP) 1982’de Holy Cross Kilisesi’ni işgal etmesini, işgali hazırlayan süreci ve işgal sonrası durumu anlatıyor. Makaleye feminist hareketin seks işçiliğine yaklaşımını sorunsallaştırarak başlayan James, “seks endüstrisi için çalışan kadınlar işçidir” diyerek bu meseleye yaklaşımını net bir şekilde belirtiyor. Söz konusu seks işçiliği olduğunda birçok insan ahlakçı refleksler gösterip bu meseleyi kadın emeğinin sömürüldüğü bir alan olarak görmemeyi tercih ediyor. James, bu durumu şu şekilde ifade ediyor:
Kendi yaşamlarımızda seks ile para arasındaki bağlantıyı kabul etmekteki isteksizliğimiz, meslekleri bu ikisini birleştirmek olan fahişelere karşı bir önyargı olarak açığa çıkıyor. Seksi romantik gizeminden sıyıran bu kadınlara karşı önyargımız onların yasadışı konumlarıyla perçinleniyor.[10]
 
Kulüpteki tartışmalarımızda seks işçiliğini fabrika işçiliğinden farklı bir yerde konumlandırmamaya çalıştık. Ev içi emek tartışmalarımızda ağırlıklı olarak ev içi emeğin görünmezliğinden bahsederken; söz konusu seks işçiliği olduğunda mesele görünmezlik değil; güvenlik, damgalanma ve sömürülme oluyor. Seks işçileri saldırıya çok açık koşullarda çalışmak zorunda kalıyor. Devlet ve toplum tarafından bir seks işçisinin bedeni kendisine ait olarak görülmüyor. Beden politikalarının doğrudan hedefi haline gelen seks işçileri, sürekli bir güvensizlik hissiyatıyla yaşamaya zorlanıyor. Selma James, evlilik içi tecavüzün kanunen yasadışı olmadığını, bir fahişeye tecavüzün ise fiilen yasadışı olmadığını söyleyerek bu güvenliksizlik halini görünür kılıyor.[11]
 
Seks işçiliği konusunda ikinci önemli nokta ise damgalanma meselesi. İşçiler arasında sosyal statü ve kabul edilirlik üzerinden yaratılan hiyerarşi, feminist mücadelenin önünü tıkıyor. Şöyle ki, seks işçiliği ahlakçı bir bakışla toplumsal hiyerarşi basamaklarında fabrika işçiliğinden daha aşağıda konumlandırılıyor. Fahişelik kamusal alanda sözü edilemez kılınıyor. Fahişelerin sınıfsal ve ahlaksal konumlarından ötürü, bazı feministler fabrika işçisi kadınlarla çok kolay dayanışma ağı örebiliyorken; fahişelerle dayanışmamayı tercih ediyor. “Onlar gibi” olmaktan ve “onlar gibi” görülmekten çekinmek, feminist mücadelenin önünü tıkıyor. Fahişelerin mücadelesini marjinal olarak gören bu bakışa James’in yanıtı, mücadele biçimleri arasında hiyerarşi yaratmanın ortaklıkları yok ettiği yönünde. Üçüncü nokta ise, seks işçilerinin hem devlet hem de pezevenkler tarafından sömürüldükleri gerçeği. Seks işçiliğinin yasallaştığı ülkelerde devlet fahişeleri “seks fabrikalarına” hapsederek ve pezevenkliği yasallaştırarak sömürüyü onaylıyor. Yasal olmadığı ülkelerde ise, pezevenklik mesleği fahişelerin emeklerinin bir de “aracı erkekler” tarafından sömürülmesi anlamına geliyor.
Ev içi emek tartışmasına benzer olarak seks işçiliğinin koşullarının iyileştirilmesinin, seks işçiliğini daim hale getirerek cinsiyetçi ideolojiyi ve kadın sömürüsünü üretmeye devam edeceği kaygısı akla gelebilir. Ancak seks işçiliği cinsiyetçi ideolojiyi yeniden üretse de üretmese de seks işçilerinin maruz kaldığı güvensiz yaşam koşulları, sömürü ve hak ihlallerine karşı durmanın oldukça önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu noktada verilecek bir feminist mücadelenin bir çıkış yolu olacağı ve seks işçilerinin hakları için mücadele etmenin, sömürüyü ve beden politikalarını görünür kılarak “reformist olmayan reform”lara dönüşeceği kanısındayız. Aslında bu sömürüyü daim kılan şey, varolan hak ihlallerine göz yummaktır.
 
Sonuç Yerine
Yazı boyunca tartıştığımız konu, anti-kapitalist ve anti-seksist bir vizyonla yola çıkan hareketlerin değişim mücadelelerinin nasıl bir strateji izleyebileceği, bu mücadelelerin hangi noktada dönüştürücü hangi noktada reformist ve sistem içi bir noktada duracağıydı. Bu hareketler içinde ya çok fazla tartışılan ya da görmezden gelinen ev içi emek ve seks işçiliği meselelerine Michael Albert ve Selma James’in fikirlerinden yararlanarak bir bakış getirmeye çalıştık. Toplumsal cinsiyetin dönüştürülebilir olduğunu söyleyen Albert, dönüştürülmüş toplumsal cinsiyet modellerinin ev içi emek meselesindeki hakkaniyetsiz durumu yok edeceğini öne sürer. Selma James ise meseleye daha farklı bir yerden yaklaşarak güncel durumu analiz eder ve kadının ev içindeki emeğinin görünmezliğine dikkat çeker. Bu görünmezlik ve halihazırda var olan büyük eşitsizliklerin ücretlendirme ile bir nebze de olsa aşılabileceğini söyler. Seks işçiliği konusunda da güncel eşitsizlikleri ve ataerkiyi analiz eden James, hiçbir mücadelenin marjinal olmadığını vurgular. Yazıyı Selma James’in fahişelerin mücadelesi özelinde toplumsal mücadeleye dair yazdığı birkaç cümle ile bitirmek istiyoruz:
… mücadele biçimleri arasında bir hiyerarşi yaratılamaz ve kimsenin mücadelesi marjinal değildir. Eğer dünyayı değiştirmek istiyorsanız, herhangi bir yerden başlayabilirsiniz. Başlamak için en iyi yerse, kendi bulunduğunuz yerdir.[12]

 

 

[1] Taylan Doğan ve Özgür Efe, “Katılımcı Ekonomi Seminer Metni”, http://www.bgst.org/keab/ttoe001204.asp, 8 Temmuz 2011 tarihinde erişilmiştir.
[2] Michael Albert, Düşünce Düşleri: 21. Yüzyıl için Radikal Teori, çev. Aylin Onacak, İstanbul: bgst Yayınları, 2006, içinde Taylan Doğan, “Radikal Bir Teori Oluşturmak”, 5 Nisan 2007, http://www.bgst.org/keab/td20070411.asp, 24 Eylül 2011 tarihinde erişilmiştir.
[3] Michael Albert, Kapitalizmin Ötesinde Yaşam: Umudu Gerçeğe Dönüştürmek, İstanbul: bgst Yayınları, 2007, s.238 - 239.
[4] Michael Albert, Düşünce Düşleri: 21. Yüzyıl için Radikal Teori, çev. Aylin Onacak, İstanbul: bgst Yayınları, 2006, içinde Taylan Doğan, “Radikal Bir Teori Oluşturmak”, 5 Nisan 2007, http://www.bgst.org/keab/td20070411.asp, 24 Eylül 2011 tarihinde erişilmiştir.
[5] A. g. e., s. 81 - 82.
[6] A. g. e., s. 83.
[7] Selma James, “Küresel Mutfak”, Cinsiyet, Irk, Sınıf, İstanbul: bgst Yayınları, 2010, s. 215 – 219.
[8] A. g. e., s. 185.
[9] A. g. e., s. 211.
[10] Selma James, “Tanrı’nın Evindeki Fahişeler”, Cinsiyet, Irk, Sınıf, İstanbul: bgst Yayınları, 2010, s. 117.
[11] A. g. e., s. 123.
[12] A. g. e., s. 118.
 

Deniz Taşyürek

deniz.tasyurek@hotmail.com

Yıldız Tar

yildizt21@yahoo.com.tr


Etiketler: insan hakları, çalışma hayatı
İstihdam