13/02/2007 | Yazar: Kaos GL

‘Evlilik ve aşkın ortak hiçbir özelliği yoktur; bu iki kavram kutuplar kadar birbirine uzak, hatta zıttır. Hiç şüphesiz bazı evlilikler aşkın sonucudur. Bunun sebebi de aşkın evlilikte ortaya çıkması değil, az sayıdaki insanın bir geleneğin ötesine geçebilmesidir.’ Emma Goldman’ın kaleminden.

‘Evlilik ve aşkın ortak hiçbir özelliği yoktur; bu iki kavram kutuplar kadar birbirine uzak, hatta zıttır. Hiç şüphesiz bazı evlilikler aşkın sonucudur. Bunun sebebi de aşkın evlilikte ortaya çıkması değil, az sayıdaki insanın bir geleneğin ötesine geçebilmesidir.’ Emma Goldman’ın kaleminden.

KAOS GL

Emma Goldman

Evlilik ve aşk hakkındaki genel kanı, ikisinin eş anlamlı olduğu, aynı güdülerden kaynaklandığı ve aynı insan ihtiyaçlarını karşıladığıdır. Birçok genel kanı gibi bu da, gerçeklere değil, batıl bir inanca dayanır.

Evlilik ve aşkın ortak hiçbir özelliği yoktur; bu iki kavram kutuplar kadar birbirine uzak, hatta zıttır. Hiç şüphesiz bazı evlilikler aşkın sonucudur. Bunun sebebi de aşkın evlilikte ortaya çıkması değil, az sayıdaki insanın bir geleneğin ötesine geçebilmesidir. Bugün evliliği saçmalık olarak gören fakat toplum kuralları yüzünden ona teslim olan çok sayıda insan vardır. Gene de, bazı evliliklerin aşka dayandığı ve bazı durumlarda aşkın evlilikte devam ettiği doğru olsa bile, iddia ediyorum ki devam eden bu aşk evlilikten bağımsızdır.
Diğer taraftan, aşkın evlilikten kaynaklandığı tamamen yanlıştır. Evlendikten sonra âşık olan çiftlere arada sırada rastlarız. Ama iyice araştırıldığında anlarız ki bu sadece zorunlu bir uyum sağlamadır. Evlilikteki bu birbirine alışma doğallıktan, yoğunluktan ve aşktan uzaktır ki aşk olmadığı sürece evlilikteki samimiyet erkeği de kadını da küçük düşürücüdür.
Evlilik ilk başta ekonomik bir anlaşma bir sigorta sözleşmesidir. Günlük hayattaki sigortalardan daha bağlayıcı ve daha kuralcı olması yönüyle ayrılır. Getirileri, yatırımlarıyla karşılaştırıldığında oldukça azdır. Ödülün koca olduğu bu evliliği kadın adıyla, özel hayatıyla ve kişisel saygısıyla öder. Dahası, evlilik sözleşmesi kadını ömür boyu bağımlılık, parazitlik ve sosyal olduğu kadar bireysel bir kullanışsızlığa mahkûm kılar. Erkek de faturasını (bedelini) öder fakat onun çerçevesi daha geniş olduğundan, evlilik onu kadın kadar sınırlamaz.
Böylece, Dante'nin cehennem hakkındaki deyişini evliliğe uygulayabiliriz: "Oraya giren bütün umudu geride bırakır."

Evliliğin ne kadar acı bir kayıp olduğunu anlamak için boşanma istatistiklerine bakmak yeterlidir. Dahası, kadınların artan gevşekliği ve boşanma kanunlarının hafifliği şu gerçekleri açıklayamaz: Birincisi, her on ikinci evlilik boşanmayla sonuçlanıyor; ikincisi, 187'den beri her yüz bin nüfus için boşanma da %28'den %73'e doğru bir artış görülmüştür; üçüncüsü, 1867'den beri zina boşanma nedeni olarak %270,8 artmıştır; dördüncüsü, ev terk etmeler %369,8 artmıştır.

Bu korkutucu rakamlara ilaveten, çok sayıda edebi eser bu konuyu açıklamaktadır. Robert Herrick, Together; Pinero, Mid Channel; Eugone Walter, Paid in Full adlı kitaplarında ve daha birçok yazar kendi eserinde evliliğin bir uyum ve anlayış faktörü olarak kısırlığını, iğrençliğini ve yetersizliğini tartışmaktadır.

Düşünceli birey evlilik olgusunu haklı gösteren yanlış inançlarla yetinmeyecek ve evliliğin neden büyük yıkımlara yol açtığını anlamak için her iki cinsin de hayatını derinlemesine anlayacaktır.

Edward Carpenter, evlilikte kadın ve erkeğin çok farklı çevrelere sahip olduğunu, bu yüzden de birbirlerine yabancı kalacaklarını söyler. Aşılmaz bir batıl inanç, gelenek ve alışkanlık duvarıyla ayrılmış olan evlilik kişilerin birbirlerine olan bilgisini ve saygısını geliştirmez. Bunlar ad olmayınca her birliktelik başarısızlığa mahkûmdur.

Bütün toplumsal yalanların düşmanı olan Henrik Ibsen muhtemel bu büyük gerçeği fark eden ilk kişiydi. Nora kocasından ayrılır, sorumluluklarından bıktığını ve ihtiyaçlarını hissettiği için değil; sekiz yıl bir yabancıyla yaşayıp ona çocuk doğurduğu için. İki yabancı arasındaki yakınlıktan daha aşağılayıcı bir şey olabilir mi? Kadına gelince, hoş bir görüntüsü olduğundan başka ne bilir? Daha kadının ruhu olmadığını ve sadece erkeğe bir ilave olduğunu söyleyen batıl inancı bile aşamadık.

Belki de kadının maddi yetersizliği onun aşağılığının sebebidir. Yine de, kadının ruhu yoksa onun hakkında bilinmesi gereken bir şey de yoktur. Bununla birlikte, kadının ruhu ne kadar ufak olursa bir eş olarak olanakları da o kadar fazla olur ve kendini kocasına daha çabuk kaptırır.

Evlilik kurumunu uzun süredir dokunulmaz yapan da erkeğin üstünlüğünü adi bir şekilde kabul etmedir. Artık kadın kendini bulduğuna göre ve efendisinin dışındaki kişiliğini kavradığına göre kutsal evlilik kurumu yavaş yavaş zayıflamaya başlamıştır ve hiçbir duygusal feryat bunu durduramayacaktır.

Çocukluktan itibaren kızlara nihai amaçlarının evlilik olduğu ve bu yüzden eğitimlerinin o tarafa doğru yönlendirilmesi gerektiği anlatılır. Kesilmek için bağlanmış dilsiz hayvanlar gibi onlar da buna hazırlanırlar. Fakat tuhaftır ki bir anne ve eş olarak işlevinin ne olduğu konusunda çok az şey bilmesine izin verilir. Saygı değer bir kızın evlilik ilişkisi hakkında bir şey bilmesi ahlâk dışı ve iğrençtir. Bu yüzden ahlâk dışı olan bu evlilik yemininin hiç kimsenin eleştirmeye cesaret edemediği saf ve kutsal bir sözleşmeye çevrilmesi gerekir. İşte bu evlilik taraftarı insanların tutumudur. Gelecekteki anne ve eş rekabet sahasındaki tek kazanım olan seksten tümüyle habersiz ve bilgisiz tutulur. Böylece, en doğal ve sağlıklı olan seks içgüdüsünden iğrenen ve korkan biri olarak ömür boyu sürecek bir ilişkiye girer. Evlilikteki fiziksel acı, rahatsızlık, sefalet ve mutsuzluğun büyük bir kısmının seks hakkında bir şey bilmemekten kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Birçok ailenin bu acıklı gerçek yüzünden parçalandığı da bir hakikattir.

Ama kadın devlet ve dini otoritenin baskısı olmadan seksin gizemi hakkında bir şeyler öğrenecek kadar büyük ve özgürse, kafası boş ve cebi dolu olan "iyi" bir erkeğe uygun bir eş olarak görülmez. Sağlıklı, yetişkin, hayat dolu ve tutkulu bir kadının bir erkek onu eş olarak seçinceye kadar doğal istekleri reddetmesi, en yoğun arzusunu bastırmak zorunda kalması, sağlığını ve ruhunu zayıflatması, görüş alanını kısması ve seksin derinliğinden ve görkeminden sakınmak zorunda bırakılması kadar öfke verici bir şey olabilir mi? Böyle bir sözleşme başarısızlıktan başka neyle sonuçlanabilir? Bu da evliliği aşktan ayıran bir özelliktir.
Artık işlek bir çağdayız. Romeo ve Juliet'in aşkları uğruna babalarının zulmünü göze aldığı, Gretchen'ın aşk için kendini komşuların dedikodusuna maruz bıraktığı günler geride kaldı. Gençler kendilerini romantizmin lüksüne kaptırdığında, mantıklı düşünecek hale gelene kadar büyüklerin gözetimi altında tutulur.

Kızlara telkin edilen ahlaki ders, erkeğin kızın aşkını uyandırıp uyandırmadığı değil, "kaç para" sorusudur. Amerikan hayatının temel problemleri: Erkek geçimini sağlayabiliyor mu? Karısına bakabilecek mi? Bu evliliği haklı gösteren tek şeydir. Zamanla bu sorular kızın düşüncelerine egemen olur. Artık kız ay ışığını ve öpücükleri ya da kahkahaları ve gözyaşlarını değil gezileri ve alışveriş mağazalarını düşünmeye başlar. Bu ruhsuzluk ve çirkinlik evliliğin doğasında vardır. Devlet ve kilise evlilikten başka bir tür ilişkiyi onaylamaz. Çünkü evlilik devletin ve kilisenin erkek ve kadın üzerinde egemenlik kurmasını sağlayan tek kurumdur.

Şüphesiz aşkı, paradan üstün tutan insanlar da vardır; özellikle geçimini tek başına sağlayan kadınların bulunduğu gruplar. Kadınların çalışmaya başladıklarından bu yana çok uzun zaman geçmediğini düşünürsek kadının durumundaki bu değişiklik gerçekten de büyük bir olgudur. Altı milyon maaş alan kadın; sömürülme, soyulma, eyleme gitme ve hatta açlıktan ölmek konusunda erkeklerle eşit hakkına sahip altı milyon kadın. Dahası mı? En fazla zekâ gerektiren işten maden ve yol işçiliğine ve hatta dedektifinden polisine kadar hayatın her alanında altı milyon maaş alan kadın. Açıkçası kurtuluş gerçekleşti.

Ama bununla beraber maaş alan bu geniş kadın ordusundan çok azı, işe, erkekler gibi sürekli bir konu olarak bakar. Erkek ne kadar ihtiyarlıktan tiridi çıkmış halde olsa da, bağımsız olması ve kendi geçimini sağlaması ona öğretilmiştir. Şu anki ekonomik süreçte hiçbir insan tam anlamıyla özgür değildir; ama yine de, en fakir insan olsa bile bir asalak olmaktan ve de öyle bilinmekten nefret eder.

Kadın işini, ilk evlilik teklifinde kenara fırlatılacak geçici bir süreç olarak görür. Bu nedenle kadınları örgütlemek erkekleri örgütlemekten daha zordur. "Neden bir sendikaya katılayım ki? Nasıl olsa evleneceğim ve bir evim olacak." Çocukluktan itibaren kadına onun mutlak amacının evlilik olduğu öğretilmiştir bir kere. Kadın bir süre sonra evinin, fabrika kadar büyük bir cezaevi olmasa da, daha sert parmaklıkları ve kapıları olduğunu anlar. Bu evin, gözünden hiçbir şey kaçmayan bir gardiyanı da vardır. İşin en acıklı tarafı ise ev hayatının, kadını kölelikten bir daha kurtaramayacak olması, sadece onun sorumluluğunu arttırmasıdır.
"İş, maaş ve nüfus yoğunluğu" hakkındaki bir istatistiğe göre çalışan kadınlardan %10'u evli bunlar dünyanın en düşük ücretli işlerinde çalışmaya devam etmek zorunda. Bu korkunç manzaraya ilaveten ev işlerinin angaryası. Korunma ve ev hayatının görkemi nerede? Orta ekonomik sınıftaki kadınlar bile evlendiğinde evinde söz sahibi olamaz, çünkü kadının sınırlarını belirleyen bir erkek vardır. Kocasının bir hayvan mı yoksa sevgili mi olduğunun hiç önemi yoktur. Vurgulamak istediğim, evliliğin kadına sadece kocasının gölgesinde bir ev hayatı sunduğudur. Kadın, insan ilişkileri ve hayata bakışı çevresi kadar daralıp körelene kadar, kocasının evinde dolanır durur.

Büyük bir olasılıkla bir tantanacı, kavgacı, dedikoducu ve dayanılmaz biri olup çıkacak ve kocasını evden kaçmanın eşiğine getirecektir. Kadın istese de gidemez; çünkü gidecek yeri yoktur. Dahası, kısa süreli bir evlilik dönemi -bütün hakların teslim edilmesi- kadını dış dünyayla olan ilişkilerini yeteneksiz hale getirmeye yeterlidir. Artık rüküş ve sakarın biri olup çıkar. Kararlarında bağımlı, yargılarında ürkek ve erkeğin nefret edeceği kadar şişman. Hayatı çekilebilir hale getiren ne kadar da hoş bir tablo, değil mi?

Peki, evlilik olmadan çocuk nasıl korunacaktır? İşte evliliğin ikiyüzlülüğü. Evlilik çocuğu koruduğundan şu anda binlerce çocuk sefil ve evsiz. Evlilik çocuğu koruduğundan yetimhaneler tıklım tıklım dolu. "Çocuklara Yapılan Zulmü Engelleme Örgütleri" bu yüzden, onları şefkatli anne ve babalarından kurtarmak için harıl harıl çalışıyor. İşte evlilik!
Evlilik atı su kenarına getiriyor ama atın su içmesine izin vermiyor. Çocuğuna zulmeden bir baba tutuklanıp mahkûm elbiselerini giyebiliyor ama bu çocuğun açlığını bastırabiliyor mu? Eğer babanın işi yoksa ya da baba kimliğini saklıyorsa evlilik ne yapabilir ki? Adalet, babayı kapalı kapılar arkasına koyduğunda onun işi çocuğa değil devlete gidiyor. Çocuğun payına düşense yediği dayakların ufak bir hatırası.

Kadının korunması meselesinde ise evliliğin uğursuzluğu hemen karşımıza çıkar. Aslında evlilik kadını korumadığı gibi hayatına yapılan bir hakaret ve insan onurunu göz ardı eden bir eylemdir de. Bunlar, sanırım bu parazit kurumun ne olduğunu ortaya çıkarmada güçlü deliller.

Aslında evlilik de -kapitalizm gibi- ataerkil bir kurumdur. İnsanın doğuştan getirdiği haklarını elinden alır, gelişimini engeller, vücudunu zehirler, kişiyi duyarsız, sefil ve bağımlı yapar ve kişinin kendine olan saygısının son izlerini de ortadan kaldırır.

Evlilik kurumu kadını mutlak olarak bağımlı ve parazit biri haline getirir. Yaşam mücadelesini köreltir, sosyal bilincini yok eder, hayal gücünü felç eder ve sonra da aslında bir tuzak olan korumasını sunar.

Eğer annelik kadın doğasının en iyi şekilde ortaya çıkarılmasıysa aşk ve özgürlükten başka nasıl bir korunağa ihtiyacı olabilir? "Bana uyduğun takdirde yaşamını sürdürebilirsin" gibi laflar kadınlara söylenmiyor mu? Kendini satarak annelik hakkını elde etmeyi reddederse kadın aşağılanmıyor mu? Evlilik -gizliden gizliye nefretle de olsa- sadece anneliği tasvip etmiyor mu? Eğer annelik özgür seçme hakkından, aşktan, zevkten ve ateşli bir tutkudan mahrumsa yapacağı şey masum bir insanın başına belalar açmak ve alnına kandan harflerle "piç" yazmak. Evlilik iddia edilen bütün erdemlere sahip de olsa, anneliğe karşı işlediği suçlar onu sonsuza kadar aşkın büyüsünden mahrum bırakıyor.

Aşk, insan hayatının en güçlü ve en derin elementi, umudun, sevincin ve zevkin müjdecisi; aşk bütün kanunların ve geleneklerin en azılı düşmanı; aşk, insan kaderinin en güçlü belirleyicisi... Nasıl olur da böyle itici bir güç devletle, kiliseyle ve onun sonucu evlilikle eş anlamlı olabilir?

Özgür aşk? Aşk hiçbir şey değildir, özgürdür. İnsan "beyinleri" satın alabiliyor ama dünyanın parası bir araya gelse aşkı satın alamıyor. İnsanoğlu vücutları yatıştırılabilmiştir ve aşkı yatıştıramamıştır. İnsanoğlu bütün ulusları boyunduruk altına alabilir ama bütün ordular bir araya gelse aşkı boyunduruk altına alamaz. İnsanoğlu ruhları zincire vurmayı başarmıştır ama aşk önünde eli ayağı bağlanır. İnsan, altınların ona kazandırdığı görkeme ve büyüklüğe rağmen aşkı yakalayamadığında fakir ve haraptır.

Ama onunla, küçücük bir kulübe bile sıcaklık, hayat ve renk doludur. Yani aşkın gücü bir dilenciyi kral yapabilir. Evet, aşk özgürdür; başka hiçbir atmosferde yaşayamaz. Özgürlükte kendini teslim eder. Evrenin bütün mahkemeleri ve yasaları, bir kere kök salıversin, aşkı topraktan sökemez. Toprak verimsizse, evlilik nasıl onu kullanılabilir hale getirir ki?
Aşkın korunmaya ihtiyacı yoktur; çünkü o kendi korumasıdır. Aşk yaşamın doğal bir sonucu olduğunda, hiçbir çocuk yalnız ve aç kalmaz, sevgi arayışı içinde çırpınmaz. Bunun doğru olduğunu biliyorum. Sevdikleri adamlar sayesinde -özgür olarak- anne olan kadınlar tanıyorum. Evlilikte pek az çocuk özgür anneliğin verebildiği bakım, koruma ve sadakatten yararlanabilir.

Otorite sahipleri, özgür annelik onları avlarından mahrum bırakacak endişesiyle ondan korkarlar. Kadın, çocukların eşit yetiştirilmemesine karşı çıkarsa kim polis ya da gardiyan olacak, kim zenginliği oluşturacak. Bu akış korunmak zorunda, kadın bir makineye dönüştürülse bile. Ve evlilik kurumu kadının tehlikeli seks duygularına karşı tek güvencemiz. Ama bir bağlılığı sürdürmeye çalışan bu çabalar boşuna. Kadın artık "fakirliği ve sefaleti ortadan kaldıracak gücü ve ahlaki cesareti olmayan hasta, zayıf ve ezilmiş bir insan üretilmesine" ortak olmak istemiyor. Onun istediği evliliğin yüklediği bir nefretle değil; aşk ve özgür seçimle büyütülmüş daha az sayıda ve daha iyi çocuklar. Sahte ahlakçılarımız çocuğa karşı sorumlulukların ve aşkın ancak özgürlükte kadının göğsünde uyandığını öğrenseler iyi olur. Zaten, anneliğin görkemi sadece özgürlükte ortaya çıkar, bunun aksi ölüm kokan bir atmosferdir. Gerçek bir anne çocuğuna varlığının verebildiği en iyi en derin şeyleri verir; çocukla beraber büyümek onun ilkesidir ve ancak bu şekilde gerçek erkeklik ve kadınlığın ortaya çıkabileceğini bilir.

Ibsen, Bayan Alving'in portresini ustaca yaptığında, özgür bir anneyi tasavvur ediyordu herhalde. O, ideal bir anneydi, çünkü evliliği ve onun bütün korkularını aşmış, zincirlerini kırmış, ruhunu yeni ve güçlü bir kişiliğe dönüşene kadar serbest bırakmıştı. Ne yazık ki, yaşam sevincini -Oswald'ını- kurtarması için çok geçti; ama özgürlükte yeşeren bir aşkın, güzel bir hayatın tek koşulu olduğunu anlaması için çok geç değildi. Bayan Alving gibi ruhi uyanımları uğruna gözyaşlarını ve kanını ödeyenler evliliği bir yaptırım, sığ ve boş bir şaka olarak görürler. Onlar, aşkın hayatın çok kısa bir dönemi içerisinde mi yoksa sonsuza kadar mı sürdüğünü ve aşkın yeni bir ırk ve dünya oluşturmak için tek yaratıcı ve ilham verici güç olduğunu da bilirler.

Mevcut cüce devletimizde, aşk gerçekten birçok kişiye yabancıdır. Yanlış anlaşılan ve gizlenen bu duygu, çok nadir kök tutar ya da tutsa bile kısa bir süre içerisinde çekilir ve ölür. Onun zarif yapısı, günlük akışın stresine dayanamaz. Onun ruhu, toplumsal yapımızın zayıf görünümüne uyum sağlamak için çok komplekstir. Ona ihtiyacı olanlarla beraber ağlar, inler ve acı çeker fakat zirveye ulaşmak için yeterli güce sahip değildir.

Bir gün gelecek, öyle kadın ve erkekler canlanacak ki dağın zirvesine ulaşacaklar ve bu özgür ve güçlü insanlar aşkın altın ışıklarında güneşlenebilecekler. Hangi hayal gücü, hangi şairane zekâ kadın ve erkek hayatındaki böyle bir kuvvetin getireceklerini görebilir? Eğer dünya gerçek beraberlik ve eşitliğine olanak tanırsa işte o zaman asıl kuvvet evlilik değil aşk olacak.

Çeviren: Volkan TAMER

Kaynak: Kaos GL, Mart–Nisan 2002, Sayı 10




Etiketler:
İstihdam