23/01/2007 | Yazar: Kaos GL

"Nezaket değil, metafor değil; Bülent Ersoy bu memlekette tek! Yıllar içinde cümle âlemin önünde önce kadınlığını, sonra da iktidarını inşa etti; homofobikler diyarında 'ablalığını' ezberletti. Bu inşaat kaçak mı, temeli bataklık mı; mütemadiyen yokluyoruz. Gözümüzü alamıyor, anlamak istiyoruz. İçeride neler oluyor?" Pınar Öğünç'ün kaleminden.

"Nezaket değil, metafor değil; Bülent Ersoy bu memlekette tek! Yıllar içinde cümle âlemin önünde önce kadınlığını, sonra da iktidarını inşa etti; homofobikler diyarında 'ablalığını' ezberletti. Bu inşaat kaçak mı, temeli bataklık mı; mütemadiyen yokluyoruz. Gözümüzü alamıyor, anlamak istiyoruz. İçeride neler oluyor?" Pınar Öğünç'ün kaleminden.

KAOS GL

Pınar Öğünç

Kadınlığın şahikasına transit geçiş

Bir belgesel izler gibi bakıyoruz ona, sanki karşımızda başka bir canlı türü, bilmediğimiz bir uygarlığın civarımızda hayat kurmaya gayretlenen tek temsilcisi... Hem aramıza kaynayabilmek için kendini bize benzetiyor biraz, hem başkalığını gözümüze gözümüze sokuyor, kendisinin altını çiziyor; perdesi hiç kapanmayan bu sahneden kafamızı çeviremiyoruz. Nasıl gülüyor, nasıl sinirleniyor, nasıl giyiniyor, nasıl âşık oluyor, nasıl sevişiyor, merak ediyoruz. Sonra sahneye tezahürat... Biz dediğimiz de yekpare bir şey değil ki...

Biricik bir ayarsızlık

Kendi ismi ve 'cinsiyet change'den sonra seçtiği, gerçeğinden daha gerçek soyadıyla bir halin, bir vakıanın tarifi Bülent Ersoy. Nezaket değil, metafor değil: Tek. Menfi tezahürata alelacele, neredeyse korkuyla eklenen, ölçüm cihazlarının imtihanından teklemeden geçmiş gırtlağı mı sadece onu biricik yapan? Göğüs çatalı televizyon camlarını delen gerdanına mikrofonsuz koca elini vura vura, bir zikir anına dönüştürerek okuyuşu mu yoksa? 'Halk' demeyi bile kabalık sayıp, saray lugatından çıkmayan kelimelerle cümle kurmazken, halkın önünde 'becermek'li, 'motör'lü, 'sürtünme'li, ana caddelerin bile değil ara sokakların söz dağarcığına onu apansız zıplatan ayarsızlığı mı? 'Allahü teala'dan icazet almadan su içmeye yeltenmeyen bu iffetli kadının, en erkek yanıyla bir sokak hergelesine dönüşüp genç oğlanlara tatlı bir edepsizlikle kıkırdamayı da bilmesi mi? Dünya malından geçmiş görünürken, ederinde sıfırı kesmeyen mücevher takmayışı, 'bekâretini bozduğu' kıyafetlerini ikinci kez, rengi hiçbir tabii kartelada yer almayan tenine değdirmeyişi mi? Yasaklanmasının hakiki sebebi ne olursa olsun, o dönemin müsebbibi Kenan Evren'e 'Paşa'dan gayrı hitaba az kişinin çeperi yeterken, esip gürleyebilmesi mi? Bu gezegenden geldiği gibi gitmemeye, homofobik olmakla kalmayıp bununla gurur duyan, gündüz küfür saydığını gece yapan bu ikiyüzlü insanlar ülkesinde, herkesin önünde yaşamaya yüreğinin yetmesi mi?

Onu tek kılanlar her daim mebzul miktarda magazin malzemesiydi, fakat 2005'in ortalarından bu yana magazin gündemine bomba gibi düşmediği günü yok Bülent Ersoy'un. Ucu 'altı ok'a uzanan yasağının kaldırılış hikâyesi, müphem nişanlılar, vatani hizmet muamması, eski kocalar, yeni aşklar... Hepsine alışık olmadığımız bir cengâverlikle karşı duruyor, dilinde aruz vezniyle yarattığı mavi kanla, sokağa meyilli fevriliği arasında cevabını yapıştırıyor.

Yakın tarihte gelinen nokta şu: Kocalarını işe yollayıp, hayatlarının macerası olarak sabah kadın programlarına seyirci giden kadınlara, alenen 'Oğlunuz olsa Bülent Ersoy'a verir misiniz?' diye soruluyor. Eski koca Cem Adler ve validesi Fatma hanım kanal kanal gezerek, genç oğlanları labirentine atan mitolojik bir varlık olarak Bülent Ersoy'dan, onun cehenneminden bahsediyor.

Bu düşülmüş tuzaklar edebiyatı fondaki el ense görüntülerine resimaltı olamıyor; bu biçare anneyle oğlunun başına ne geldi anlaşılamıyor. Esas kadının his yelpazesine ise pek uzağız.

'Ben kız değil, oğlanım'

9 Haziran 1952'de Zeynep Kamil Hastanesi'nde Bülent Erkoç olarak doğdu. Bankacı anne-baba, udi dede... Daha üç yaşında, her notayı hakkıyla basarak okuyabildiğini söylüyor sonra. Âdet yerini bulsun diye Haydarpaşa Ticaret Lisesi'ne başlıyor, ama bir yandan gittiği Kadıköy Musiki Derneği asıl hayatına yön veren.

Derneğin kurucusu Rıdvan Aytan ve Melahat Pars'tan dersler alıyor, ki istidadına aile de ses etmediğinden devamı İstanbul Belediye Konservatuvarı'yla geliyor. 70'lerin başlarında cemiyette daha fazla vakit geçirmeye başlıyor. Şansı yaver gidince ilk plak anlaşması...
1974'te Fahrettin Aslan ve Müzeyyen Senar'la tanışma bir köşe başı: "1974'te biri bana 'Size plağımı getirdim' dedi. 'Kızım, şöyle otur' dedim, 'Ben kız değil, oğlanım' dedi. 'Peki' dedim. Plağını koydu, 'İnşallah, bir gün bir şey olursun' dedim, gitti. Altı sene sonra Fahri bey dedi ki, 'Birini dinleteceğim sana, beğenirsen Maksim'e alacağım.' Dede Efendi filan okudu, 'Harika' dedim ve bunun üzerine Bülent, Maksim'de söylemeye başladı. Güzel okuyordu, ama aynı bendi. Sonra baktım, bağırıyor, yırtıyor kendini, sesini bir şeyler yapıyor, ben olmaktan çıkmış."

Hürmetini hiç eksik etmese de, Ersoy'un asla yaranamayacağı bir ağır top da Zeki Müren'di. Kendisinin kulağına bile gelmiş, yüzüne çaktırmasa da arkasından 'Allah şu Japon'un canını alsa' dermiş.

Bu üçlüye Cemal Süreya'nın yorumunu ekleyelim:
"Son 40–50 yıllık evre içinde tek doğurgan ses Müzeyyen Senar'dır. Zeki Müren onun parıltılı çocuğu, Behiye Aksoy hayırsız kızıdır. Bülent Ersoy'a gelince, ona da Müzeyyen Senar'ın mafya ile birleşmesinden doğmuş, gizlice ama özenle büyütülmüş yasadışı çocuğudur diyebiliriz."

Milada doğru

Daha çocukken, annesi evde olmadığında onun elbiselerini giyer, pürmakyaj, elinde sigara, ayna karşısında 'kadıncılık' oynarmış. Kendisinin 'milat' diye tanımladığı operasyon öncesinden 'erkekçilik' oynadığı filmler var zihinlerde. Gülşen Bubikoğlu'na mahcubiyetiyle kur yapan dal gibi bir oğlan... 34 beden takım elbisesinin içinde Maksim sahnesinde seyirciden aldığı gülleri koparıp kendi başından aşağı döken başka bir tür assolist...

Efemine bir kibarlıkla ayarsız bir delikanlılık arasında, ama eşcinselliğini hiç gizlemeden gazino sahnelerinde yıldızlaşmışken, 80 Eylül'ünde adı ilk kez adli bir vakaya karıştı. Kendisi 'iş kazası' diyor, gazeteler 'aç aç'lara dayanamadı yazıyor; İzmir Fuarı'nda sahnede hormonu yeni zerkedilmiş memelerini gösteriverince soluğu nezarethanede aldı. Üzerine bir de 12 Eylül... 19 Eylül'de Buca Bölge Cezaevi'ndeki 48 günlük hapisliği başladı. 'Karafatmanın Sarayı' adlı kitapta Türkiye'deki cezaevi anılarını yazan Daniel Koplowitz, onun önce 'Sapkınlar Koğuşu'na konmak istendiğini sonra 'Kadınlar Koğuşu'na gönderildiğini, ancak tepki gelince tek başına spor salonuna kapatıldığını anlatıyor. Orada olduğu müddetçe hapishane onun şarkılarıyla yankılanmış...

Milat, 29 yaşındayken, 14 Nisan 1981'de, Londra'da Charing Cross Hastanesi'nde üç buçuk saat süren bir ameliyat sonrasında gerçekleşti. O tarihe kadar cinsiyet değişimi, vajina estetiği, kadınlık hormonu pek uluorta kullanılan isim tamlamaları sayılmazdı. 10 gün sonra kadın olarak döndü, ama İstanbul Haseki Hastanesi'nden alınan rapora rağmen pembe nüfus kâğıdını kullanması o kadar kolay olmadı. Sekiz yıllık yasaklı dönemi, soruşturmacı magazinci Can Tanrıyar vesilesiyle aydınlandı ki, İstanbul Valiliği'nin verdiği kararın arkasında başka gazinoya gidişini cezalandırmak isteyen Fahrettin Aslan vardı.
Arada aynı dönemin başka yasaklısı Deniz Baykal lüzumsuz heyecanlandı. Ersoy'un sahnesiz, parasız ve intihara teşebbüs ettiği bu dönemi Turgut Özal'ın bir katakullisiyle sonlandı. Semra Özal'dan devasa bir çiçek yollanmıştı o ilk gecesinde gazinoya...

Sefam olsun

Özallardan icazet alınmış, hissen, fiziken ve hukuken kadınlığın önünde bir mani kalmamıştı. Bundan sonrası dişiliğin göze kakıldığı, ilk plağında Itri Efendi'den segâh yörük semai, ilk sahnesinde 'Tuti-i Mucize' okuyan sıska gencin, 'Ablan Kurban Olsun'a, 'Sefam Olsun'a, velhasıl külliyen başka bir makama geçtiği 90'lar...

Marmaris'te koy, kiralamaya dozer, Osmanlı yakutlu yüzük, safir taşlı cep telefonu, vizonlar, çinçilalar, genç sevgililer, can çekince uçakla İzmir'den boyoz getirtmeler, çeyrek asırlık 'kanka'sı Oya Erdoğan'la geceleri çakırkeyif gezmeler, hedonizmin, gayet samimi 'sefam olsun'un dibine vurmalar... Arka fonda sabah namazları, tüylü tuvaletler içinde vecd ile okunan ezanlar ve hatta mehter marşları...

Ebru Gündeş'in genç doğurmuş annesi

Önce kadınlığını, sonra iktidarını inşa etti Bülent Ersoy. 2000'lerin başında repertuvarında yine geldiği makama döndü, ama televizyon kişiliği denemeleriyle biraz kendi kazdığı kuyuya düştü. İnşaatında kullandığı her tuğla tetkikteydi artık, bu tür sahnelerin tezahüratı başka oluyordu. Film geriye sarıldı, her didiklemeden yeni bir magazin bombası çıkarıldı.

Bu arada, şahsi güvenin doruklarında, kadınlığın şahikasına ulaşıyordu. Popstar Alaturka'nın ortalarında bir yerde, tam bir alicengiz oyunuyla bir daha bıçak altına yattı. Bir-iki çuval sabunluk yağdan kurtulduğunu biliyoruz, ama cildini birden pürüzsüzleştiren, onu külliyen güzelleştiren, Ebru Gündeş'in genç doğurmuş annesi gibi iki yan koltuğa oturtan neydi, emin değiliz. Orhan Baba'nın anlamazlıktan gelişlerine rağmen o işveli 'sürtünmeleri', gerçekten yarışmacı Armağan'a duyduğu aşkın zaptedilemez heyecanından mıydı?

Onun hakkında ne kadar çok bilsek de, bilmediğimizi aşamıyoruz. Gözlerimizi faltaşına çeviriyor, garipsiyoruz da, irkiliyoruz da, ama hakikaten anlamak istiyoruz.

Tüm bunlar olup biterken sahnede o ne hissediyor, oradan aşağısı nasıl görünüyor?.. "Adam hep solda yatar, ben hep sağda yatarım ki besmeleyle sağdan kalkayım. Sonra ilk işim baş ucumda duran rujumu sürmek olur" dese de, onu makyajsız görme arzumuzdan kendimizi kurtaramıyoruz. Hayatını bu ülke insanlarının ikiyüzlülüğüne rağmen inşa ederken ve hâlâ dozerli yıkıma direnirken ne hissettiğini bilmek istiyoruz.
İnşaat kaçak mı, temeli bataklık mı, granit mi; bizi ilgilendirmez. Biz dediğimiz de yekpare bir şey değil ki Bülent Hanımefendi...

Kaynak: Radikal Cumartesi, 22 Ocak 2007

*Konuyla ilgili diğer haberler:

[[Dokunmayın Bülent'e]]

[[Bülent Ersoy'u ele almak]]

[['Normal'in sapkınlığı karşısında 'anormal']]


Etiketler: insan hakları
İstihdam