19/08/2016 | Yazar: Deniz A
Bölge fotoğrafçıları, Dünya Fotoğrafçılık Günü için sokağa çıkma yasağının olduğu yerde fotoğraf çekmenin hislerini ve zorluklarını KaosGL.org muhabiri Ateş Alpar’a anlattılar.
Bölge fotoğrafçıları, Dünya Fotoğrafçılık Günü için sokağa çıkma yasağının olduğu yerde fotoğraf çekmenin hislerini ve zorluklarını anlattılar.
Fotoğraf: Sertaç Kayar
Savaşın birçok anına tanıklık eden fotoğrafçılardan; Sertaç Kayar (Reuters), Aylin Kızıl (NarPhotos), İlyas Akengin (AFP), Selmet Güler (Ro-Graf) ile bölgede sokağa çıkma yasaklarının olduğu yerde fotoğrafçılık yapmanın nasıl bi’ duygu olduğunu, neler hissettiklerini; fotoğraf çekerken ne gibi zorluklarla karşılaştıklarını, yerel halkın ve devlet güçlerinin davranış ve tepkilerini, bölgede tutuklanan birçok muhabire dair neler düşündüklerini ve son olarak sokağa çıkma yasağının olduğu noktalarda çalışırken unutmadıkları anlara ve olaylara dair konuştuk.
Sertaç Kayar: Böylesi şartlarda fotoğraf çekmenin pek iç açıcı olmadığını söyleyebilirim. Yasak ve çatışmalar döneminde çalışma koşullarının ağırlığı bir yana karşılaştığımız manzara karşısında çoğu zaman ellerimiz titreyerek deklanşöre basıyorduk, bazı zamanlarda yaşanan onca acı karşısında göz yaşlarımızı vizöre bakarak kapatıp öyle çekmeye çalışıyoruz. Fotoğraf çeken iyi bilir, çekerken adeta karenin içine girip o anı hissedip hissettiği şekilde de kamuoyuna hissettirmeye çalışır. İyi fotoğraf öyle olur diye düşünüyorum. Onun için bu süreçte o kadar çok acı, yıkım, kan ve gözyaşına tanık olduk ki... O kadar çok hikâye ile karşılaşıp ve o kadar çok hayatlara dokunduk ki biz de o anların bir parçası oluyoruz. Mesele çektiğim her fotoğrafa baktığımda çekilme anını ve o anda hissettiğim duyguyu aynı şekilde hissedebiliyorum. Durum böyle olunca o anda çekmekle de sınırlı kalmıyor ve her arşive göz attığımda aynı duyguyu yaşattığı için kalıcı bir ruh hali bırakıyor insanda. Bende bıraktığı en büyük iz sessizlik oldu. Yani konuşmak yoruyor. Bir diğeri de kalabalık ortamlar boğucu gelmeye başlıyor. Onun için Her kare bir hayata ve her hayat bir acıya işaret ettiği için hissettirdiği duygu da doğal olarak ona denk düşüyor...
Bölgede gazetecilik yapmak her geçen gün daha da zorlaşıyor
Yasak zamanlarında bir taraftan canımızı korumaya çalışırken bir taraftan da fotoğraf çekerek işimizi yapmaya çalışıyorduk. Çoğu zaman ölümden döndük. Mesela Sur yasağı zamanında sık sık yaşanan patlama sırasında şarapnel parçası kafamın üstünden geçip bir iş yerine isabet etti. Benzer durumlar çok oldu. Bir keresinde de fotoğraf makinesinde uzun zoom (70-200) vardı. Fotoğraf çektiğim sırada bir polis 'Uzaktan roket sandım' dedi. Onun öyle demesi ile korkup bir daha onu kullanmadım. Zira daha kötü bir sonuç çıkabilirdi. O süreçte her taraftan kurşunlar ve şarapnel parçaları uçuşuyordu. Bir diğeri de engellenmemiz. Çoğu zaman çalışmamıza izin verilmiyordu, engelleniyorduk. Onun için bazen gizli çalışmak zorunda kalıyorduk. Öyle olunca da riskli oluyordu tabi. Çoğu zamanda çektiğimiz fotoğraflar zorla sildiriliyordu. Bir keresinde yine Sur'da çektiğim 4 kare fotoğraf yüzleri kapalı özel harekat polisleri tarafından dizime silah dayandırılarak zorla sildirildi. Çekmemiz istenmiyordu. Fotoğraf makinası adeta bir silah olarak görülüyor ve onu kaldırdığınız anda anında etrafınız sarılıyordu, 'Ne çektin, neden çektin, bizi mi çektin, niye çektin, kime çekiyorsun?' vs gibi sorular soruluyordu. Halkın tavrı daha farklıydı. Yaşananlar karşısında "Sesimizi duyurun" deyip çekmemiz isteniyordu ve yardımcı oluyorlardı. Bazen yapılan yalan/yanlış haberler bizi de zor durumda bırakıyordu. Halk nezdinde bir güvensizlik oluşuyordu ve her çektiğimizde 'Doğruları söyleyeceksiniz değil mi?' diye soruyorlardı. Yasak kalktığı sürelerde enkaza dönen evleri çekerken herkes "lütfen benim evimi de çekin görülsün duyulsun" diyorlardı. Yani yaşadıkları karşısında bizi bir umut olarak görüyorlardı ve bu da yükümüzü daha da ağırlaştırıyordu.
Maalesef bu süreçte kafasına silah dayanılan gazeteciler, makinesi alınan, kırılan, darp edilen gözaltına alınan, tutuklanan çok meslektaşımız oldu. Mesleklerini icra ederken karşılaşmadıkları zorluk kalmıyor. Hatta öyle ki iki kere mağdur ediliyorlar. Çünkü yaşananlar karşısında yaşadığımız psikolojik travma ve bunun yanında da engelleme, baskı vs daha da katlanılamaz bir ruh haline koyuyor. Savaş sürecinde en çok gazetecilerin korunması gerekirken, tam tersi hedef haline getiriliyoruz. Oysa herkesin haber alma hakkı ve özgürlüğü vardır. Kim olsun herkesin, bir gün yaşayacakları karşısında sesini duyuracak bir gazeteciye ihtiyacı olacaktır. Şimdi belki çok anlam ifade etmez ama eminim yıllar sonra çektiğimiz bu fotoğraflar bu sürece ışık tutacaktır diye düşünüyorum.
Her acı aynı yerden hissettirir kendini onun için azı ya da çoğu olmaz, can acıtır her haliyle... En çok etkileyen ve unutamadığım Cizre oldu. Yasak kalkar kalkmaz gittik ve mahallelere girmemizle cenaze kokularının yüzümüze vurması bir oldu. Öyle ki girdiğimiz ilk evde sandıktan bir cenaze çıkarıldı. Yine yüzlerce insanın yaşamını yitirdiği bodrumlara girdiğimizde karşılaştığımız manzara karşısında insanlığımızdan utandık. Evleri harabeye dönen insanların yüzündeki ifade ok gibi saplanıyordu. Herkes bodrumda ölen çocuklarından geriye kalan bir şey bulma çabası içindeydi. Ve saatlerce orada oturup bekleyenler oldu. Orada karşılaştığım manzara karşısında çok etkilendim ve ağladım. Gözyaşlarımı da makinenin vizörüne bakarak kapatmaya çalışıyordum. Unutamadığım an'lardı.
Dilerim bu süreç tersine döner ve daha fazla acılar yaşanmadan barışçıl bir süreç başlar...
Fotoğraf: Aylin Kızıl
Aylin Kızıl: Duygusal olarak zorlandığım ve kendimi güvende hissetmediğim, gerildiğim zamanlar çok oldu. Çekim yapmakta zorlandığım zamanlarda belgelemenin önemli olduğunu bunun için orada olduğumu söylüyorum kendime. Görüntü devlet güçleri başta olmak üzere hemen herkesi tedirgin eden bir şey artık. Çoğu zaman yıkıntı görüntülerine yenisini eklemekten öteye gidemediğimizi, sürekli bu görüntüleri üreterek normalleştirdiğimizi hissetsem de fotoğraflamanın gerekliliğini, bunun sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum. Gazi caddesinde yasağın ilk kalktığı dönemde fotoğraf makinesiyle giremiyorduk. Ardından bu kontrollü bir hale geldi. Yani giriyordunuz ama takip/tehdit edilerek, potansiyel bir ‘suçlu’ olarak. Bu durum devam ediyor, keyfi uygulamalar çok fazla. Nusaybin’de mahallelilerin büyük çoğunluğu hasar tespit komisyonundan biri olduğumu düşünerek yıkılan yerleri belgelememi istemişti. Fotografçı olduğumu öğrenince de tepkiler değişmedi.
Yaşadıklarını paylaşmak aslında sadece dertleşmek, görünür olmak, dinlenmek, içini dökmek istiyordu herkes. Sur’da ‘Çekin herkes görsün’ diyenler de vardı ‘bizi bu hale düşürenlere halimizi gösterip sevindiriyorsunuz’ diyenler de. Fotoğraf çekerken dahi öyle farklı duyguları yoğun yaşıyorsunuz ki çatışmalı ortamı soluyan her insanın değişken tepkileri bu durumun ‘normali’ haline geliyor. Devlet güçlerinin minarelerden yaptığı ‘evinizden çıkın’ anonsundan sonra Sur’daki çıkışlarda evini taşıyan Rojava’lı bir adam ‘evimizi 2.defa böyle terk ediyoruz’ demişti. Kaderin ve zulmün ortaklığını çok yoğun hissetmiştim. Yaşananların çok azı fotoğraflanabildi, şehirler/mekanlar birbirinden farklı olsa da yaşanan yıkım ve zulmün fotoğrafları çok benziyor birbirine. Anlatmanın/fotoğraflamanın başka biçimlerini zorlamak elbette ki önemli, gerekli. Şuan ‘kısmi’ denilen yasaklar devam ederken gazetecilerin, fotografçıların, basın emekçilerinin çalışması her geçen gün zorlaşıyor. Değişen gündem içinde bölgede çalışırken tutuklanan gazetecilerin gündem olabilmesi ise maalesef oldukça sınırlı kalıyor.
Fotoğraf: Selmet Gürel
Selmet Güler: Bütün şehirlerde savaştan arta kalanları çekiyordum. Arta kalanlar ise hep yıkımdı. Yıkık evler, yıkık binalar, moral yıkımı, psikolojik yıkımlar, yaşamsal yıkım ve en önemlisi de geleceğe dair umut yıkımı olumsuz yönde beni de yıkıyordu. Sahada çalışırken çoğu zaman fotoğrafçı kişi bunu pek fark etmeyebiliyor. Eve gelip fotoğraflara tek tek bakıldığında fotoğrafçı Kevin Carter’in çektiği Afrikalı çocuk ile ölümünü bekleyen kartal fotoğrafı gibi asıl acıyı yaşıyordum.
Zorluklar iki yönlüydü. Biri polis ve askerlerin yıkıp darmadağın ettiği yerlere karşı fotoğrafa bakışları, diğeri ise halkın tepkisi… İnatla, dirençle bir şekilde asker ve polisler aşılıyordu, halkın verdiği tepkilerde ya da dert yandıkları yerlerde tıkanıyordum. ‘Yeni mi geldiniz? Bu kadar ölüm ve yıkımdan sonra yaptığınız artık ne işe yarar?’ gibi sorular bende cevapsız kalıyordu. Aylarca yemeksiz, susuz kalmışlardı soru soran kişiler. Yerde yaralı ya da ölü yatan yakınlarının çığlıklarına koşamamışlardı, ölüm anında dahil yaralılarının ‘su’ deyişleri havada kalmıştı. En önemlisi de kendileri için değil yaralıları için imdatları hep cevapsız kalmıştı. Ve biz fotoğrafçılar ilk gidenlerdik yani haklı çığlıklarına ilk maruz kalanlar. Verecek hiç bir cevabım yoktu. Bu gibi durumlarda hep sessizliği tercih ettim. Çünkü haklıydılar. Bir arkadaşın dediği gibi bir akvaryuma bakar gibi onlara hep dışarıdan bakmıştık.
İkinci sokağa çıkma yasağından sonra iki fotoğrafçı arkadaşla sabah saat 7’de Silvan’a gitmiştik. Güneş ışınları harabeye dönmüş mahalleye daha yeni vurmuştu. Sokaklara girdiğimizde bizden başka kimsenin olmadığını farkına varmıştık. Koca mahalle bomboştu. Elek gibi delik deşik evlerinin arasında geziyorduk. Şaşkındık. Bu denli bir savaşa dönüşeceğini hiç düşünememiştik çünkü. Mahalleyi görür görmez düşlerimiz bizleri savaş zamanı eski Beyrut’a ve yanı başımızda Suriye’ye götürüyordu. Duvarları birbirlerinin üstüne düşmüş evlerin arasından ansızın araba sesleri gelmişti. Tabii o anda özel tim araçlarından başka kimsenin olamayacağını anlamıştık. Arka kapıları aralı iki özel tim jipi yanımızda durmuştu. Ellerinde gece karanlığı gibi siyahi silahlar, silahların soğuk ve korkutucu namluları bize dönüktü. Biri hınçla kapıyı açıp hızlı adımlarla bize doğru geldi. Sert adımlarından ve sinirden yamulmuş yüz ifadesi gelişinin hayır olmadığını üçümüz de anlamıştık. ‘Ne arıyorsunuz burada? Neyi tespit etmeye çalışıyorsunuz? Kimsiniz siz lan?’ Kendimizi ifade etmeye çalıştıysak da bir kulağından girip diğerinden çıkmıştı. Söyledikleri önceden beyninde tasarlayıp ezber ettiği şeylerden başka şeyler değildi. Onlarca soğuk namlu gölgesinde hakaretleri karşısında sus pus kalmıştık üçümüz. ‘Siktir olun çıkın burdan’ deyişinden sonra yola koyulmuştuk. Biraz uzaklaştığımızda arkamızdan ‘amına koyduğum çocukları burda fotoğraf çekecekler üzerinde de Kobane’ymiş gibi yazacaklar’ Silvan’ın Kobane’ye dönüştürdükleri bir itirafıydı aslında bu.
Silopi’deydim. Yakıp yıkılan evlerin arasında fotoğraf çekiyordum. Silopi Silvan’dan da daha beter bir haldeydi. Bu savaşın gün be gün tırmandığını ölüm ve yıkımın büyüdüğünün işaretiydi. Bir akrep gelip yanımızda durmuştu. Kimliklerimizi eline aldıktan sonra ‘Fotoğraf çekmek yasaktır siz bunu bilmiyor musunuz?’ sorusuna ‘bilmiyoruz’ demekten başka bir söz kalmamıştı. Kimler olduğumuzu hangi amaçla geldiğimizi sordu. Serbest fotoğrafçı olduğumuzu, sanatsal ve belgesel fotoğraflar çektiğimizi söylemiştim. O ‘Sanat yapacak ve belgeleyecek Silopi’den başka bir yer bulamadınız mı?’ Kimlikler sorgulamadan geçtikten sonra ‘Gidin ama evlerin içine girmeyeceksiniz, kimseyle konuşmayacaksınız, dışardan çekip çabuk çıkın burdan’. Kimliklerimizi elime verdikten sonra hızlıca gaza basıp dar sokağın savaştan kalma çamurunu yarmıştı haki rengindeki kirpi. Evlerin içine girip insanlarla konuştuğumuzda niye ‘evlerin içine girmeyin, insanlarla konuşmayın’ emir gibi deyişinin farkına varmıştık.
Havîn’den çok etkilendim ve hala bakışlarını unutamadım
Haîin’in evindeydik, anne babasıyla odaları geziyorduk. 5-6 yaşlarındaydı Havîn. Mavi gözleri, ateş sarısı saçı vardı. Annesinin ellerinden tutup bırakmıyordu. Annesi nereye gidiyorsa Havîn de peşinden gidiyordu. Şaşkındı Havîn, üzgündü ne de neşeliydi . Ne gülüyor ne de ağlıyordu. Yüzünde anlamsız bir soğukluk, gözleri durgun, bakışları bomboş. Çoğu aile gibi savaşta Havîn’in ailesi de mahalleden göçmüştü.
Aile, ne nasıl olmuştu bilmiyordu. Yoğun top ve havan seslerinden durumun pek iyi olmadığını anlıyorlardı. Ondan dolayı çatışmalar bittiğinde herkes gibi mahallerine koşmuşlardı. Annenin ayakları hızlı yüzü meraklıdır harabeye dönüşmüş komşu evlerinin arasından. Anne, evini merak ediyor; eşyalarını, bir ömür biriktirdiği ötesini berisini… Sokak başında delik deşik olmuş duvarlarla, penceresiz odalarla, paçavraya dönüşmüş kış rüzgarında yellenen perdeleriyle yüz yüze kalakalıyor.
Annenin eli Havîn’in elindedir. Anne evini gördüğünde çığlık eşliğinde evine doğru koşmaya başlar. Beş parmakla annenin baş parmağına sıkı sıkıya tutunmuş Havîn’in elinin arasından kayar. Havîn annenin çığlığından irkilir. Önce şaşa kalır ne yapacağını bilmez sonra korkuyla annenin ardına düşer. Bir ceylan gibi korkmuş irkilmiş, koşup bir adımda evine yetişmiş annesine yetişmez Havîn.
Havîn, ne olup bitmiş bilmemekte, annesinin çığlığından ve onu arkada bırakmış koşuşundan korkmuştur. Ağlaya ağlaya annesinin arkasından koşar o da. Havîn’in mini ayakları bir zamanlar arkadaşlarıyla içinde oynayıp koşuştuğu sokakta top mermilerinin şiddetinden sokaklarına saçılmış beton yığınları ve ev eşyalarına takılmaya başlar. İkinci kata çıkan merdivenlere zor bela yetişir. Daha önce seke seke inip çıktığı ve yalayabildiği merdivenleri bulamaz. Yığınlar üzerinden emekliye emekliye evlerinin olduğu ikinci kata çıkar. Delirmişçesine annesini evin içinde geziyorken bulur. Anne bir çığlık atar, bir ağlar, bazen bir ölü gibi durup bakar, bazende ölüm döşeğinde yaşama doyamamış biri gibi eşyalarına gözleri takılıp kalır. Bir ömür verdiği eve ahlar, canından eksiltip aldığı ve bir sineğin dahi konmasına izin vermediği eşyalara wahlar getirir.
Büyükçe salonun içinde atlas kumaştan koltuklara bakarken görür annesini Havîn. Bir vakitler Havîn ve arkadaşlarına yasak ettiği bütün salon eşyalarına ağırca göz gezdirmektedir anne. Kayıttan kurtulmuş deli gibi bir dizini, bir göğsünü döver. Kendini ona göstermek istercesine Havîn, annesinin karşısına çıkar ve gözlerini gözlerine diker. Havîn, annesinden korkar. Küçücük ellerini elbisenin eteğine uzatıp küçükçe kuvetiyle ‘Ben burdayım anne, dövme kendini korkuyorum’ dercesine kendine doğru çeker.
Anne, Havîn’i farkeder ona dikimiş gözlere bakar. Havîn’in gözbebeklerindeki korkuyu farkettiğinde derinlerdeki asıl korkunun farkına varmaya başlar. Her iki elini Havîn’e uzatır ve onu bir çırpıta kucağına alır. Bütün mal, mülk sana kurban olsun dercesine bağrına doğru sıkıca basar. Göz çukurlarından gamzelerine süzülmüş gözyaşlarını parmak uçlarıyla hafifçe siler. Lakin gözbebeklerinin derinliklerine sinen Havîn’in korkmuşluklarına gücü yetmez.
Çatışmadan dört gün sonra Havîn’in evindeydik. Keyif ve gülmelerinin kaçışmasına sebep olduğu Havîn’in gözlerindeki korku, atıp canda asılmış bir mızrak gibi yerinde hala duruyordu. Korkuluk gibi Türk askerlerinin korkusu Kürt çocuklarının gözlerine nakş olmuş gölgesi ne zamana kadar sürecekti? Çocukluk korkusu çocukluk yüreği dağladığında zaman geçse de ruhu kazıyıp iz bırakırmış. Biz Havîn’den ayrıldığımızda Cudi steplerinden soğuk bir poyraz esiyordu. Kıştı, soğuktu, sokaklar yığın, Havîn evsizdi. Hepsinden önemlisi Havîn’in mavi gözleri hala korkuluydu.
Fotoğraf: İlyas Akengin
İlyas Akengin: Bölgede fotoğrafçılık yapmak nasıl bir duygu, sana neler hissettiriyor? Bölgede fotoğrafçılık yaparken ne gibi zorluklarla karşılaşıyordun? Bilindiği üzere, savaş bölgelerinde çalışmak zordur, halkın size karşı davranışları ve tepkileri nasıldı? Devlet güçlerinin size karşı olan tavırlarından biraz bahseder misin? Bölgede gazetecilik yapan birçok arkadaşımız gözaltına alındı. Kimi tutuklandı, kimi ise hala yargılanıyor. Bunlara dair neler söylemek istersin? Son olarak bölgede yaşanan birçok âna tanıklık ettiniz. Unutamadığın bir an, bir olay var mı? Olmaz mı!
Bilindiği üzere Diyarbakır, Mardin, Şırnak ve Hakkari gibi kentlerde hendek ve barikatların kurulması üzerine sokağa çıkma yasakları ilan edildi, ardından hiç kimsenin alışık olmadığı şekilde çatışmalara şahit olduk. Bu bizim ve sivil vatandaşların hiç tanık olmadığı bir olaydı. Ancak biz gazeteciler hiç alışık olmasak ta yaşanan gelişmeleri takip etmek ve onu kamuoyu ile paylaşmak gibi önemli bir rolümüzün olduğunu biliyorduk. Çatışmaların yaşandığı ilk günden itibaren özellikle Sur İlçesi’nde yaşanan gelişmeleri kesintisiz bir şekilde takip ettim. Sur’da çatışmaların yoğunlaşması ile çok ciddi bir göç dalgası başladı. İlk etapta bu göç dalgasını fotoğraflamaya çalıştık, ancak daha sonra ağır silahların kullanıldığı anlara tanıklık ettik.
Mermilerin havada uçuştuğu bir yerde görev yapıyorsunuz ve can güvenliğiniz yok
Böylesi olağanüstü durumlarda çalışmak tabi ki çok zor, çünkü mermilerin havada uçuştuğu bir yerde görev yapıyorsunuz ve can güvenliğiniz yok. Ama biz gazetecilerin böylesi durumlarda kendi canını düşünecek zamanı olmadığı için bir olaydan diğer olaya yetişmenin hesabı içinde olurduk. Bir vatandaş olarak tabi ki yaşanmaması gereken anlara tanıklık ettik, ama bir gazeteci olarak ise tarihe not düşecek anları fotoğrafladığımı düşünüyorum. Bu nedenle yaptığınız iş zor ve zahmetli olsa da güzel duygular yaşamanıza neden oluyor. Çünkü çektiğiniz bir fotoğraf ile orada yaşananların özeti oluyorsunuz, bu bir gazeteciye önemli bir moral kaynağı olur. Tabi güzel iş yaptığınız zaman güzel hisler besleseniz de bu kısa süreli oluyor. Çünkü bin bir zorlukla mücadele etmek gibi bir durumda oluyorsunuz. Olağanüstü bir durum olduğu için zaman zaman polis ile karşı karşıya geliyorduk, zaman zamanda vatandaşlarla. Polis kendi fotoğrafının çektirilmesinden rahatsız olurken, olaylardan mağdur olan ya da seslerinin duyulmadığını düşünen vatandaşlar ise neden doğruları yazmıyorsunuz diye tepkide bulunuyorlardı. Tabi her şey bununla sınırlı olmuyordu, bölgede görev yapan birçok arkadaşımız farklı gerekçelerle gözaltına alınıyordu ve siz bu durumu izlemekten başka bir şey yapamıyordunuz. Bu durum tabi ki üzücü. Hangi kesimden olursa olsun gazetecilik önemli bir görevdir ve özgür bir şekilde yapılmalıdır.
Evet yanı başımızda çatışmalara, arkadaşlarımız gözaltına alınsa da zaman zaman farklı anlara tanıklık etme durumunuz da oluyor. Benim için unutulması zor birçok an oldu. Ama etkilendiğim olay Sur İlçesi’ndeki İskenderpaşa Mahallesinde tanıklık ettim. Bilindiği üzere 3 Ocak tarihinde nereden atıldığı belli olmayan bir havan mermisi 3 çocuk annesi Melek Alpaydın’ın ölümüne neden olmuştu. Olayın duyulması üzerine 10 dakika sonra olay yerine vardım, oradaki mahalleliler çok tepkiliydi. Bazı gazeteci arkadaşlarımıza hatta tepki gösteren bile olmuştu. Ama ben hem ulusal bir fotoğraf ajansına hem de yerel bir gazetede çalıştığım için ilişkilerim daha iyiydi. Şimdi bu olaydan belirli bir süre geçtikten sonra polis Alpaydın’ın ölümüne neden olan mermiyi almak ve inceleme yapmak üzere olay yerine gelmek istedi. Ancak mahallede toplanan bir grup polis ile tartıştı o sırada havaya ateş açıldı, gaz bombaları kullanıldı. Dar sokaklarda gaz bombalarının uçuştuğu anda kafasında ekmek olan 60-70 yaşlarında yaşlı bir kadını gördüm, gazdan etkilendiği için daha fazla ilerleyemedi ve olduğu yere yığıldı. Bende de maske olmadığı için bir eve sığınmak zorunda kalmıştım. Kadını kaldıracak kimsenin olmadığını görünce ona doğru gitmeye çalıştım. Tabi giderken iki üç karede fotoğraf çektim, sonra onu daha güvenli bir yere götürdüm. Olay bittikten sonra fotoğraflarım sosyal medyada paylaşılınca bayağı ilgi gördü, ancak bir takipçi şöyle bir yorum yaptı, ‘Kadın orada yerde sen fotoğraf derdindesin, onu kaldırsana’ diye tepkilendi. Tabi o görmediği için o yaşlı kadına yaptığımı görmemişti. Bu durum bende farklı bir anının yaşanmasına neden olmuştu.
Etiketler: medya