17/08/2009 | Yazar: Kaos GL
‘Göçmenler homofobik midir?

‘Göçmenler homofobik midir? Çoğunluk toplumun üyelerinden daha homofobik olabilirler mi?’ soruları hemencecik evet’ olarak cevaplanmakta ve ardından ‘yeni’ bir hedef kitlesi sosyal ve pedagojik çalışmaların odak noktası olmaktadır.’
‘Avrupa’yı özgür, liberal ve şiddetsiz bir yer olarak göstermek için Queer hareketin kazanımlarını kullananan Devletin, aynı kazanımları ayırımcı mekanizmaları harekete geçirmede de kullanmasına dikkat edilmeli.’
Prof. Dr. María do Mar Castro Varela’nın ‘Homofobi ve Irkçılık Karşıtı Konfenrans’taki sunumunu, Almanca’dan Zülfükar Çetin kaosgl.org için çevirdi.
25 Kasım 2008 Almanya, Berlin’de, Berlin Kültür ve Eğitim Senatörlügünün desteğiyle GLadT e.V. (Türkiyeli Eşcinseller Derneği) tarafından düzenlenen ‘Homofobi ve Irkçılık Karşıtı Konfenrans’ın kitapçık olarak yayınlanması, Avrupa’daki Avrupa merkezli homofobinin ve ırkçılığın yeniden aydınladıtılması anlamında önemli ve tarihi bir belge niteliği taşır.
Homofobi ve Irkçılığın sadece kendi ülkemizde yaşanmadığı, gerek ortadoğu (İran, İsrail örnekleri) gerekse doğu ve batı Avrupa’da da farklı şekillerde uygulandığı, yaşandığı bilinmektedir. Düzenlenen konferansın amacı, Avrupa ve özellikle büyük bir nüfusa sahip olan Almanya’da homofobi ve ırkçılık nasıl üretiliyor, ayrımcılık mekanizmaları nasıl işliyor ve gerek Avrupa devletlerinin gerekse heteronormatif Avrupa çoğunluk toplumunun yabancılara ve ötekilere karşı yürüttükleri sinsi politikaları bir daha gözler önüne sermekti.

Biz de Kaos GL olarak Türkiyeli LGBTT bireyler için yalnız olmadıklarını bir daha gösterebilmek adına, kitapçıkta yer alan önemli bir makaleyi yayınlamaya karar verdik. Makale, Berlin’de üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışan, pedagog ve siyasetbilimci Prof. Dr. María do Mar Castro Varela’ya ait olup sizlere Türkçesini sunuyoruz.
Zülfukar Çetin
Irkçılık ve Homofobi arasındaki ortak oyun…
Bu önemli konferansta sunuş yapmam için bana gönderilen ve memnuniyetle kabul ettiğim bu dostane davet için içtenlikle teşsekür ederim. Kendi sunumumda ‘Irkçılık’ ve ‘Heteroseksizm’ arasındaki ortak oyunu kısaca sunmaya çalışacağım, çünkü bir ayrımcılık fenomenine yapılan sıradan bir yaklaşım her zaman izole edicidir. Bu şekilde ‘ırkçılık’, ‘seksizm’ ve ‘heteroseksizm’ her zaman olduğu gibi aralarındaki bağlantılar ve dinamikler aydınlatılmadan birbirinden ayrı bir şekilde incelenmektedir. Bu aynı zamanda hem basit hem de yanlış analizlere yol açıyor. Burada bana ilginç görünen şudur ki, sosyal olarak dışlanan grupların dışlayan olarak ‘gösterildikleri’ anda hareketin tartışma konusu olmasıdır. Michel Foucault’nun söyleyebileceği gibi ‘tartışmalı bir patlama’ gerçekleşebilir. Bunun sonucuysa, buna benzer iyi ziyaret edilen uluslararası konferansların organize edilmesidir. Bugün ve burada, birçok kişiyi meşgul eden sorularsa ‘göçmenler homofobik midir? Çoğunluk toplumun üyelerinden daha homofobik olabilirler mi?’ Bu sorular çok hızlı bir şekilde evet’ olarak cevaplanmakta ve ardından ‘yeni’ bir hedef kitlesi sosyal ve pedagojik çalışmaların odak noktası olmaktadır. Eğitim programları, araştırma projeleri ve tanıtım çalışmaları vakıflar, eğitim kuruluşları ya da bakanlıklar tarafından desteklenmekte ve hiç bir gazeteci konuyu görmezlikten gelmemektedir. Ve birdenbire ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ün tehlikeye girdiği görülmekte. Bununla beraber cevapların değil soruların gerçek sorunu ortaya koyduğunu görüyoruz. Bunlar araştırmalara ve cevaplara yön veriyor, ırkçı arşivlerde sık görülen açıklamalara benzer basit söylemleri kışkırtıyorlar. Bu şekilde ‘kültür’, ‘din’ ve ‘biyoloji’ herşeyi kapsayan ve açıklayan kategoriler olarak yeniden tanımlanıyor. ‘Göçmenler homofobiktir’ deniyor, çünkü onların kültürü farklı, çünkü onlar sadece farklılar - her ne kadar onlar burada doğmuş ve herhangi başka hiç bir yerde yaşamamış da olsalar. Güya İslam homofobik olduğu için müslümanların da homofobik olduğu iddiası her zaman olduğu gibi dönüp dolaşıyor. Yaygın medyayla birlikte bazı queer örgütler de bu sıradan görüşü yaymakta. Böyle basit açıklamalar gündemin zirvesinde yer alıyor. Ve bunlar gerçekten de çeşitli prezentasyonlar karşısında hemen farkedilebilen bir avantaja sahipler: Bunlar çeşitliliği azaltarak açık, anlaşılır, hoşgörülü, önyargısız ve özgür olarak tasvir edilebilen bir ‘BİZ’ yaratıyorlar.
‘Batı’ ve çoğunluk toplumun bireyleri uygarlığın yeni kazınımlarını yeniden kutlayabilirler. Bu kazanımların şiddete dayalı olmasına sessiz kalınmaktadır. Buna karşılık 2001 yılında yapılan bir ankette Alman erkeklerin % 80’i ‘lezbiyen ya da gey bir evlatla sorun yaşayabilieceklerini’ ifade etmiştir. ‘Homofobik müslüman göçmenler’ hakkındaki söylem de daha çok tarihsel bir hafıza kaybının görünmesini sağlayan ve ‘Almanya’daki durumları’ inkâr eden bir alana dâhil olmuş gibi görünüyor. Göçmen gençlerden kaynaklanan homofobik şiddet de teredütsüz dini sebeblerle bağdaştırılmakta. İslam da her türlü şiddetin bir açıklaması haline gelmiştir. ‘Türk gençler Almanlar’dan daha homofobiktir‘ ifadesi Berlin’de yaşayan görece büyük bir kesimi genel bir şüphe altına almakla birlikte tarihsel olmayan ve tek yönlü basit bir söylemdir.
Bu ifade, sadece toplumda varolan anti-müslüman önyargılara rağmen yayılmamakta, aynı zamanda aynı ifadeden dolayı ortaya çıkan stereotiplerin her zaman keyifle duyulmak istendiğini göstermekte.
Ama bu durum, kendilerini müslüman olarak ifade eden insanların homofobik olmadığı anlamanına gelmez ve hıristiyanların da olduğu gibi birçokları da öyle olabilir. Daha Ekim 2008’de Vatikan’ın yüksek mertebeli bir memuru eşcinselliğin ‘bir sapkınlık, düzensizlik ve yara’ olduğunu söylerken, papa da eşcinselliği ‘tanrı eserinin bir tahribatı’ olarak tasvir etmişti.
Runnymede Trusts’un tanımına göre İslamofobi diğer şartlar hariç aşağıdaki şekilde görülmektedir:
1. Şayet İslam sadece değişmeyen sabit ve yeniliklere karşı kapalı monolotik bir düzenek olarak görülürse
2. (İslam’a) diğer kültürlerle olan ortak değerlerine bakılmaksızın, bunlardan ne etkilenen ne de bu kültürleri etkileyebilen ‘ayrılmış’ ve ‘farklı’ olarak bakılırsa
3. Batının altında görülüp, barbar, akıl-dışı ve cinsiyetçi olarak inşa edilirse ve
4. Saldırgan, şiddetli, tehditkâr, terörist ve kültür-savaşçısı olarak algılanırsa (Klauda 2007).
Bu anlamda kendimize şu soruyu yöneltebiliriz: ‘Müslüman göçmenler homofobiktir’ ifadesinin alıntısı aynı zamanda LGBTT sivil toplum kuruluşlarında da- ne kadar yankı bulmuştur, çünkü bu (ifade) keza anti-müslüman imgelerine hizmet etmektedir. Hıristyanlığın homofobik olduğunu İncil’in hangi bölümlerini alıntılayarak ispatlayabilirsiniz? Ya da İslam’ın homofobik olduğunu kanıtlayan hangi süreleri gösterebilirsiniz?
Ve neden, her zaman olduğu gibi İslamın hiddetkar olmadığına işaret eden kişi değil de, her dinde olduğu gibi din adına ya da sekülarizasyon namına uygulanan şiddet meşrulaştırılabiliyor. Ve neden bu kişi ya saf, aptal ya da islamperest olarak gösteriliyor? Ve soru böylece kendiliğinden ortaya çıkıyor, hangi toplumsal işlev bu kesin sınırları çizebilir?
Homofobi, Irkçılık ve Postkolonyal Teori[1]
Şimdi mümkün oldugu kadar kısa bir şekilde Heteroseksizm/Homofobi ile Irkçılığın nasıl içiçe olduğunu göstermeye çalışacağım. Burada koymaya çalıştığm bakış açısı bir postkolonyal bakış açısıdır. Bu tabii ki garip gelebelir, çünkü postkolonyal teorinin homofobi ve ırkçılık hakkında yapılan bugünkü tartışmalara nasıl bir katkısı olabilir diye sorular yöneltilebilir. Ya da postkolonyalizmin homofobi ile ne alakası vardır gibi sorular da gelebilir.
Son yıllarda postkolonyal teori çok önemli eleştirel tartışmalara girmiştir. Postkolonyalizmin teorik kaynağı disiplinlerarası olup bir yandan marksizm öte yandan da postyapısalcılık arasında bir diyalektiği temsil eder. Batının bilgi teorilerinin postyapısal eleştirisi ve kültür farklılıklarının teorileştrilmeleri aynı zamanda marksizmin materyalist felsefesiyle biraraya getirilirler. Bunlar postkolonyal bir siyasetin temelini de gösterirler. Postkolonyal teorinin amaçlarından bir tanesi kemikleşmiş avrupamerkezci (eurozentrisch) söylemlerin açıklanması ve yapısökümü (dekonstruktion)dür. Böylece gerekli de-kolonilestirme (kolonileri bağımsızlaştırma) çalışmalarının sürdürülmesi ve -sömürgeci söylemlerin alabora edilmesi amaçlanır. ‘Müslümanlar’, ‘Türkler’, ‘Araplar’, ‘Orientliler (yakın doğulular)’ vs. hakkındaki her söylem şüphe uyandırıcı. Böylece yeniden sorulması gereken: Bu söylemler onlardan (araplar, türkler vs.) neyi gizliyor ve bunlardan en çok kim faydalanıyor?
Şayet kolonyalizm sadece bölgesel bir fetih süreci olarak değil de, Fransız filizof Michel Foucault’nun Öznelleştirme olarak adlandırdığı gibi bir süreci ifade ediyorsa, o zaman postkolonyal teorinin alanı yalnızca ‘kuzeyin’ ekonomik ve askeri yaptırımlarıyla ‘güneye’ karşı tarihsel hükümranlığının yeniden inşasını kapsamaz. Sözkonusu olması gereken şey daha çok sonunda ‘Avrupa’ ve kendi yarattığı ‘Ötekileri’nin olduğu inşa ve formasyon süreçlerinin eleştirel bir analizidir.
Bununla birlikte Othering sürecinin -yabancılaştırma/ötekileştirme- Avrupa’nın kendini tanıtma politikasıyla çok net bir ilişkisi var. Batılıların Orientten kaynaklandığı söylenen büyülenmesi aslında çok saf bir sevgi değil.
Bu daha çok 19. yy.’in sonunda Avrupa’da yayılan ve bügün güncelliğinden pek bir şey kaybetmeyen hegomonik bir mantığı yansıtmaktadır. Edebiyat Bilimcisi Edward Said ünlü eseri olan Şarkiyatçılık’ta (1978) eserin anahtar manevrası niteliğinde olan Othering’i (Ötekileştirme) açıklar.
Yabancılaştırma ya da Farklılaştırma dualist bir mantıkla işleyen ve sonunda Ötekilerin Avrupalı’nın vis-à-vis (karşısında) durduğu karmaşık bir süreçtir. Said’in Şarkiyatçılık olarak adlandırdığı betimleme ve analizler bununla birlikte hegemonik Batı’nın üretimlerine dair vukuflar sağlamaktadır. Bu da tabii ki bazı eleştirel yazarların okzidentalizmden (Batıcılık) bahsetmesine sebeb oluyor. Bu yazarlara göre okzidentalizmde ‘doğulular’ değil ‘doğululaştırılanlar’ sözkonusudur.
Batı, Oryantalizm (Şarkiyatçılık) terminolojisiyle doğudan farklı olarak kendini daha aydın, medeni ve hür göstermekte ve bu şekilde kolonileri ve himayeleri üzerindeki şiddet dolu bölgesel hükümranlığını meşrulaştırmaktadır. Şarkiyatçılık, doğu ve doğunun dilsel, yazınsal ve görsel yeniden-sunumunun sanat, edebiyat ve bilimde batılı söylemlerle dile getirilen gerçeklik üzerine kurulan karmaşık bir ağını sergiler. Modern uygarlık misyonunun başlangıcında ‘özgürleştirme girişimi’ hayali vardı. Bu fikrin asıl öğretici yönüyse 16. yy.’a kadar giden yüzyıllık eski Avrupa teorisinin ortaya çıkardığı doğu despotizmdir.
Emperyalist iktidar 18. yy.’in sonundaki yükselme çağında dünyanın diğer yerlerinde görülen despotik hükümetlerin çökmesi için kendilerini sadece haklı görmeyip aynı zamanda bunun için görevlendirildiklerini sonuç olarak dile getirmişlerdir. Bunu da, Fransızların 1798’de Mısır halkının arkaik Memlük tiranizminden kurtulması için yaptıkları saldırıyla meşrulaştırmaya çalıştıkları gibi, temellendirmeye çalışıyorlar.
Bununla postkolonyal teorisyen Edward Said şarkiyatçı-araştırmalarla yükselen emperyalist Avrupa egemenliği arasındaki sıkı bağı gösterir. Mesela Napolyon Mısır halkını İslama karşı değil de İslam adına savaştığını söyleyerek ikna etmeyi başarmıştı. Buna ulaşmak için sahip olduğu Kuran ve İslam toplumları hakkındaki bilgileri stratejik ve kurnazca kullanmıştır. Napolyon iktidarının en etkileyici yanıysa bilginin sinsi ve stratejik bir şekilde kullanılmasıdır. Böylece Napolyan Mısır’ı terkederken Şarkiyatçılara ve kendi işleri için kazanabileceği dindar müslüman liderlere keskin iltimatlar ve Mısır’ın yönetimini bırakmıştır.
Said’e göre bundan başka bir politika hem pahalı hem de çok aptalca olabilirdi.
Uygarlık misyonları bir ileti-bilinciyle motive edilmiş olarak görülebilirler. Bunlar aynı zamanda sömürgeci iktidarın meşrulaştırma stratejisi olarak işlev görürler. Bu İngiltere’de ‘white man’s burden‘ ‘beyaz erkeğin yükü’ olarak de gösterilir. Bu da ahlaki ve manevi yükümlülükler gereği vahşiyi’, medeniyeti ve kültürü iletmek zorundadır. Onlar yetiştirir, disipline eder ve bununla birlikte kültürel ve medeni yoksulluktan’ kurtarırlar. Postkolonyal Teorisyen Gayatri Ç. Spıvak otonom ve analitik ayrım çizgisi olarak kabul edilen ‘Toplumsal Cinsiyet’ veya ‘Çift Cinsiyetliliğin’ büyük bir yazınsallığı engelleyen bakışın merkezi duruşuna haklı olarak dikkat çeker. Bununla yazar Çift Cinsiyetlilik ve Toplumsal Cinsiyet çalışmalarını aslında görkemli bir yazınsal zemin olarak adlandırır ve kısaltma olarak kullanılan bu iki kavramsal kategorinin yapısal bir koşullanım olarak kulanımından ayrı değerlendirilmemesinin altını çizer. Buna göre Homofobi ve Irkçılık analizlerinde bu bağlamda kuramsallaştırılmış sosyo-tarihsel alanda aydınlatılmış bir bakış kaçınılmazdır. Ben sadece homofobide ‘spesifik kültürel bir fenomen’ söz konusuymuş gibi davranıyor olmamızdan yola çıkmıyorum, aynı zamanda analizlerin tehlikeli bir kültür ırkçılığına doğru kaydığına da inanıyorum. Buna karşılık Heteroseksizmin sosyo-tarihi bir fenomen olduğuna bakarsak ve buna uygun olarak da büyük bir ‘yazınsallığı’ analiz edersek, bundan ve üretilen şiddetten doğan daha malum görünen, fakat aslında daha karmaşık ve zor bir tablonun ortaya çıkacağını görebiliriz.
Bu karmaşık olan süreçleri sorunsallaştıran bir bakış açısı Queer Politikanın klasik müdahaleci-organlarını eleştiriye tabii tutmaya ve bunların oluşumlarının sömürgeci güçlerin mentalitesine dayandığını göstermeye çalışmıştır. Burda stratejik olarak çok değerli olan ve Spivak tarafından talep edilen yapı-sökücü bir uyanıklıktır. Bununla birlikte Spivak’ın belirttiği gibi hataları ortaya çıkarmak değil, aksine bütün politik pratiklerde olması gereken özellikle radikal özgürlükçü bir dürtüdür sözkonusu olan. Bunlar da her ne kadar aksi bir durumu hedeflemiş olsalar da, nerde ve nasıl dışlayıcı olduklarına ve hegemonik toplumsal yapıları nasıl güçlendirdiklerine dikkat etmek gerekir. Bunun sonucunda belki de batıdaki ve batının artıklarında özellikle varlığını koruyan heteroataerkil yapıya sahip olan hegemonik devletçiliğin temellerini hedef alacak devlet-dışı- bir direniş ortaya çıkabilir. Sömürgeci ve Irkçı söylemler sapkın cinsellık formları hakkında dönüp dolaşan söylemlerle içiçe olmaktan kurtulamamış, Sömürgeler, Anne McClintock’un (1995) fark ettiği gibi ‘porno-tropics for the European imagination a fantastic magic lan-tern of the mind onto which Europe projected its forbidden sexual desiresand fears’[2].
Avrupalı olmayan kadın ve erkekler sömürgeci güçler tarafından cinsel anlamda aç ve kontrol edilemez olarak kabul ediliyordu ve bunun sonucunda da daha çok eşcinsel ilişkilere meylediyorlardı. Özellikle Harem masalları lezbiyen arzuların hayallerini süslemeye başlamıştı. Bu şekilde sadece ötekiler hakkındaki egzotik hikâyeler değildi bahsedilen, aynı zamanda dile gelen Anlatılar, Avrupa’da sapkın cinsel davranışların tanımlanmasında ve ‘doğru bir uygulamanın’ normlaştırılmasına da katkıda bulunmuşlardır. Buna paralel olarak da Büyük Britanya’da eşcinsel pratiklerin suç olarak yaftalanması eşcinsel arzunun sömürge ülkelerde algılanmasıyla ilgili doğrudan sonuçlarını doğurmuştur. Böylece Sodomi (Livata) sadece günah olarak değil ayrıca bir ‘suç unsuru’ olarak belirlenmiş ve buna uygun olarak da takip edilip cezaya tabii tutulmuştur.
Sömürge sürecinde, sömürgeler, bir an önce uygarlaştırılması gereken cinsel sapkınlığın’ yatağı olarak belirlenmiştir.
Bu amaçla mesela 1860’da British India’da Kolonyal-Anti-Sodomi-Tüzüğü, Bölüm 377, Hindistan ceza hukuğuna alınmıştır.
Buna karşın Pre Britisch-India (Hindistan’ın sömürge öncesi dönemi) eşcinsel seks, ceza hukuku tarafından takip edilmemiştir, her ne kadar bu, her yerde sosyal olarak kabul edilmemiş olsa da.
Ceza hukukunun ve sivil anayasanın bir çok sömürgeci ülkede ortak tekdüze bir metin olarak yazılmış olması da o zamana kadar heterojen olan hukuk sistemlerinin sömürge tabanında homojenleşmesine sebeb olmuştur.
Eski geç-Hindistan’da farklı bölgeler için farklı bir hukuk sistemi geçerliydi, böylece İngiliz sömürge güçleri bütün ülkede tek düze bir hukuk yürürlüğe koydu. Her ne kadar İngiliz sömürge güçleri dikkatli ve sakin bir şekilde varolan yazıları ve yazı uzmanları hakkında araştırma zapacaklarını söylemiş olsalar da, başka bir şekilde beklenemeyeceği gibi İngiliz yasa koyucusu Hindistan’ın yeni hukuk sisteminin temeli haline gelmiştir. Bunun sebebleri de aşağıdaki şekilde açıklanmıştır: ‘The purpose ofthe Section 377 is to provide a healthy environment in the society by crimi-nalizing unnatural sexual activities against the order of nature.’[3]
İslami ülkelerde de, Georg Klauda’nın (2008) kanıtladığı gibi, homofobik hoşgörüsüzlük ve baskılar, modernleşme sürecinde ortaya çıkmışlardır.
‘İslam’ın eşcinselliği’ mahvettiği söylemi aşırı bir ölçüde yanıltıcıdır. Yazar, önemi henüz Avrupa aydınlanma çağında ortaya çıkan bir konsepti ortaya koymuştu: iki birey-sınıfını birbirinden ayıran aykırı bir arzunun inşası; bir taraftan normal’ hisseden çoğunluk, öte taraftan da cinsel ve farklı’ bir azınlık’ (Klauda 2008). Klauda yürütmüş olduğu muhteşem araştırmasında eşcinsellere yönelik baskının geleneksel hukuk sisteminin demirbaşı değil, aslında bu baskının eşcinselliği ayrıştıran bir kimlik kategorisi olarak şekillendirilmesi ve modern ilişkilerin İslam ülkelerinde üretilmesiyle gerçekleştiğini tarihi belgelerle kanıtlayabilmiştir.
Burada da eşcinselliğin aleyhine gelişen ‘Hukukun Modernleştirilmesi’ süreci gittikçe stabilize oluyor. Homofobi, bu şekilde sömürge efendilerinin düşünce kalıplarına yönelik şiddet dolu bir uyum çabasının sonucuymuş gibi görünüyor. Bu sömürge efendileri de modernleşme süreci içinde eşcinselleri önce tespit edip, belirledikten sonra, onları resmi eylemlerin bir nesnesi haline getirmişlerdir.
Bahsedilmesi gereken bir şey de, sömürge ve anti-sömürge söylemlerinden doğan tasavurların ilginç bir şekilde aslında milliyetçi söylemlere benzediği görünüyor. M. Jacqui Alexander’ın (1997) yazdığı gibi: ’(…)no nationalism could sürvive withoutheterosexuality (…). İt still remains more conducive to nation-building thansame-sex deşire, which iş downright hostile to it, for women presümably can-not love themşelves, love other women, and love the nation simultaneously‘ .
Bunun altında da sömürge ve anti-sömürge söylemlerinde hâkim olanın kanıtlanabileceği gibi tecavüzün tasvirinde ırkçılığın ve cinsel şiddetin olduğu görünür. İngilizlerin Hindistan hakkında bir ‘livata’[4] eyleminden bahsettiğinde, bu anti sömürgeci milliyetçiler için ‘memleketin tecavüzü’ olarak kabul edilir. İngliz sömürge güçleri bir yandan Hintli erkeği efemineleşmiş olarak tasvir ederken, 1857’de sömürge iktidarına karşı yapılan Hint ayaklanmasında bu İngiliz sömürgecilerin aslında efemine cinsel metaforlarla donanmış olduğu görünmüştür.
Bunun altında da sömürge ve anti-sömürge söylemlerinde hâkim olanın kanıtlanabileceği gibi tecavüzün tasvirinde ırkçılığın ve cinsel şiddetin olduğu görünür. İngilizlerin Hindistan hakkında bir ‘livata’[4] eyleminden bahsettiğinde, bu anti sömürgeci milliyetçiler için ‘memleketin tecavüzü’ olarak kabul edilir. İngliz sömürge güçleri bir yandan Hintli erkeği efemineleşmiş olarak tasvir ederken, 1857’de sömürge iktidarına karşı yapılan Hint ayaklanmasında bu İngiliz sömürgecilerin aslında efemine cinsel metaforlarla donanmış olduğu görünmüştür.
Gerek Emperyalist gerekse onun karşıtı yani sömürge sonrası Ulus, kendilerini bir de maskülen bir anlam-ekonomisine dayanan heteronormatif projeler olarak gösterirler. Geç Viktorya döneminde de maskülenlik sömürge otoritesinin bir tezahürü olarak benimsenip seçilirken, o zamanlarda iddia edilen Hint erkeğinin ‘kadınsılığı’ ve eşcinsel eğilimi sömürge politikasının meşru dayanağı haline getirilmiştir. Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde anti sömürgeci ulusal girişimin yitirilmiş erkekliği yeniden kazanma çabası olduğu görülür. Sonuçta bu postkolonyal (sömürge sonrası) heteronormatifliğin yolunun açılmasına sebebiyet verir. Gandhi’nin sağcı Hintliler tarafından yeniden-maskülenleştirilen (erkekleştirilen) Hintliler adına öldürülmesi, esasen anti-sömürgeci ve milliyetçi söylemlerin, efemineleşme korkusuyla ve içselleştirilen homofobiyle açıklanabilen sömürge güçleriyle birlikte işbirliği halinde olduğunun tipik bir göstergesidir.
Sömürgecilikse homofobik şiddete ilk olarak sebeb olan, o zaman da homoseksüel ütopyaların emperyalistlerin gölgesinde varolmasına imkân sağlayan bir mekan da hazırlanmıştır. Böylece 20. yy.’ın başında Avrupa’da varolan eşcinsellerin yüzlerce yıllık dinci ve dünyevi takibine karşı, ’islami ülkeler’ toleranslı karşıt bir örnek olarak kabul ediliyorlardı. Postkolonyal teori -özellikle queer-teorik çalışmalarıyla bağlantılı olarak- devletçiliğe, cinselliğe ve göç politikasına daha net bir bakışa izin vermekte. Hem queer hem de postkolonyal teoriler küreselleşen sömürge sonrası çağlarda, toplumsal gerçekliğin popülerleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan boşluklara ve hâkim olan heteronormatifliğe bunun gibi toplumun ırkçı temellerine dikkat çekerler ve bunları aşağılarlar. Mesela ‘Göçmen Kadın’ Alman göç araştırmalarının hâkim olduğu akımlarda ilk etapta [kocasını] izleyen bir eş olarak algılanırken, ‘lezbiyen’ hâlâ beyaz ve Alman olarak resmedilir. Buna karşılık postkolonyal lezbiyen öznenin tanınması her zaman olduğu gibi egzotizmin tuzağına düşer. Lezbiyen özne, kendine özgü batılı bir sınıfa dahil olduğu için, az önce söylenmiş olan kuralın istisnası olarak sadece muazzam bir hayretle karşılanabilir. Bununla, lezbiyen postkolonyal özne egzotik olanın çifte bir pozisyonuna düşer: Memleketinde (garipleşmiş) batılılaşmış olarak damgalanırken; batıda da ne batılı ne de yerli ama ‘tamamen öteki’ olanın rolüne indirgenmiştir. Afrikalılar hakkında yürütülen Avrupalı söylemler de durumu ayrıca açıklığa kavuşuturuyor; stereotipler ve ırkçı imgeler her zaman işlevsel olarak açıklanamazlar. Çünkü henüz kitlesel köleleştirme ve sömürgeci fetihler başlamadan önce zaten ırkçı imgeler kurulmuştu, her ne kadar bunlar vicdansızca kullanılmış ve buna yönelik konseptler ilkin sömürgecilik zamanında ırkçılığın ölçütleri olarak kabul edilmiş olsa da. Misyonerlerin ihtirasları çoğunlukla sömürgeci iktidarlara eşlik etmiş, bununla birliklte siyah insanların hıristyanlaştırılması ‘hıristiyan arılığın’ kirleneceği korkusuyla gerçekleşmis. Bu açıdan bilimsel söylemler, ırkçı imgelerin ve stereotiplerin devamı ve stabilizasyonu için çalışmışlardı. Asıl merkezi sorun da insan varlığının kendine has bir özelliğe sahip olup olmadığı. Bu da kültürlerin kaynaşmasının imkânı ya da imkânsızlığı tartışıldığında aydınlanma süreci içinde ortaya çıkan evrenselleşme fikri ve bunun eşitlik talebi ile ırka dayalı farklılıklar’ fikri arasındaki gerilimi göstermekte.
‘Siyahlar’ ve ‘Beyazlar’ arasındaki cinselliğin açıkça konuşulmasından ırkçı teorilerin bünyelerinde gizli haz teorilerini barındırdığı sonucuna varılır. Bilimlerdeki ırkçı söylemler içinde varolan Afrika halklarının barbarizmi’, vahşiliği’ ve ‘aşırı cinselliği’ hakkındaki egemen imgeler, hiç bir zaman sorgulanmadı, aksine bütünüyle teyit edildi. Bilimsel çalışmaların akıbetinde ırksal karakterler’ sözde biyolojik farklılıklarla’ belirlendi. Önceleri kafa, beyin ve yüz çizgilerinin ölçümü daha sonra da gen yapılarının betimlenmesi gibi çalışmalara girildi. Bununla birlikte her zaman bedensel ve kültürel faktörler arasındaki ‘kanıtlanabilir bağlantılara’ değinildi. Sonuç olarak bilimsel çabalara müteşekkür’ olunması gerektiği gibi, vahşilik’ ve medeniyet’ açıkça sorgunlanamayan, değişmez ve devamlı değişmez ve devamlı kategorilere gidilmiştir.
Sözde doğuştan kadınların’ bedenleri, sömürgeci efendilerin metinlerinde işgal edilen ülkeler gibi tasvir edilmiştir: Sömürgeciler için onlar (sömürgeler) aynı zamanda hem ürkütücü hem de çekiciler. Yine bu zamanda bu imgelerle birlikte efemine ortadoğulu erkekler hakkında, onların ya eşcinsel ya da şehvet düşkünü oldukları yönünde söylemler de ortaya çıkmıştır. Bunların karşısında da hem öteki hem de Aavrupalı kadını Vahşilerden’ kurtaran onurlu, kahraman ve delikanlı beyaz Avrupalı erkek durur. İlginç olan da nerdeyse bütün kadınlar öteki erkeklerin kurbanları olarak resmedilirler.
Gayatri Ç. Spivak Hindistan’daki dul kadınların yakılması üzerine kurulan söylemlere karşın ‘beyaz erkeğin esmer kadını esmer erkekten kurtarma isteğine’ atıfta bulunur. Bunun benzer olarak bügün öteki kadınların (göçmen, Türk, Afrikalı kadınların) karşılaştığı baskının karşısında sayısız kızgın Alman erkeği karşısında sayısız kızgın Alman erkeği görüyoruz. Bunun yanısıra aykırı bir kadınlığı temsil eden amozon versiyonundan bahsetmemek mümkün değil. Bu aynı zaman da hem çok eşliliği hem de gaddarlığı savunur. Bununla birlikte ‘Aykırı Cinsellik’ kendini Avrupalılardan uzakta bir yerlerde yaşayan ırkçı olarak belirlenmiş ötekilerle bağdaşmış olarak gösterir.
Göç, Homofobi ve kompleks analizlerin gerekliliği
Benim söyleyeceklerim buraya kadar böyle. Şimdi de çıkış noktamıza geri dönelim: Göçmenlerin homofobik olduğu iddası kimin işine yarar ki? Bundan asıl fayda sağlayanlar kim? Bunlar Avrupa ve Almanya’yı liberal olarak göstermek istenyenler değil mi aslında? Ve neden kimse içiçe girmiş şiddet olayları üzerinden, uygarlık misyonunun sonuçlarından ve ötekiler hakkında geliştirilen tarihsel ve geleneksel imgeler üzerinden gelişen öznelleşme/öznelleştirme süreçlerinden bahsetmiyor. Sıradan imgeler, kimin buraya ait olup olmadığına karar veren ya da gerekli çabayı gösterdiğinde kimin buraya dâhil olabileceğini belirleyen iktidar söylemlerine katılır. Başarılı bir entegrasyonun’ sadece göçmenlerin çabasına ve performansına bağlı olmadığı yeniden üretilen demografik politikaların analizlerinin yardımıyla açıklanabilir. Böylece göçmenlik sorununda aslında talep ve desteğin’ değil de daha çok imkânlar ve engellerin sözkonusu olduğu görülür. Kim buna dâhildir sorusu da aynı zamanda kim kime aittir sorusunu beraberinde getirir.
Göç süreçlerini ciddiye alan her kişi kendini yeniden üretilen demografik politikalarla uğraşmak zorunda hissetmiyor. Tereddüt etmeden aslında korkunun bir hareketlendirme faktörü olarak görülen ve ayırımcı sistemleri daha da güçlendiren homofobik bir ülkede yaşadığımız söylenebilir. Burada hiçkimse göçmenlerin dışlandığı ve onların çoğunluk tarafından güvenlik rizikosu’ olarak gösterildiği bir ülkede yaşadığımızı sorgulamayacak. Almanya’da 2005’te yapılmış olan Population Policy Acceptance Study’nin sonuçları burada yaşayan yabancı halkın Alman halka göre daha fazla adli suçlar ve terörle bağlantıya getirildiği’ tesadüf değildir. Araştırmadaki seçenek ‘yabancı halkın buradaki artışı suç artışına ve teröre olanak sağlamaktadır’ % 61,8 oranında tercih edilmiştir. Sadece % 17,8’lik bir oran bu tercihe tekabül etmemekte. Aynı şekilde Alman halkının yabancıların da 5 yıl sonra seçimlere katılım hakkına sahip olmalarını desteklemediği görülmüştür (sadece % 37,8’lik oran kabul ediyor). Ve Alman vatandaşlığına geçmeleri de desteklenmemektedir (% 45,4 destekliyor). Almanlar da OECD’ nin yapmış olduğu araştırmanın gösterdiği gibi yabancılar için Avrupa ve Almanya’da çalışma alanına girebilmelerinin ne kadar zor olduğunu biliyor. Alman kökenli olmadığı sürece çalışma hayatına girmenin ne kadar güç olduğu bilinir. Hele hele işçi bir aileden geliyorsa iyi bir eğitim almak daha da zordur. Irkçılık ırkçı bir şekilde tespit edilenler için doğrudan sonuçlara sahiptir. Cinsellik ve ırkçı tespitlerse oldukça içiçe girmiştir. Bizse bunu göç süreçlerinin gösterdiği etkilerle birlikte homofobi ve ırkçılığın sorgulanmasında dikkate almak zorundayız. Bütün bunlar göçmenlerin sadece araştırma nesnesi olarak indirgenmemesi gerektiğini gösteren ve onların da bilgi üretimine aktif bir şekilde katılmasını destekleyen daha kompleks toplumsal bir analizi gerektirir. Neden mesela Simon araştırmasında (Simon 2008) ayrımcılık olaylarının önemli bir rol oynadığı söylense de bu konuyla daha fazla ilgilenilmedi? Neden gerekli çaba gösterilmeyip ayrımcılığın ve göçün homofobik trendlerin artışında önemli bir kriter olduğu anlaşılmak istenmiyor? Neden bu kadar kolaylığa kaçılıyor? Araştırma sorunsallaştıran perspektifleri ele almalı, iktidar analizlerini uyarlamalı ve tarihsel sürekliliği dikkate almalı. Bununla beraber bana görünen şudur ki, tartışmalarda her zaman doğal ve değiştirilemez olarak görünen kültürel farklılıklar yeniden gözden geçirilip sorgulanmalıdır.

Ve sonuç olarak bakılması gereken de, bir queer hareketin kazanımlarının ne kadar devlet tarafından Avrupayı özgür, liberal ve şiddetsiz bir yer olarak gösterip öte yandan da ayırımcı mekanizmaları harekete geçirmek için kullanıldığına dikkat etmektir.
Ötekiler ‘gerçekten de homofobik’ olarak gösterildiği sürece Almanya da liberal ve toleranslı olduğunu iddia edebilir! Yakın gelecekte de Almanya’da eşcinsel evlilikler mümkün olmayacak ya da ikili-cinsiyet normları kırılamayacak. Kendimizi kandırmayalım, çünkü içinde yaşadığımız heteroseksist davranış kalıplarını üreten homofobik bir toplumdur, hatta sadece kendi göçmen gençleri değil aynı zamanda bütünüyle kendisi homofobiktir. Tam da bundan dolayı artık tek taraflı araştırmalarla tatmin olmamamız gerekir. Kompleks bir durum aynı zamanda kompleks bir analizi, çok yönlü araştırma konseptleri ve farklı, yapısökücü okumaları gerektirir. Yaygın olanı değil tam tersini istemeliyiz.(AE)
Kaynakça
Alexander, Jacqui (1997): Erotic Autonomy as a Politics of Decolonization: An Anatomy of Feministand State Practice in The Bahamas Tourist Economy. In: Jacqui Alexander/Chandra Talpade Mohanty(Hrsg.): Feminist Genealogies, Colonial Legacies, Democratic Future, New York: Routledge, S.63100.
Bundesinstitut für Bevölkerungsforschung: The Demographic Future of Europe Facts, Figures, Poli-cies. Ergebnisse der Population Policy Acceptance Study (PPAS) 20032005
Castro Varela, María do Mar/Dhawan, Nikita (2005): Postkoloniale Theorie. Eine kritische Einführung,Bielefeld: transcript.Castro Varela, María do Mar/Dhawan, Nikita (2006):
Das Dilemma der Gerechtigkeit: Migration, Religion und Gender.In: Das Argument, 266, 48. Jg., Heft 3, 2006, S.427440.
Castro Varela, María do Mar/Dhawan, Nikita: Queer mobil? Heteronormativität und Migrationsfor-schung.In: Helma Lutz (Hrsg.): Gender Mobil?
Vervielfältigung und Enträumlichung von Lebensformen Transnationale Räume, Migration und Geschlecht. Münster: Westfälisches Dampfboot (in Vorbereitung).
Klauda, Georg (2007): Mit Islamophobie contra Homophobie?,URL: http://www.linksnet.de/de/arti-kel/20852 (letzter Aufruf 28. 1. 2009)ders. (2008): Die Vertreibung aus dem Serail. Europa und die Heteronormalisierung der islamischenWelt,Hamburg; Männerschwarm.McClintock,
Anne (1995). Imperial Leather: Race, Gender and Sexuality in the Colonial Contest, NewYork/London: Routledge.
Said, Edward (1978). Orientalism. Western Conceptions of the Orient, Oxford: Vintage.
Simon, Bernd (2008): Einstellungen zur Homosexualität. Ausprägungen und psychologische Korrelatebei Jugendlichen ohne und Migrationshintergrund, in: Zeitschrift für Entwicklungspsychologie und Pädagogische Psychologie, Sonderdruck Göttingen 2008
Spivak Gayatri Chakravorty (1996): The Spivak Reader. Donna Landry und Gerald MacLean (Hg.), NewYork/London.
Kitabın orijinal ismi: Homophobie in der Einwanderungsgesellschaft:
Göç Toplumunda Homofobi
Göç Toplumunda Homofobi
[1] Cevirenin Notu: Postkolonyalizm 20. yy’ın ortalarında ortaya cikan ve temellerini sömürgecilik döneminden alan bir fikir akımı olup post-yapısalcılığa dayanmaktadır. Sömürgelerin sömürgeci güçlerden kurtulup bagımsızlıklarını kazanma arzuları bu akımın çıkış noktasını oluşturur. Postkolonyal teori aynı zamanda Tarih, Edebiyat ve Siyasal Bilimlerde de kendini gösterir. Postkolonyal eserler Kültür ve Kimlik kavramlarını hem sömürge dönemine bağlı olarak hem de daha sonraki zamanda sömüren ve sömürülen arasında ortaya çıkan kültür çatışması bağlamında araştırırlar.
[2]Pornotropen für die europäische Phantasie Baş üzerine koyulan ve yasaklı cinsel arzularla korkuları yansıtan büyülü laterna
[3] 377. Seksiyonun amacı doğa düzenine aykırı cinsel eylemlerle gerçekleştirilen suçları sağlıklı toplumsal bir düzen için cezalandırmak.
[4] Livata: Anal Seks, orjinal kelime ’Eindringen’ sokmak anlamına gelir.
Etiketler: