13/02/2007 | Yazar: Kaos GL
‘Sesin seni gördüğüm ilk günden beri kulaklarımda biliyor musun güzel adam. Yağmurlar dindi ben dinmedim. Rengarenk gölgeni götürdüm yatağıma. Saçlarının sarısı aydınlattı odamı, tek tek bütün tellerini okşadım. Dudağının en güzel kenarından Beyrut kokusu geliyordu, içime çektim. Güneş bir mızrak boyu yükselene kadar seviştik. Rengarenk gölgeler düş görür mü güzel adam, ‘ellerim yanıyor, ellerim yanıyor’ diye diye uyuyakalmışsın.’ Ali Ferhat’ın kaleminden güzel adam’a mektuplar.
‘Sesin seni gördüğüm ilk günden beri kulaklarımda biliyor musun güzel adam. Yağmurlar dindi ben dinmedim. Rengarenk gölgeni götürdüm yatağıma. Saçlarının sarısı aydınlattı odamı, tek tek bütün tellerini okşadım. Dudağının en güzel kenarından Beyrut kokusu geliyordu, içime çektim. Güneş bir mızrak boyu yükselene kadar seviştik. Rengarenk gölgeler düş görür mü güzel adam, ‘ellerim yanıyor, ellerim yanıyor’ diye diye uyuyakalmışsın.’ Ali Ferhat’ın kaleminden güzel adam’a mektuplar.KAOS GL
Ali Ferhat
Her yanım ‘yeni bir ülke bulamazsın’ diyen Kavafislerle dolu. Buna rağmen gidiyorum, yeni bir ülkeye başka bir denize.
‘Zaman’ kadar gerçek bu yolculuk, bir düş değil, sen kadar gerçek güzel adam. Gezginlerin ortak kaderi midir, aynı yere gidiyorduk. Daha ilk durağa gelmeden rastladım sana. Sıcak ekmek, defne ve yağmurun ıslattığı toprak kokuyordu gözlerin. Bir karanfil büyütmeye başladım içimde sana ve Devrim’e dair. Senin hiçbir şeyden haberin yoktu. Çünkü elin elime değmemişti. Gözlerimi kapıyordum bütün garlar Haydarpaşa oluyordu, yağmur yağıyordu. Her sabah bir demet papatya koyuyordum kapına, sen sevgilinden biliyordun, onu daha çok seviyor muydun?
Yağmurun dindiği gündü, elin bir çiçek gibi açsın istedim avuçlarımda. Saçlarının nehir sarısı aksın istedim yüzüme. O gün gittiğim her yere rengarenk gölgeni de götürdüm.
Yağmurun dindiği günün gecesiydi, seni düşünmekten yorulmuştum. Dostumu düşündüm uzun uzun, dostumu ve sevgilisini ve yine maviyi. Mavi mavi dinledim. Bulutlar gitti.
Sesin seni gördüğüm ilk günden beri kulaklarımda biliyor musun güzel adam. Yağmurlar dindi ben dinmedim. Rengarenk gölgeni götürdüm yatağıma. Saçlarının sarısı aydınlattı odamı, tek tek bütün tellerini okşadım. Dudağının en güzel kenarından Beyrut kokusu geliyordu, içime çektim. Güneş bir mızrak boyu yükselene kadar seviştik. Rengarenk gölgeler düş görür mü güzel adam, ‘ellerim yanıyor, ellerim yanıyor’ diye diye uyuyakalmışsın. Belli belirsiz bıyıkların sol omzuma değiyordu. Dudağının en güzel kendini sol omzumdan kaldırıp gamzemin üstüne getirdin. Gözlerim seni gördüğüm gün yatağımın yanına astığım mavi kartona takıldı. Rengarenk gölgenle Güneşi beklediğimiz ilk gece yazmıştım ‘W. Sheakspear’den bir alıntıyı o mavi kartona; ‘sevgin benim olsun, onlara kalsın sevişmenin tadı’. Sessiz sedasız ağladım. Sevda üstüne sevda düşer mi güzel adam? Sen o kadar masum musun?
Güzel Adam'a...
Mavinin en güzel renk olduğuna karar verdiğimiz gece daha ilk kar düşmemişti. Geçen sene bugünlerde yağmıştı kar ve ben ilk karı senin yüzüne sürmüştüm, ne güzel güldün. Nereye neden gittiğini bilmeyen gözlerle dört bir yana koşturan bu memur şehrin insanları görebilselerdi o gülüşünü, odalarının duvarlarını İstanbul şiirleriyle donatırlar mıydı, sevgililerini memleket gibi özlerler miydi?
Bizim oralarda yağmur yağıyordur şimdi, Toroslar benim gibi sırılsıklamdır; Akdeniz yağmura yağmur Akdeniz’e doymamıştır. Bu yakamozsuz şehirde sen yanımda olsan Akdeniz’i bu kadar düşünür müydüm bilmem güzel adam. Bir tek, isyanın çoktan başladığını biliyorum. İsyan kendini anlatmayla başladı, suyun öteki tarafına geçmeden sevdalanmanın yalnızlığını yaşayan insanlar için. İsyan haberi bu güzel adam. Nerdesin?
Artık giz yok, mahzende yıllanmış duman yok. Belki de isyan haberi tarih olur, kültür olur, künyelerde de taşınabilen sevginin adı olur; Ali’nin bileğinde Ferhat, Serap’ın bileğinde Nilgün. Artık elimi senin paltonun cebine sokup avucunu aramam güzel adam, aramam. Sokaklardan birbirine sarılarak geçer ellerimiz. Erit kulaklarına akıtılan kurşunu, bugüne kadar çektiklerinden daha kötü değil bu acı, inan bana, bana İNAN. Gel artık. Kaybedecek neyin var ki ağlayan fotoğraflarından başka?…
Kenarlarının, yine hüzünlü şiirlerle süslediğin en hüzünlü fotoğrafını yapıştırmışsın aynaya. Aynada gördüğün sen değilsin ki güzel adam, hep aynı kederli yüz. Oysa, ancak çırılçıplak bir aynada yüzleşilebilir. Dudaklarım seğiriyor, biliyorum, kara gözlerini yolculuğa hazırladım, göç yolları açıldı, yoluna çıkan çocukların oyunlarına katıldın.
Seni karşılamak istedim, nasıl geldiğini görmek. Ufuk çizgisinin üstünde Simurg belirdi. Seni karşılamak istedim, adımımı attım. Bir mayına basmışım. Bacağımı kurban vermek istedim, gökten dost omuzu gibi dizeler indi mayının üstüne, adımım kurtuldu; ‘acı çeken yerlerimi yok etmeden acıyla baş etmeyi öğrendim.’
Sevda üstüne sevda düşer mi demiştim, ne kadar masum olduğunu sormuştum, hiç kimse duymasın bir tek sen duy istemiştim. İçimde sana ve Devrim’e dair büyütmeye başladığım karanfilin üstünde bir damla çiğ tanesi görmem beni duyduğunun işareti midir…
Sen bana yalnızlığımı bile sevdirdin güzel adam. Ben bu kadar masum muyum?
Güzel Adam'a: ‘Bülbülü Altın Kafese Koymuşlar...’
Ne renk aktığını bilmeden herkes Fırat’ın türküsünü söylüyordu. Kulaklarım ağrırken, Kaos GL’nin Şubat sayısında seni selamsız, seni habersiz komanın sıkıntısı vardı içimde. Yazdığım bir başka yazıyı da, yüzümde utangaç bir gülümsemeyle, bu mektubun içine karmaya karar verdim. Sana söyleyecek sözlerim birikmiş güzel adam, heyecandan ellerimi koyacak yer bulamıyorum.
Hatırlarsan sana isyan haberini vermiştim. İsyan, kendini anlatmayla başlamıştı. Sartre’ın asi-devrimci farkını koyan yorumuyla hareket edersen, isyan haberini muştu gibi vermeme ehven-i şer diyebilirsin. Onun için sana şu son günlerde yaşadıklarımızı yaptıklarımızı anlatmak istiyorum. Öküz altında buzağı arayanlar anlamak istemiyor ama söylenebilecek ilk gerçeklik şu: bizim (suyun öteki tarafına geçmeden sevdalanmanın yalnızlığını yaşayanların) ‘bozuk düzende sağlam çark’ olmak gibi bir niyetimiz yok, hiç olmadı da. Sartre dönüşümün yorumunu nasıl yapmıştır bilmiyorum ama, asiyi devrimciye dönüştürmenin yine devrimcinin görevi olduğundan eminim.
Kar erimeye başladı, gün dönüyor güzel adam. Günün adı: ‘Tebliğ Günü’. Önümüzdeki bu takvim için, paneller, söyleşiler belki de bir bahane oldu. Kimilerini şaşırtan, beni çok sevindiren sayfaları var bu takvimin. Sol omzunda kaleşnikof, sağ omzunda heteroseksizmi taşıyan insanların karşısına çıkıp, sağ omuzlarındaki silahı atmalarını önermek, bu öneriye nasıl cevap verileceği bir yana, sırf bu duruşu gerçekleştirmek beni çocuk gibi sevindiriyor.
Kaos GL’nin (27) Kasım 1996 sayısında, Ülker Sokak Sakinleri ve Travestiler başlıklı, Yeşim’in röportajını hatırlatmak istiyorum şimdi de. Yeşim’in yazısı ‘Nereye kadar bu korku, bu kaçış?’ sorusuyla bitiyordu. Korkutan ve kaçırtanlar, karanlıkla beslendiklerinden, güzel olan her şeye olduğu gibi gökkuşağına da düşmandılar. Karanlığın cellatları, ülkülerini iktidar yapmak uğruna hep kan döktüler ve ellerini temizlemek için bayrağı kullandılar hep. ‘Eşcinsel olmayan bayrak assın’ kampanyasını başlatmışlardı. Bu faşizanlığa, faşizme karşı olanların tepki göstermemesi beni üzmüştü asıl.
Bir gün bütün bunlar değişir mi? Varoşlardan, bulvarın kıyafet değiştirdiği yere kadar, heteroseksüellerle ‘her şeyde, hep beraber’ olabilecek miyiz? ‘Daha güzel bir yaşamın sınırları, ölen arkadaşlarımızın yaşadığı kadar’ değil de, gerçekten ama gerçekten ‘daha güzel bir yaşam’ diye bir yaşam var mı? Seni sevmek güzel adam, işte bu soruları sormak demek biraz da. Seni sevmek adil olmayan bu düzeni, adil olduğuna inandığın düzenle değiştirmeyi, yaşamı değiştirip dönüştürmeyi istemek, savaşmak demek.
Dördüncü kuvvet medyaya göre bütün hayatımız değişmiş artık. Günlerden bir gün, bir kamyon bir mersedese çarptı ve ‘bayrak, ezan, çakıl taşı’ gibi basit bir söylemle, üstelik bu söylemi histerik çığlıklarla ifade ederek ayakta kalabilen bir sistem ‘sallandı’. Yüzyıllardır bilinçlere yerleştirilen ‘kutsal devlet’ anlayışıydı asıl sallanan. Bu devlet kutsaldı çünkü, yüzyıllarca devleti temsil eden aynı zamanda Tanrının yeryüzündeki halifesiydi. Bu devlet kutsaldı çünkü, yetmiş beş yıldır, her ne kadar Rahmanın kullarıyla Cumhuriyetin kulları karşı karşıya getirilse de, devlet ‘baba’ olmuştu, ‘ana’ olmuştu. Kavramlar zorla birbirine karıştırılırken, örneğin ‘şerefli olanla’ ‘şerefsizin’ ayrımını yapmak çok kolaydı. Aynı kolaylıkla da ‘dinin siyasete alet edilmemesi ve laikliğin siyasallaştırılmaması’ gerektiği söylenebiliyordu. Kolayca söylenen bu lafları anlamak zor gelirken, medya, ortaya çıkardığını iddia ettiği depremi durdurdu ve yeni bir dönem başlattı. Medyanın sus(t)ur(u)l(d)uk dediği olayı iflas eden paradigmanın gösterimdeki son filmi olarak görüyorum. Filmin adı ‘Küçük Amerika Oluyoruz’. Başlayan bu yeni dönemde artık sistem, kendi kendisini sorguluyor(!). Hem de ne sorgulama, devletin güvenliği için canla başla çalışan polis şefleri, özel timciler, devletin güvenlik mahkemelerini ve cezaevlerini içerden gördüler. DGM’lerin şimdilik dokunamadığı milletvekillerine, eski bakanlara, yine milletin vekillerinin oluşturduğu komisyonlar dokundu. Tofaş, Tedaş, Malvarlığı dosyalarındaki aklamalar, yine sistem içindeki bazı duyarlı(!) insanların bile canını sıksa da, film heyecanını hiç kaybetmedi. Sistem kendi alternatifinin yine kendisi olduğunu söylüyor sonuçta. Yani, çark eskisinden daha iyi çalışıyor, dişliler dönüyor.
Dişlilerin arasında ezilmek istemiyorum güzel adam. Kendi alternatifim için savaşmak, biliyorum, senin adını künyemde adımın yanına yazmak için savaşmak demek. ‘Eşcinseller cinselliği, cinsiyetin belirleyiciliğinden kurtardı belki ama cinsel kültürün tekelinden kurtaramadı’ diyor Gülay Göktürk, Kuş Kafesi adlı filmle ilişki kurduğu yazısında. İnsanın kendisini anlatmasından daha radikal ne olabilir ki? Gün, Tebliğ Günü’ne dönerken varsın Gülay Hanım gibiler bize ‘marjinal’ desin ‘radikal’ desin ne fark eder. Daha önce söylemiştim isyan haberi tarih olur, kültür olur... Yazacak çok şey varken, Gülay hanıma cevap vermek hiç niyetim değil, hem de bunun için çok geç. Arşivimizin kara sayfaları arasına koyduğumuz bu yazıya şöyle bir göz atıyorum tekrar. ‘Radikal’ kelimesinin ne çok kullanıldığını fark ettim, üşenmeyip saydım, 13 kez. Sevgili arkadaşımız Selçuk’a da ‘yazanın kötü niyetinden değilse cahilliğinden’ yorumunu yaptıracak böyle bir yazıda, on üç kez ‘radikal’ demenin hikmeti, Radikal adlı gazetenin yayına başladığı günlerde Gülay Göktürk’ün oraya transfer olamayışının yarattığı sıkıntı mıdır, değilse nedir, sorularına cevap aramak sanırım Cenk Koray’ın ilgi alanına girer. Ben şimdi belgelerle uğraşıyorum.
Herkesin bir yerlerden bulup belge açıklaması, seni de rahatsız ediyor mu? Şimdi ben de bir belge çıkartıyorum, şaşırma, bu onlardan değil. Ali Ferhat’ın günlüğünden, 9 Mart 1997’de yazdığı sayfayı, seninle paylaşmamaya dayanamazdım:
9 Mart 1997 Pazar
Sevgili Günlük, bugün hem çok mutluyum hem kafam biraz karışık. Olayların bu kadar hızlı gelişmesi beni yoruyor. Bugün olanlara geçmeden önce biraz eskiye gidip bir tv haberini hatırlatmak istiyorum. Aradaki bağı kurgulayınca insan gülmeden edemiyor.
Tevfik Ağansoy öldürüldükten sonra eşi her gün tv’lara çıkıp ya herkesin bilmesini istediği açıklamalar yapıyor ya da birilerine gözdağı veriyordu. Bayan Ağansoy bir konuşmasında Alaattin Çakıcı’ya ithafen ‘eğer homoseksüel değilse ortaya çıksın’ diyordu. Çakıcı kendisine yapılan bu büyük hakarete(!) rağmen ortaya çıkmadı.
Bugün homoseksüeller, sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eyleminin son gecesinde, Güven Park’a yürüyen kitlenin içindeydiler. Slogan attılar, düdük çaldılar, alkışladılar. 8 Mart 1996’da, Kadınlar Günü’ndeki Mitingde ilk kez duyulan slogana kadar her şey ‘normal’di, ‘ibne değil eşcinsel, gey lezbiyen burdayız’.
‘Faşizme karşı omuz omuza’ diyen bir insanın, ‘ibne değil eşcinsel, gey lezbiyen burdayız’ dediği anda farklılaştığı için, fark edilmediği bir mitingde görüyorum seni. Gülümsüyorsun güzel adam. Sol mememin altında karartmadan tuttuğum cevahir yeri de inletiyor göğü de. O gün, o mitingde sesini duyuyorum ilk kez. Merhaba, diyorsun. Selamın rüzgar olup Toroslar’a kadar gidiyor. Torosları bilmez misin aldığı sesin yankısını en cömert bir Toroslar verir bir de senin gönlün. Sesinin yankısı bütün kafesleri darmadağın ediyor.
Günlüğe o gün yazılanlar güzel bir düşle bitiyor. Ama sen... Sen düş değilsin ki güzel adam. Bunu daha ilk mektubumda söylemiştim. Sen güzel adamsın, adın dilimde tespih oldu. Sen benim en güzel öykümsün, isyan haberimsin. Ay üstümüze doğarken rengarenk gölgenle turna semahı döndüğümüzü kimse görmedi. Bu yıl da Newroz ateşinin üstünden atlarken seni dileyeceğim. Hava, toprak ve su, cemrelerine kavuştu. Dokunuşların anlam değiştirdiği ama sarılmanın tadını doyasıya alamadığım, birlikte sinemaya gidemediğim, sokağa çıkamadığım yani, ama kokusunu iki gün ayrı kalınca özlediğim yeni bir ilişkide de göremedim seni. Yanlış anlama (bundan hep korkarım) ben seni hiç aramıyorum ki güzel adam, aşka düşen son cemresin sen.
Kuşlar Devrime Uçar.
Diyeceğim şu ki güzel adam; ‘... Ah vatanım’. ‘... Ah vatanım’. ‘... Ah vatanım’...
Güzel adama: ‘Yaktığımdan Daha Büyük Ateşlerde Yandım’
Merhaba, adım Muzaffer, 23 yaşın… (ay olmadı kapat kız şu teybi)…
Selam, ben Muzaffer, 23 yaşındayım. Nereli olduğumu boş verin. Aslında insanlara gerçek adımı da söylemem. Ama burada öbür adımı söylemiyorum… (böyle daha iyi oldu dimi? Şeye girim mi, okula falan?)… Lise 2’den terkim. En çok Türkçe dersini severdim. Öğretmen hep benim kompozisyonlarımı beğenirdi. Şiir yazardım. Hâlâ yazıyorum. Bir gün roman yazacam. (ayol benim hayatım roman hahahahayy. Şaka yapmadım kıız valla öyle)… Ferhat olan Ali istedi size bu öyküyü anlatmamı. (bak bak bak nasıl da hoşuna gitti, ibneee)…
Herkesin böyle güzel öyküsü var mıdır güzel adam? Herkes kendi hayatını yaşıyor ama öyküsünü anlatamıyor.
Ali’yle tanışalı 2 ay oluyor (di mi lan?) Çor çıkarmıştım. Dövmüşlerdi beni. O gece çalışmıyordum. Bulaşmalarına en çok bu yüzden sinirlendim. Çalışmadığım geceler biraz farklı oluyorum galiba, biraz sinirli… (has gacıların ay hali gibi ayol.. hahahayy……. Ne de olsa ben de.. hahaha…)
Kötü görünüyordu. Dudağı kanıyordu, kanıyla aynı renkti ruju, çorapları kaçmıştı, kaçmak ne, yırtılmıştı. Bağırdı bana: ‘Ne bakıyon lan hiç mi nonoş görmedin? Güldüm. ‘Çook’ dedim. Şaşırdı mı bilmiyorum, yüzüme baktı, sonra o da güldü. Sigara verdim, kalitesizmiş, kendisi kalite takılırmış, uzattı, aldım, ‘ay sakallıya bak ibne gibi tutuyor sigarayı’ dedi ve uzun uzun kahkaha attı.
O akşam arkadaşlarımdaydım. Misafirleri gelecekti. Beni uyardılar ‘belli etmemem’ için. Tepem attı, vurdum kapıyı çıktım. Eskiden olsa ağlardım. Şimdi bir tek senin için ağlıyorum. Seni düşününce… Benden ‘erkek’ taklidi yapmamı isteyenler, paltonun cebine elimi sokup, eline dokunduğumda, duyduğum mutluluğu her gün ayrı bir kadının üstünde aldıkları zevkle duyamayacaklar, onlara acıyorum. Acıyorum. Onlar beni acıtıyor, kalbimi, ellerimi, her yerimi, ben onlara acıyorum. Geceye, sokağa veriyorum kendimi. Gece de sokak da daha dürüst, rol yapmamı kendileri için değil, güvenliğim için, benim için istiyor gece de sokak da… Muzaffer de söyledi bunu: ‘Raconsa, kralını kes güzelim. Sakalının her bir kılını kullan korkma. Gece güvenini boşa çıkarmaz. Kaldırımları seversen, en pis en madi heriflerin yanından geçerken, şu dar omuzlarının bir anda genişlediğini hissedersin.’. O da senin gibi güzel adam, kelimeleri süslemiyor. Anlattı, anlattı, ailesini, nasıl Ankara’ya geldiğini, ameliyattan sonra neler yapacağını, nasıl çalışmaya başladığını, ilk çarka çıkışını, sonra, sonra avcıyı anlattı, sevgilisini, sevgisini. Hani yine yollara düşmüştüm, hani yine içim acımıştı, acımıştım. Umudumu ayağa kaldırdı cümleleri devirirken.
… (Aaa, sen beni dinlemiyon galiba. Nooldu yine nerelere gittin? Birer sigara yakalım, efkarımız gitsin)… Uzatmayalım, tanıştık işte. Hiç unutmam, bana o gece ayrılmadan önce sormuştu, ‘Korkmuyor musun?’ Çok gülmüştüm, ‘Ayol götümü veriyorum daha neden korkacam’ demiştim. Meğerse böyle bir şeyi daha önce bir karikatür dergisinde mi bir yerde okumuş. Söyledi inanamadım ama daha sonra evinde, evet o zamandan beri arada görüşüyoruz, evine gidiyorum (dur bi dakka, birbirine karıştı, burayı baştan alalım)… Evinde o dergiyi gösterdi de hayretler içinde kaldım. Sonra işte sizin bu dergiyi de gösterdi, biraz biraz okudum ama nasıl desem sıkılmıyorum da zor işte. Bir kaç hikayeyi size de anlatmamı istedi. Aslında yine herkes mutsuz ama biz sanki biraz daha kolay sevinip, biraz daha kolay üzülüyoruz. Yani ağlarken nasıl tam ağlıyorsak, gülerken de tam gülüyoruz… (Yok ayol, benden edebiyatçı falan olmaz. Biraz ara verelim….. Yaalan, başkası yaalaaan, dünyada ölümden başkası yalan, yaalan… o karı yok mu ya, koy da dinleyelim. Yaalaan, başkası yaalaaan… sakız ister misin? Hani var ya şu reklam, akıllı erkek; beyaz ata binmiş prens çıktı falımda, ne prensi yaa…. Ulan amına koyim, prens işte prens, prenss… Bak yine gülüyor orospu karılar gibi, gülmesene lan…. Gülme diyorum ha… Niye neşelisin ki bu kadar?…)…
Yes, I am gay, Because I am a gay. ‘Prens, prens işte’ bunun Türkçesi güzel adam. Kırk keredir söylüyoruz. Kaos GL’yi kırkladık. Kırklar’ın Yediler’in yardımı olmadan. Kırk gün kırk gece düğün yapmayacağız elbet. Kılı kırk yardığımdan yazamıyorum sana Haziran’dan beri. Oysa söyleyecek ne çok şey var ve hep bir şeyleri eksik söyledim. Bir şeyler hep eksik. Yine düşümde gördüm, beyazlar giymiştik, hayır olsun, yaşlı bir kadın anlatıyordu ikimize: Bir ananın çocuğu ölünce, öldüğü gün göğsüne kırk köz düşer. Her gün bu közlerden biri söndürülür. Kırk gün sonra kalan son köz, kadın ölene kadar durur..… Muzaffer’in öyküsünü dinlerken yoktun yanımda, yoktun. Yokluğunu tarif ederken bu rüya geliyor aklıma ve çocuğu ölmüş bir kadın gibi göğsümde bir köz kaldığını ve ölene kadar taşıyacağımı düşünüyorum. Ellerimi götürüyorum kalbimin üstüne; ellerim yanıyor, ellerim yanıyor…..
(Ellerine ne öyle bakıyon be? Şurda iki satır bişey anlatıcaz… offff of…. Konuştuk konuştuk şimdi en kötüsüne geldi sıra. Yok öyle sana anlattığım gibi falan anlatamıyorum… Gözlerimi mi kapıyım, manyak mı ne… Ufff tamam, tamam)… Çocukluğumuzdan, ben evden ayrılıncaya (kaçıncaya) kadar beraberdik. Benden 2 yaş büyüktü. Hani derler ya beraber büyüdük, işte öyle… Saçlarında iki tane beyaz vardı. Boyu uzundu, selvi gibi… Gözleri kısılırdı, gülerken, önünde iki büyük dişi dudağını deler gibi çıkardı. Çenesinde gamze gibi güzel bir çukur vardı. En tuhafı elleri, ellerimiz; ellerimiz garip bir şekilde birbirine benzerdi. Onunkiler daha bakımlıydı, daha temizdi. (Yeter, yeter artık… Sigara nerde lan?… Ne zaman yayınlanacak bu… İyice uçmaya başladım ha, yok boyu, yok posu…)…….. Dereye beraber inerdik, kaleye beraber çıkardık. Bir gün, sonbaharın sonuydu, çok yağmur yağıyordu. Kaleye geldiğimizde sırılsıklamdık. Ateş yaktık. Gömleğini çıkarıp ateşin başına oturmuştu. Sanki ateş gözlerinde yanıyordu. Hiç konuşmadık. Sonra kalktı, yanıma geldi, omuzlarımdan öptü… (…)… Elimi tutup ‘yaktığın ateş mi, yandığın ateş mi?’ dedi... Daha fazla tutamadım kendimi, ağlamaya başla… (..)... 14 gün hiç görmedik birbirimizi. Erken yağmıştı kar, o sabah bütün Yayla bembeyazdı. Ava gidiyordu, beni görünce gülümsedi, yerden bir avuç kar alıp yüzüme sürdü. ‘Hadi gel ava gidelim’. …
…Her zaman gittiğimiz yerdi, dallar birbirinin üstüne öyle yığılıydı ki kışın bile altında birisinin oturduğunu hemen göremezdiniz. Çömelmiştik. Eli tetikte, gözlerini kısmış bekliyordu. Ben onu seyrediyordum.. Onu hep seyrederdim ve o bundan çok hoşlanırdı. Karatavuk derler bizim orda, iri bir kuştur, vurmuştu. Kanadının üstünden girmişti ölüm, boynundan çıkmıştı. Çok az kan vardı. ‘İyi kısmet’ dedi. Kuşu avuçlarıma bıraktı. ‘Üşüyorsun sen’… ‘Üşümüyorum’ dedim. …. ‘Kuşu avcunda tutarsın, elini ısıtır. Avcılar böyle yapar elleri üşüyünce.’…. ….
(Düşünüyorum da, ne çok şey kaybettik. Baştan söylemiştim, bir düş değildi bu yolculuk, sen kadar gerçekti güzel adam. Sevda üstüne sevda düşmedi çünkü sen o kadar masum değilsin, sen bana yalnızlığımı bile sevdirdin ama ben bu kadar masum değilim, kuşlar Devrime uçar ve ben sevmeyi öğreniyorum; ama sen bir avcı gibi ellerini ısıtırken benim bedenim soğuyor. Ellerin yanmıyor mu güzel adam, benim ellerim yanıyor, mektuplarım yanıyor, öykülerim yanıyor, günlerim yanıyor senin ellerin güzel adam, hiç değilse ellerin, ellerin yanmıyor mu?..)……
Güzel Adam'a Son Mektup
‘Ne Olduysa Aysız Gecelerde Oldu’
Gidiyorum…
Ölüm adil değil güzel adam. Bu sana son mektubum. Sen nerde olacaksın, diye sormadan gidiyorum. Gitmek senin kadar güzel.
Yağmur yağıyor. Sensiz, dallarında açan çiçeklerin tadı yok. Sensiz İstanbul’un bile tadı yok. İstanbul’a gittim de Kadıköy’e uğrayamadım bile, Haydarpaşa’ya bir selam vermedim. Aşık değildim. Aşık mıydım?… (‘.. aşkın karşılığı olan hiçbir sözcük olmasaydı, o zaman aşk olmayacak mıydı yani? Aşk duyulmayacak mıydı o zaman? Aşk -sevgi-, sözden önce de vardı’ Cehenneme Övgü)
Yağmur yağıyordu, ‘sensiz Haydarpaşa bana haram olsun ulan’ diye bağırdım. Gecenin en madi saatiydi. Mendireğin orda bizden başka kimse yoktu. Zoru başardık seninle, bir araya gelmesi belki de olanaksız şiirleri, şarkıları ve hatta ilahileri buluşturduk. Ay üstümüze doğuyordu. İçtik içtik güzelleştik.
Bırak Haydarpaşa yerinde kalsın güzel adam, ‘senin sonun yok’ ama ben gidiyorum. Çünkü ölüm adil değil. Çünkü her sorunun karşılığı, hayat böyle, diyerek de verilebiliyor. Çünkü… aşığım. (‘Yaşam aşktan üstündür. Aşk yaşamın bir parçasıdır. Yaşarken severiz. Severek ve acı çekerek yaşarız. Acı çekmek de, sevmek de yaşama aittir. Yalnız sevmeyi yeğlemek ve acı çekmeyi reddetmek, yaşamı reddetmek anlamına gelir.’ Yine Cehenneme Övgü. Yine cehenneme…)
Aşkı aramıyordum. O ve ben, biz birbirimizi aramıyorduk. Bulduk, bulduktan sonra aramaya başladık. Onun için binlerce yıl yaşamayı göze almıştım. Seni kalemin ucunda sayfaların ortasında bulmuştum güzel adam. Ama O, yaşamın içindeydi. Sana, güzel sözler söylemek istedim, kelimeleri süsleyip süsleyip yazdım sana. Ama O’nunla, konuştuğumuz dili beraber yaratmıştık. Giderayak sana bunları O’nu- anlatırken neden hep geçmiş zaman kullandığımı sadece terk edilmemle açıklayamam. İnsanları kaybetmek ölüm gibi hem adil değil hem de hiçbir şeye benzemiyor.
Uzun zaman önce yazmaya başlamıştım sana ‘son mektubu’. Şimdi okuduklarınla aynı değildi yazılanlar. Ne fark eder ki, sen hiçbir şey bilmediğini bile bilmedikten sonra ne fark eder? Varlığın yerini yokluğun alması ne kadar zorsa, mutluluğu ifade eden kelimelerin yerini acının alması da o kadar zor oldu ama… Bitirdikten sonra, not, yazıp, iki nokta üst üste koyup, bu bir öyküdür, diyeceğim son mektubu yazıyorum sana. Kelimelerin esiri ettin beni ama bunu da hak ediyorsun; kaldır kadehini, gitmelerin şerefine…
Haydarpaşa bizi seyrederdi, biz içerdik, hep güzelleşirdik. Boş ver, bırak Haydarpaşa yerinde kalsın. Boş verme, bırak her şey yıkılsın. Hiç arabesk olmuyor, hem de hiç. Zaten bizim atalarımız Arap-es-k’azaya uğramışlar. Helâk olmuşlar. (‘Lût kavmi, gönderilen peygamberi tekzip ettiler. O vakit onlara kardeşleri Lût dedi ki: Korkmaz mısınız? Muhakkak ki ben sizin için emin bir peygamberin. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Ve buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükafatım başkasına değil- ancak alemlerin rabbine aittir. Siz âdemilerden erkeklere mi gidiyorsunuz? Ve rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıyorsunuz da. Hayır, siz haddi tecavüz eden bir kavimsiniz. Dediler ki: Ey Lût!.. And olsun ki, eğer sen nihayet vermezsen elbette çıkarılmışlardan olacaksın. Dedi ki: Şüphe yok, ben sizin için buğz edenlerdenim. Ya rabbi!.. Beni ve ehlimi onların yapar oldukları şeylerden necata erdir. Artık onu ve ehlini tamamen necata erdirdik. Ancak bir kocakarı geri kalan içinde kaldı-. Sonra geri kalanları helâk ettik. Ve onların üzerlerine yağmur yağdırdık. Artık ne fena oldu o korkutulmuşların yağmuru.’ Şuarâ: 160-173)
Yağmur yağıyor, sırılsıklamım, yağmuru sevmediğine yanarım, bir de kirpiklerinin kuruluğuna. Aman ıslanma, aman kirpiklerin kuru kalsın ama… Ama acele et, çabuk oku! Şimdi bir palyaço gelip bütün mektuplarını yakacak. Senden gözyaşı isteyip çığlıklar atacak, sonra yakandan tutup gözlerinin içine koşacak. ‘Onu seviyordum ulan, beni niye terk etti’ diye soracak sana. İteceksin palyaçoyu, kovacaksın. Her adımda dönüp arkasına sana- bakıp geldiği yere -yağmura- gidecek palyaço… Saçağın altında kozalarından çıkan kelebekler, yağmura uçacaklar. ‘Bunlar zaten hep ölümüne uçar’ diyeceksin. Ama kelebeklerin öleceklerini bile bile ateşe uçtuğu yalandı hani, hani bilerek ya da bilmeden kelebeklerin ölüme uçtuğu egemen ideolojinin öğretisiydi… Haberin olsun, terk edilmek de öğretiyor. Yani; ateşe ya da suya… Kelebekler ölmek için uçmaz güzel adam. Ama sen… Sen bunların hepsini görmezden geleceksin. Sonra sırıtacaksın.
Gülümsemeyeceksin, sırıtacaksın, dişlerinin arasından erittiğin dudaklarım sızacak, sonra yağmur yağacak. Hep yağmur yağacak, yağmur yağacak… (‘Çölün, ölümü taşımasına yardım edecek bir omuz olduğu yerde kaldı ve sevgilim’ dediği bir cerenin kanına banılmış bir güneş parçası bıraktı geleceği sevene. İkinci yurdu olması için bir anlaşma yaptı ufukla… Vurgunum ben tufana dönüşen bir güvercin olan gözyaşlarının oyununa, tufana gereksinimi var dünyanın.’ Yürek ister peygamber ve Kur’ân üzerine başka sorular sormak için. Konuşuyorum ve ateşle sarılmış bir bulut görüyorum, aktığını görüyorum insanların gözyaşları gibi.’ Ah Ali Ahmed Said ah… Tırtılın ördüğü kozanın içinde kelebek olması mı zordur, senin Adonis olman mı, yoksa hep ölmek mi?…)
Sorularla beraber sana yazdıklarım ve onunla yaşadıklarımız geçiyor aklımdan. Sonra karnımın oralarda bir yerde bir ağrı duyuyorum. Uzun süredir yoktu bu ağrı… Gitmeden, son bir şeyler söylemek istiyorum sana, olmuyor. Sayfaların arasında söylenecek söz, yaşamın içindeki gibi rahat çıkmıyor ağızdan. O’na nasıl da söylemiştim… Beraberliğimizin ilk günleriydi ortak bir dil kullanma kaygısı taşıdığımız günler- Ağır Roman’a gitmiştik. Hani orda Salih Tina’ya, hastayım sana, deyince, Tina da ‘geçmiş olsun’ diyor ya, bilinç altıma yerleşmiş olmalı. Birlikte geçirdiğimiz yine güzel bir gündü, dolmuşa biniyordu, arkasından bir şey çok şey- söylemek istedim. ‘Seni seviyorum’ diye bağırmak istedim. Olmadı, olamazdı. Bir anda ağzımdan çıktı; ‘Geçmiş olsun’. Döndü, gözleri de güldü ‘sana da’ dedi…
Bütün bunları anı olsun diye yaşamadık güzel adam. Ateşe de yağmura da, uçmak istediğimiz için uçtuk. Öleceğimizi bilerek değil, öleceğimizi düşünmeden, istediğimiz için uçtuk, sen ateşe güzel adam, ben yağmura… …
…………………………………………………………………………………………………………………………………
Birbirimize ‘son kez’ bir şeyler söylemedik hiç. Yağmurun son damlası düştü sonra biz yağmaya başladık. Vücudu giderek soğuyordu ama elleri, elleri yanıyor muydu?… Bir kaçış değildi bu, yalanı yaşamaktansa bize bırakılan son inisiyatifimizi kullandık.
Gidiyorum… Ölüm adil değil güzel adam… Bu sana son mektubum… Sen nerde olacaksın, diye sormadan gidiyorum… Gitmek senin kadar güzel… Bak yağmur yağıyor güzel adam… Sana bir kez daha son kez- söylemek istiyorum; ….
……………………………………………………………………………………
Kaynak: Kaos GL, Aralık 1996/Ocak, Mart, Aralık 1997/Mayıs 1998, Sayı 28, 29, 31, 40, 45
Etiketler: