27/06/2013 | Yazar: Emre Terekli
Tarihe sahip çıkmayı, bir taş parçasına sahip çıkmak zanneden anlayışı artık geride bırakmak lâzım.
"Tarihe sahip çıkmayı, bir taş parçasına sahip çıkmak zanneden anlayışı artık geride bırakmak lâzım."
Geçtiğimiz yılın Aralık ayında düzenlenen “Hangi İnsan Hakları? Film Festivali” kapsamında gösterime sunulan belgesellerden biri “Sessiz Tarih: Hasankeyf’ti.” Sessiz Tarih, doğa ve insan ilişkisini temel alarak, Dicle Nehri üzerinde yapılmak istenen Ilısu Barajı’nın Hasankeyf’teki yaşamı nasıl etkilediğine yoğunlaşan bir çalışma. Hasankeyf’te neler olduğunu bir de Hasankeyfliler’den dinlemek isteyenlerin ilgisini çekecek belgeseli hazırlayan Berkay Kuyzu ve Elodie Eda Moreau ile birlikte dışarıda bırakılanları Hasankeyf’ten yola çıkarak düşünmeye çalıştık.
Belgesel çalışmaları için Hasankeyf’te olduğunuzda bölgenin genel atmosferine dair izlenimlerinizden başlayalım. Yıkımın eşiğindeki Hasankeyf, ziyaretçilerine neler anlatıyor?
Moreau: Aslında Hasankeyf’teyken ilk anda etrafıma baktığımda yıkımın eşiğinde olduğunu hissetmedim. Tam tersine, “Ne heybetli ne güzel bir yer kucaklıyor bizi” diye düşündüm. Selahiye Bahçeleri’nde Dicle Nehri’ni besleyen pınarlar, minik şelaleler gürül gürül akıyor. Doğası harika. Mahalle yaşantısı sürüyor. Kadınlar ot ayıklıyor, el işleri yapıyor, çocuklar dışarıda oyun oynuyor, çobanlar hayvanlarıyla ilgileniyor. Kalenin arkası kapatılmış ama gidip gezebildik; orada saklı olan güzellikler, sapasağlam karşımıza dikildi. Hasankeyf ziyaretçilerine kendisini gayet güzel anlatıyor. Tarihin izleri bambaşka şekillerde de yaşanabildiğini kanıtlıyor. Biz oradayken Hasankeyf Kalesi ziyaretçilere açıktı, şimdi kapatılmış. Biz gelmeden kısa bir süre önce, Dicle karşısında gün batımının keyifle seyredebileceği çardaklar kapatılmış. Şimdi çarşı yaşantısı yavaş yavaş ölüyor çünkü insanlar göçe zorlandı; üstelik elli küsür senelik bir politikayla bu günlere gelindi. Hasankeyfliler’le konuşmaya başlayınca işte o zaman Hasankeyf’in bir eşikte olduğu anlaşılıyor. İçlerine girince çaresizliklerine tanık oluyorsunuz ve o kadar heybetli yapıların nasıl olur da sular altında bırakılacağına, tarihin izlerinin böylesine düstursuzca nasıl silineceğine ve sessizce ilerleyen politikanın yarattığı yıkımın gücüne hayretle bakakalıyorsunuz. O noktada Hasankeyf ziyaretçilerine bence tek bir şey söylüyor: Bana sahip çık.
Kuyzu: Hasankeyf’e giden insanlar öncelikle uygarlıkların beşiği olan tarihleriyle yüzleşiyor. Tarihi köprüden tarihi kalenin kendisine, Zeynel Bey Türbesi’nden El-Rızk Camii’ne ve mağara evlere baktığımızda, bizim şu anki şehir anlayışımızdan çok farklı, doğayla uyum içinde oluşturulmuş muazzam bir yer karşımıza çıkıyor. Hasankeyf’te yaşam, hem geleneksel hayvancılık ve meyve bahçeleriyle hem de bölgenin tarihi değerleri barındırmasından kaynaklanan turizm olanaklarıyla sürüyor. Yürütülen bütün yıkıcı politikalara rağmen Hasankeyf doğasını ve kültürünü koruyarak yaşantısını sürdürüyor. Fakat Hasankeyf’in önünde büyük bir tehdit var: Ilısu Barajı. Yarım yüzyıldır söz konusu edilen bu devlet yatırımı, Hasankeyfliler’in kendi memleketlerinde yaşama hakkını yok saymakta. Sırf Hasankeyf değil, Dicle Vadisi’nin tüm doğal döngüsü, zengin biyoçeşitliliği ve tarihî izleri, Dicle üzerinde yapılmak istenen Ilısu Barajı nedeniyle sular altında kalma tehdidiyle karşı karşıya.
Hasankeyf’teki tarihi eserlerin, oluşturulacak açık hava müzesine taşınarak korunacağı söyleniyor. Hasankeyf’in korunması taşımalı tarihle mümkün mü?
Moreau: Mümkün olabilir mi?! Bahsettiğimiz yapılar büyük bir yerleşim yerini içeriyor. Dahası toprağın altında gömülü kat kat şehirler var. Tarihe sahip çıkmayı, bir taş parçasına sahip çıkmak zanneden anlayışı artık geride bırakmamız lâzım. Antik yerleşim yerleri kan ağlıyor. Şu anda tarihle aramızda büyük bir yarık oluşturuluyor, sonra da hep yapıldığı gibi, yeni yazılan tarihle hayatımıza devam edeceğiz, yalanları yutup rahatlıkla yönlendirilebileceğiz. Gidip orayı gözleriyle gören, bu fikrin akıl dışı olduğunu anlar. Açık hava müzesi için 53 milyon dolarlık bir bütçeden de söz edildiğini not alın isterseniz. Tarihi mi taşımaya çalışıyorlar, yoksa işin içinde başka hesaplar mı var, bunu düşünmek lâzım. Ayrıca, Hasankeyf’i taşıyınca “Hasankeyfli” diye birileri de kalmayacak; kültürler işte böyle yok ediliyor. “Taşınsınlar, yeni bir hayata başlasınlar” zihniyeti var. Birileri Hasankeyfliler adına karar veriyor. Burada bir şiddet söz konusu, bunun ifade edilmesi gerek.
Kuyzu: Tarihî eserlerin yeni Hasankeyf’te kurulması düşünülen açık hava müzesine taşınması Hasankeyf’in yok edileceği gerçeğini değiştirmiyor. “Hasankeyf sular altında kalacak” dendiğinde “Biz bu eserleri açık hava müzesine taşıyarak koruyacağız” deniyor. On bin yıllık tarih nasıl taşınabilir! Sadece, kendi tanımladıkları biçimiyle tescilli 7-8 adet “Taşınmaz Kültür Varlığı”nın açık hava müzesine taşınması ve sergilenmesi söz konusu. Üstelik Hasankeyf sadece tarihî eserlerinden ibaret değil. Kendine has coğrafî koşullara ve doğaya ihtimam göstererek nesiller boyu nakış gibi işlenmiş bir antik yerleşim alanı. Günümüzde yeni bir meseleymiş gibi tartıştığımız, kısıtlı olan temiz su kaynaklarını nasıl değerlendireceğimiz sorusunun cevabını, Hasankeyf’te yaşamış atalarımız çoktan beri çözmüşler. Günümüzün insanları olarak bizlerin, Hasankeyf Kalesi’nde inşa edilmiş olan sarnıçlarda temiz suyun nasıl toplandığını ve nasıl depolandığını detaylı biçimde incelemesi gerekir. Fakat günümüz toplumu, Hasankeyf’in bize sessizce anlattıklarını dinleyecek kulaklardan yoksun. Gerçekleştirilmek istenen betonarme yeni Hasankeyf, kadim zamanlardan beri taş üstüne taş konularak işlenmiş olan Hasankeyf’in yerini nasıl tutabilir!
Belgeselinizin adı “Sessiz Tarih”. Bu ad neyin çağırışıydı?
Moreau: “Sessiz Tarih” pek çok şekilde anlaşılabilir. Hasankeyf sessizce kendini, tarihini anlatan bir yer; bakmayı, hissetmeyi bilene çok şey anlatıyor. Sessizce kendini korumuş, pek çok medeniyete, canlıya yuva olmuş, pek çok yaşam şekline tanıklık etmiş. İkinci olarak, 50 senedir uygulanan politika sessizce ilerledi, adım adım, sinsice, neleri yok ettiğini, neleri yok etmeyi amaçladığını saklayarak, tabular oluşturarak. Son olarak, sular altında kalırsa, bu sefer Hasankeyf tarihiyle birlikte ilelebet sessizliğe gömülecek.
Belgeselin başlarında bir zamanlar Hasankeyf’in mağara evlerinde yaşamış birinin o evleri özlemle anlattığını görüyoruz. 1960’lara kadar yaygın olan bu yaşam biçimi “Afet Evleri”nin yapılmasıyla sonlandırılmış durumda. Şimdilerde ise yaşam alanları sular altında kalacak insanların TOKİ evlerine taşınması söz konusu. Hasankeyfliler yaşam alanlarına bu denli müdahale edilmesini nasıl karşılıyor?
Kuyzu: Mağaralara, bölgenin doğasını ve iklimini değerlendirerek baktığımızda, yazın serin ve kışın sıcak koşullarıyla Hasankeyf’te yaşamak için en uygun barınma biçimini oluşturduğunu görüyoruz. Anadolu’da 1950’li yıllardan itibaren tarımsal mekanizasyonla birlikte geliştirilen iskân politikaları 1960’lı yıllarda Hasankeyfliler’e de uğramış. Gerekli görülen tarımsal üretim biçimi ve tanımladığı modern insanın yaşam koşulları mağaraları çağ dışı addediyor. Böylece, Hasankeyfliler mağaralardan, devlet tarafından inşa edilen “Afet Evleri”ne taşındırılmış. Bu evlerin yapımı sırasında da, şu anda yeni yeni söz konusu ettiğimiz tarihî eserler tahrip ediliyor. Hasankeyfliler istememelerine rağmen “Afet Evleri”ne yerleştiriliyorlar, o kutu gibi evlerde yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Şimdilerde ise, sular altında bırakılarak yok olması planlanan mağaraların, bahçelerin, meraların ve evlerin karşılığında Hasankeyfliler’den, yeni Hasankeyf’in TOKİ evlerine taşınması isteniyor. Hemen karşılarında kurulan modern şehir konutlarına, Hasankeyfliler yine gitmek istemiyor. Üstüne üstlük, atadan kalma bütün mağaralara, evlere, bahçelere karşılık olarak onda bir oranında bir bedel ölçülüyor. Yani, Hasankeyfliler’e “Bildiğin bütün yaşamını bırak ve borçlanarak yeni bir yaşama başla.” deniyor. Bu konuda kendilerinin bir seçim hakkı yok çünkü kaderleri başkaları tarafından çoktan yazılmış. “Yaptım, olacak ve siz de uyacaksınız.” baskısıyla karşı karşıya Hasankeyfliler. Bu yılın yaz aylarında resmî kurumların Yeni Hasankeyf’e taşınacağı söylentileri dolanıyor. Hasankeyfliler de, bu yıl itibariyle, Anadolu’nun bütün kırsal kesiminin karşı karşıya olduğu yersiz-yurtsuzlaşma sürecinden payını alıyor.
Anadolu’da yapılan barajların ve HES’lerin karşısında duran insanların iktidar tarafından “çevreci tipler, bölücü, bölgenin gelişmesini istemeyenler, marjinal gruplar” denilerek nitelendirildiğine şahit olduk defalarca. Bunu nasıl yorumlamalı?
Moreau: İktidarlar kendi söylemleri dışında bir şey savunan insanlara kulplar takıp onları toplum dışı ilan eder. Kim durupdururken, ortada bir sorun olmadığı halde iktidarla çatışmaya girmek ister ki? Dünyada asıl sorun daha fazla enerji, daha fazla üretim hedefi. Niye? Bir tek bu sistem olabilir diye bir zorunluluk yok ama herkes buna inandırıldı. Peki, bu enerji nereye kullanılıyor? Kimler için? Ürettiklerimizi, tükettiklerimizi sorgulamadan yaşamamız bekleniyor. Hatta ne yediğimizi bile sorgulamamız yasak, sağlıksız kuşaklar yetişiyor. Bunlara tepki verince yaftalarla karikatürleştiriliyorsunuz. Sesiniz fazla çıkarsa da bölücü oluyorsunuz. Bir bölgenin gelişmesine neden karşı çıkalım! Fakat gelişme adına on bin yıllık tarihi yok etmek veya ekolojiye büyük zararlar vermek meşrulaştırılıyorsa, ortada bir sorun vardır. Sorunlar her gün çoğalıyor, dalga dalga geliyor. Çoğu insan rahatsız ama ne yazık ki iktidar söylemine inanmayanlar türlü yaftalarla dışlanıyor, bezdiriliyor. Hak aramak suç oldu. Toplumsal hareketler engelleniyor ve terör suçlamasıyla çok ağır cezalara çarptırılıyor. Sırf iktidara karşı bir mücadeleye indirgenemeyecek bir şeyden bahsediyoruz çünkü mücadelemiz önce kendimizle, vicdanımızla, sorumluluklarımızla alâkalı. Pek çok insan gönülleri elvermediği, başka türlü yapamadıkları ve geleceğe bırakacakları daha güzel bir dünya için mücadele veriyor, başka bir şey için değil.
Allianoi, Zeugma ve Halfeti sular altında kaldı; Hasankeyf de aynı kaderin eşiğinde. Bütün bu yıkımları düşündüğünüzde karşınıza nasıl bir tablo çıkıyor?
Kuyzu: GAP’ın çok büyük bir kısmı tamamlanmış durumda. Ilısu Barajı, GAP’ın son ayaklarından biri. Dicle’nin kollarında baraj yapılmasına rağmen ana kolu üzerinde hiçbir baraj projesi gerçekleşmedi henüz. Bu sayede Dicle özgürce akıyor, ölmedi daha. Ama şu anda yapılan Ilısu Barajı hem Dicle’nin ana kolu üzerinde kurulacak ilk baraj gövdesi hem de Dicle’nin özgürce akmasını engelleyecek olan baraj projesi olacak. GAP’ın daha önceki yıkımlarında Zeugma ve Halfeti gibi tarihî yerlerin yok edildiğine şahit olduk. Şu an Halfeti’ye giden veya Zeugma’yı arayan insanların ilk gördüğü şey, kimsenin buraların yeni halinden memnun olmadığı ve insanların geçmişteki Halfeti’ye ve Zeugma’ya duyduğu özlem olur. Halfeti ve Zeugma’da yaşanılanlar Hasankeyf’te yaşanılacak olanların habercisi. Fırat gömüldü, şimdi de Dicle gömülmek isteniyor. Şu anda sorun barajların bir güvenlik meselesi olarak addedilmesi. Bundan dolayı müzakereye yanaşmadan, tepeden inmeci bir anlayışla barajlar yapılıyor. Allianoi gibi antik sağlık merkezini sular altına gömen anlayış aynı şeyi Hasankeyf’te de yapmak istiyor. Sular altında kalan diğer antik kentlerin utancı Hasankeyf’te de yaşanmak istenmiyorsa, Hasankeyf’in kurtarılması için ODTÜ’de hazırlanan proje uygulanabilir. Söz konusu proje Ilısu Barajı’nın gövdesini küçülterek Hasankeyf’i sular altında kalmaktan kurtarıyor. Burada önemli olan devlet aklının ne yapmak istediği… Elli-atmış senelik ekonomik çıkarlar için veya güvenlik politikalarını devam ettirerek Hasankeyf’i sular altında bırakmak mı istiyorlar, yoksa Hasankeyf’i yaşatmak mı istiyorlar?
Doğaya egemen olmak ve bunun neticesinde ilerlemek... Hâkim olan anlayış bu olunca, Hasankeyf’e ve benzeri yaşam ve kültür alanlarına hayat hakkı tanınmaması kaçınılmaz değil mi?
Kuyzu: Her bir nehir üzerine yapılmak istenen barajlarla gerçekleştirilmek istenen ilerleme anlayışı çöküşe sürüklüyor. Bu anlayış yaşam alanlarımızı işgal edilmiş alanlara dönüştürüyor. Son yıllarda yoğun bir şekilde karşılaştığımız barajlar ve HES’lerle yaratılan tahribat, Anadolu’nun kendine özgü çeşitliliğini ve coğrafyanın getirdiği bereketi, yani bizlerin bu topraklarda yaşamasını mümkün kılan bütün temelleri yok ediyor. Anadolu’nun bereketinin büyük şehirlere, endüstriye, kalkınmacılığa, ilerleme düşüncesine feda edildiğini görüyoruz. Anadolu’nun bereketini kaçırıyoruz! Bereketi gerek yanlış tarım politikalarıyla, gerekse yanlış su politikalarıyla elinden alınan Anadolu insansızlaşıyor. Barajlarla birlikte yerlerinden edilen insanlar, büyük şehirlere göç etmek zorunda bırakılıyor. Öte yandan doğayla uyum içinde olmanın yaşamı mümkün kılan temel olduğunu unutarak, doğayı kaynak olarak görmek ve tahakküm altına almaya cüret etmek gibi açgözlülük içindeki tercihlerimiz, bizi her geçen gün tüketiyor. Göz ardı ettiğimiz, şehirde ikamet etsek de, yaşamımızı sürdürmemizi sağlayan temel gücün parçası olduğumuz doğa olması. Her yer betonlaşıyor, kuru beton toprağa tercih ediliyor. Nehirler yerine HES borularını, ortak kullanımımızda olan çeşmeler yerine paylaşmaktan sakındığımız şişeleri tercih ediyoruz. Bugün şehirlerde toprağa nasıl dokunulacağını bilmeyen insanlar yaşıyor, çocuklar toprağa dokunamadan büyüyor. Çağımızın yaşam biçiminin temellerini oluşturan şehir ve endüstri bakış açısıyla oluşmuş ilerleme anlayışı ve buna tekabül eden ekonomik sistem, hem insan ilişkilerini alçaltıcı bir yere sürüklüyor, hem de insanları kendi doğalarından uzaklaştırıyor. Elimizi yere basmamızın zamanı çoktan geldi de geçiyor. Yerel değerlerimize saygıyla yaşamanın yollarını yeniden oluşturmanın zamanı artık.
Moreau: “İlerleme” sorunlu bir kavram. Dönüşüm, değişim kaçınılmaz ama ilerleme fikri “a priori” olarak bir düşünce dayatıyor. Sanki ne olursa olsun, ilerliyorsak iyi bir şey bu. İleri gitme üstüne kurulu medeniyetlerin çağındayız. Yüzeyde kal ve ilerle, durup derinleşmeye zaman yok. İlerle, önüne bak, etrafına bakma, görme neler olduğunu, ileri bak sadece. Derin bir konu bu ama en kısa haliyle bile şunu düşünebiliriz: Nereye doğru ilerliyoruz, nereye doğru yol alıyoruz? İnsan berbat bir yöne doğru ilerlediğini biliyorsa ve sağlıklı düşünüyorsa ilerlemek istemeyebilir. Bir hata karşısında durabilmek önemli bir meziyet… Egemenlik ve ilerleme düşünceleri üstüne asırlardır iktidar söylemleri yaratıldı, insanlar da bunların etrafında oluşturulmuş tüm algılara uyumlandı, yaşam şekillerine zorla alıştırıldı şimdi de bunlar normal kabul ediliyor. Yine de ben umutluyum. Bizler ve tüm yaptıklarımız doğanın bir parçası; insanı ve üretimlerini doğadan ayırmıyorum. Ayrıca ayıracak olsam da, nasılsa insansız doğa, insandan kat kat güçlü, vakti gelince silker atar bizi. Derdimiz kendi türümüzle. Belki çok geç olmadan bir yolunu bulup hatalarımızı telafi ederiz, dönüştürürüz tüm bunları.
Kaos GL Dergisi, Mart - Nisan 2013, Sayı:129
Etiketler: yaşam, ekoloji