13/02/2007 | Yazar: Kaos GL
‘vapur seferlerinde farkıma varan bir balet arkadaş, yaşının küçüklüğünü bir önyargı olarak algıladığımı kanıtlıyor bana. uzanıp öpüyor beni. üstelik dudaklarımdan, üstelik herkesin gözü önünde! yaşadığım dehşet, 'ne derler?' korkusundan değil, önyargımın deşifre edilmesinden! ve üstelik martılar da tanıklık ediyor buna!… onlara ihanet etmiş gibi hissediyorum kendimi.’
‘vapur seferlerinde farkıma varan bir balet arkadaş, yaşının küçüklüğünü bir önyargı olarak algıladığımı kanıtlıyor bana. uzanıp öpüyor beni. üstelik dudaklarımdan, üstelik herkesin gözü önünde! yaşadığım dehşet, 'ne derler?' korkusundan değil, önyargımın deşifre edilmesinden! ve üstelik martılar da tanıklık ediyor buna!… onlara ihanet etmiş gibi hissediyorum kendimi.’KAOS GL
Ruhi Bunalım
bir anıya dönüşme isteği, yerini aldığı, içini boşaltarak yerini aldığı her şeyi silebilir mi gerçekten?! emin değilim; bana öyle geliyor ki kurşun kalemle yazılmış bir geçmişe -ve dolayısıyla geleceğe- sahibiz, ne kadar silersek silelim, altından -yeni kaleme aldığımız sürecin altından- silik de olsa belirir yine de. çocuk olmak acı bir şey, idealize edip özlem duyacak bir yanı yok aslında. psikanalitik bir yöntemle, bütün zaaflarımızın, hata ve yoksunluklarımızın, ya da iç huzurumuzun ve yaşamla barışık başarılarımızın kaynağına çocukluğumuzu koymak! sanırım insanın kendini temize çıkarmasında araç olarak kullandığı yöntemlerden biri bu da! deforme ve dejenere edilerek doğasından çıkarılmış her şey gibi çözüm yanılsamaları üretmekten çok, ‘rahatlama, boşalma’ gibi kişiyi uzun vadede kendisini gerçekleştiremeyeceği düşmanına teslim ediyor. hem de öncelikle yine kendi eliyle ve bile isteye!!
ya ben? ya benim yanılsama biçimim ne? öyle ya; madem ki sınırsız olarak algıladığım bu ‘anlamsız’ hayatın içinde devinmeye devam ediyorum; ve üstelik bu oryantalist coğrafyanın -kabul etmesem de- bir parçasıyım, benim kendimi kandırış biçimim ne? buna bir seçim denebilir mi, emin değilim; fakat, en azından hissedilene, inanabildiğim ‘şeylere’ yakın durma, ya da anlamsızlığa ‘anlam’ katma çabası denebilir, sanırım. ve bu yöntem de ne yazık dönüp dolaşıp yine çocukluğuma, yeniyetmeliğime götürüyor beni!!! ve yine sanırım, herkes gibi ben de hep kaçtıklarıma yakalanıyorum. o geçmiş peşimi bırakmıyor; ya da böyle diyerek yoksunluğumu içselleştirip legalize ediyor, o geçmişle geleceğimi mayalıyorum!!! soluduğum acının bana ‘özel’ bir yanı yok. hepimiz nicel olarak değişse de nitel olarak aynı sonuca bağlanıyoruz: tükenmekteyiz! yine de kişinin, tükenişini, zorlamasız ve salt duygulanımlarla oluşmayan yanılsama biçimini, seçebileceğine inanıyorum. en azından bunu!
çocukluğum!.. yoksulluk ve yoksunluk diz boyuyken, abimin, silerek tekrar kullanıma sürdüğüm okul defterleri; garip bir öfke, neredeyse hazla yapıyorum bunu. öylesine temiz, öylesine düzenli ki! bugün hayatın ona dokunan ve dokunamayan yanları, hemen hemen her sayfaya işlenmiş ‘pekiyi’ onayı ile, taa o zamanlardan belirlenmiş sanki. aldığı takdir ve iftaharnameler iktidarın, erkin sınırlarını imliyor. bu ‘iyi’ öğrenci, ‘iyi’ bir vatandaş olacak!… elbette o zamanlar böyle açıklamıyordum bunu!! yalnızca iğrendiğim bir kokuyu silmeye çabaladığımı anımsıyorum. bir de tükenmez kalemle süsler karaladığımı. daha çok da dedemin anlattığı masallardaki zümrüd-ü anka kuşu’nu! defterlerimin her sayfasında o var! ‘böyle yaparsan’ diyoo öörtmenim, ‘hiçbir vakit adam olamazsın!’ oh işte, olmıycam!… uyarılar, dayaklara ve sonunda annemin azarlamasına dek varıyor. bu tenbel öğrenci abisine ve de vatana-millete yaraşmıyor! "bazıları melek haresiyle, bazılarıysa şeytanın boyunduruğuyla gelir dünyaya! düzen bozucu bir velet doğurmuşsun!’ diyen din öörtmeninin karşısında titreyerek duran annemin dolmuş gözlerine bakıyorum. bir daha hiç kimsenin onu bu kadar üzmesine izin vermemeye yemin ediyorum o an! (ilerde yaptıklarımın açıklaması, bahanesi oldu mu bu, bilmiyorum. her şey gibi bunun da bedelleri vardı elbette.) o yıl aldığım ‘takdirname’ üniversiteye dek tek ‘nişan’ olarak kalsa da, ‘uslu’ ve inek bir öğrenci, ama öfkemi ve farklılığımı içimde koruyarak bitiriyorum okullarımı! abimse ondan beklenenler arasında ‘iyi bir vatandaş’ olmayı garantileyebiliyor ancak! neredeyse hiçbir şey sormayan, istemeyen çoğunluktan biri! fakat şimdi baktığımda, yalnızlıkla örülü mutsuzluğumuzun ne denli benzeştiğini görüyorum!!! tek fark, onun bileisteye konumlanmaya çabaladığı bu düzende benim doğasal olarak bir sürgün olduğum. bunda da önemsenecek bir şey yok. ya da mutluluk dediğimiz nedir ki?!…
hayat!… o, hepimizin kendimizi bulamamayı kabullenerek giriverdiğimiz, kurallar ve alışkanlıklarla yapaylaştırdığımız basit labirent! yaş alıp kirlenmemeye çabalarken, zümrüd-ü anka’nın eşdüşümünü buluyor, böylece hayata ve zamana direnebilmeme el verecek ‘düş’ yolunu yaratıyorum: şimdiki adı, yağmurcuk kuşu! bazıları, onu, familyasından geldiği martı adıyla belliyor! o gün bugündür diyorum ki, insan gerçeklerin tam da ortasında düşleyebilir; DÜŞLEYİN!…
istanbul ve martılar ve de tinerci çocuklar arasındaki garip, gizemli ilişkiyi fark ettiğim -hadi kurguladığım diyelim- yıllar, aynı vapurla, hiç inmeden kadıköy-karaköy arasında gidip geldiğim kaçamak seferler; sevişme sonrasındaki o tükeniş ve diriliş hali!
ya sonra? derse dönüyorum; kendimi gerçekleştirebilmek için birçok okulu ‘terketmeyi’ göze alarak girdiğim sanat okuluna! onca denemeden sonra burda da düş kırıklığına uğradığım halde, beni ‘adam’ ederek piyasaya sokacak hocamı dinlemeye dönüyorum. sanatçı olmaya çabalıyorum yüreğimdeki bütün farklılıklara ihanet ederek!!! giderek yabancılaştığım ve yapay bulduğum tutkusuyla ‘önce sanatçı, sonra insan olmak zorundasınız!’ diyor!… içimdeki ses, ‘böyle bir ayrım yok!’ diye haykırıyor; susuyorum! çok geçmeden kavrıyorum ki hocamın sanatçı olmaktan kastettiği ‘adam’ olmakmış meğer! bu da elit, estetize ve sterilize bir algı ve sunuşla neredeyse bir bilge duruşunu garantilemek, saygınlıkla beraber, sağlam bir mevkii işgal etmek oluyor; bir bilen olmak! böyle bir ‘hırs’ yok bende, ötesi, her türlü iktidar mücadelesinden iğreniyorum. aykırı bir algıyı dizginlemeyi, doğal duruşu engelleyerek, sınırlı, sorumlu, kodlanmış, prototip bir yaşamı benimsemeyi dayatıyor sürekli. ortaya çıkıp beğenisini hak edeceğim bir şeyler yapmak canımı yakıyor! bulabildiğim tek çözüm, onun istediği ve benim istediğim diyerek ödevlerimi ikiye katlamak!… düş kırıklığımdan, hocamın şaşkınlığından kurtulabilmemin tek yolu da martılara sığınmak vapurlarda! kısaca kaçak yaşıyorum! ya da bir şakayım dünyada; kötü bir şaka! ne diyorum peki?
--sınırları bilin ve reddedin!
--martılarla sevişebilirsiniz!
işte, bunlar da benim fetiş sloganlarım!!!!!!!! peki sözel olarak paylaşabiliyor muyum? hayır! gevezeliğim ve sıradanlığım içinde susuyorum. hissettiğim ve hoşlandığım iki-üç insan var, ama onların da konuşmadan bir şeyler anlamasını bekliyorum! ‘şık, gizemli ve marjinal’ olma çabası değildi bu! sanırım o dönemde, ‘her türlü konuşma boşunadır!’ diyen zerdüşt’ün, ‘her türlü konuşma iktidar çabasıdır!’ soyutlamasının etkisinde olmamadan kaynaklanıyordu bu; ve elbette, buna ‘sözün sınırları ben’in sınırlarıdır!’ diyen bir başka ses de ekleniyordu!!! söz ve eylem arasında giderek büyüyen boşluktaki bir şeylere tutunmaya çabalarken, bir grup oluşturmaktan, bir gruba ait olup sahte bir cennete girmekten korkuyordum kısaca!… yine de, hoşlandığım insanlarla ortak yanımızın, varolan erkek egemen, heteroseksist ve homofobik iktidara yönelik yoğun rahatsızlık olmasından heyecanlandığımı itiraf etmek zorundayım. fakat bunun da bir zaaftan kaynaklandığını görmek kaçınılmaz bir sonuç oldu açıkçası! pratik olarak yaşadıkları eşcinsellik, doğası gereği onları toplumdışı yaparken, ne yazık ki eleştirdikleri düşmanın argümanları, işaretleriyle konuşuyor, böylece en baştan ‘efendi’nin karşısında ‘köle’liklerini kabullenmiş oluyorlardı. evlilik, aile gibi taleplerde bulunarak doğalarını ehlileştirip ‘tehlike’ olmadıklarını kanıtlamaya çabalıyorlardı üstelik! ya da körü körüne bir reddedişle eşcinselliği içi boşaltılmış benzer bir iktidar dayatımına indirgiyorlardı! bir sınırdan başka bir sınıra! bu bir ölüm hali ve hiç birimiz bunu görmeye dayanamıyoruz. sezgisel olarak, hissettiğim platonik eşcinselliğin böyle bir duruşu olmadığı için, pratiğe dönüştürebilmemin ‘imkansız’lığına takılıp kalıyordum! (bugün de bir soru imiyim hâlâ!) her koşulda ‘herkes sevdiğini öldürür’ işte! kaçınılmaz gerçek, büyük sır buymuş meğer!… öyle mi?!… salt duygulanımlarla, zorunluluklar ve zaaflarla kurulmuş(!) sırça fanuslar, kaleler içinde sevmek! özdeşlik yanılsaması! ‘başka’ bir insanda kendimize tapınmak! geleneksel sevda: kurumlaşma isteği! köle-efendi ilişkisi! ‘faşizm iki insan arasında başlar önce!’ yüreğimde bir leş taşıyorum! hastalığımın adı: aşk! sevmek dediğimiz başka nedir ki?!
vapur seferlerinde farkıma varan bir balet arkadaş, yaşının küçüklüğünü bir önyargı olarak algıladığımı kanıtlıyor bana. uzanıp öpüyor beni. üstelik dudaklarımdan, üstelik herkesin gözü önünde! yaşadığım dehşet, ‘ne derler?’ korkusundan değil, önyargımın deşifre edilmesinden! ve üstelik martılar da tanıklık ediyor buna!… onlara ihanet etmiş gibi hissediyorum kendimi. ‘ben yalnızca martıları seviyorum!’ eni konu ‘saçma’ bir laf! doğru mu duydum diye bakıyor önce, gülmesine engel olamıyor… yalnızca martıları sevmek! ne kadar gerçekti bu? ondört yaşındaki bu çocuğun, yirmibir yaşındaki bana o süreçte duyumsattığı soru, bugün hâlâ büyüyerek dünyayı kuşatmaya devam ediyor. giderek olumlu-olumsuz tüm önyargılarımdan kurtulabileceğim bir ivme de sunuyor yanısıra. ama yine de ne kadar mümkün ki bu?!
sonunda, o başka bir ülkeye, başka bir okulda okumaya kaçtı, ben de bu soruyla başbaşa kalakaldım. şimdi kendisi değil ama kızgınlığı, hatta sevgisinin (?!) uzantısı nefreti ulaşıyor bana onca mesafeden! o insanda kaçırdığım ne oldu? bugün bile tam olarak kavradığım söylenebilir mi, emin değilim. dolayısıyla aynı ‘hata’yı farklı insanlarda yinelemekten nasıl kurtulabileceğimi de bilmiyorum!
şans ya da şanssızlık nedir? ters orantılı, paradoksal bir sınanma süreci mi? kendime, ‘insan unuttuğu oranda, unuttuğu kadar mı yaşayabilir acaba?’ diye soruyorum şimdilerde!!! istanbul, tutkumun -basit varoluş tutkusunun- simgesi! bu tutku unutmaktan besleniyor. tarihleri, özneleri, kısaca somutluğu unutuyorum; fakat durumları değil. çünkü unutmak belleksizlik değildir! her şey giderek bir kütleye, bir sezgiye dönüşüyor içimde; böylece, yengi ve yenilgilerden ibaret tarih, sürekli yer değiştiriyor… ya da zafer dediğimiz nedir ki?
duyumsadığım bu süreğen acı, yüzümün yapaylığını mı kanıtlıyor, yoksa gerçekten bana mı ait bu yüz?! hepimiz geçiciyiz ve en büyük cenderemiz de kurumlaşmak! bu yoksunluk içinde doğal ve aykırı olandan bahsetmek nasıl mümkün olabilir ve ne adına? alaşağı edilmesi gerekiyor bütün tanımların. en azından yeniden yeniden sorgulanmaları gerekiyor. nasıl bir yöntemle peki? iktidara ait yapay işaretlerin acımasız, ölümcül taklidiyle ve yine de hiçbir şey beklemeden! çünkü aslolan yolculuk ruhudur, varılacak yer değil. ya da sonuçları değil, süreçleri solumalıyız.
o balet, -şimdi yirmidört yaşında sanırım- ilk karşılaşmamızda, çevresine, bana, ve kendisine ettiği ‘kötülük’lerin kaynağının ben olduğumu söyledi. ‘nedeni sensin! ivmeyi senden aldım!’ sanırım öyle, onunkisi de bir tutku olsa gerek. bu şaşırtıyor beni. bedenim nasıl olur da somut bir tutkunun öznesi olabilir?!… tutkuyu soyutlamakla suçlamıştı beni. her şeyi sadece içselleştirerek yaşadığımı-yaşamadığımı. beni elde edememiş ve ‘kötü’ olmuştu işte. pragmatizm ve arabesk!… tutku kavramını bugün de algılayabilmiş değilim; ama ‘elde etmek’ istemiyorum hiçbir şeyi. ya da susmalı yine!!!
istanbul, martılar ve tinerci çocuklar demiştim ya; aslında hepsinin adı ölüm. ölüm ve vazgeçmeyiş!!! vazgeçmekten vazgeçmeyiş!… tinerciler! vücudumuzdan dışarı püskürttüğümüz ifrazatlar! dönüp bakmaya dayanamadığımız yaralar gibi birdenbire karşımıza çıkıyor, kıstırıyorlar bizi! ellerindeki tinerle birlikte ölümü de çekiyorlar ciğerlerine. sanırım hepsi de biliyor bunu. bilmeyenler kadar olsun bilmiyoruz bu intiharın nedenlerini; sezmek dahi istemiyoruz!… istanbul giderek ölümcül bir şehir oluyor. yüzleşmekten, ödemekten kaçtığımız bir hesaplaşma, sonunda ölüm olarak döndü bize işte! her gün yüzlerce martının, denizdeki ve havadaki kirlilikten, suya ve kıyılara, çatılara düşmüş ölü bedenlerine rastlıyoruz. fakat işte yine de terk etmiyorlar kendilerini ölüme yazgılayan bu şehri! terk edemiyorlar mı demeli yoksa? bilinç dediğimiz ne?
şimdi, arasıra vapur yolculuğu yaparken atılan simit parçacıklarıyla vapura eşlik ederek, karşı kıyıya kanat çırpan martıları görünce utanıyorum kendimden! bir adam elindeki yanan izmariti fırlatıyor, derken havada, diğer martılarla yarışarak onu yakalayan martının çığlığı, insanların sırıtışlarıyla eve dönüyorum. bok çukuruma!… bu gece tinere başlayacağım! sonra da balkonumdaki ölü martıyı yatağıma alıp otuzbir çekeceğim! sevişmek dediğimiz ne ki?!
Kaynak: Kaos GL, Haziran 1997, Sayı 34
Etiketler: