26/12/2011 | Yazar: Salih Canova

Tüm göçmenler ve mülteciler gibi bu dünyanın hayaletlerindendi onlar da... Yanımızdan her gün geçen, görmediğimiz ve görmek istemediğimiz binlercesinden birkaçı sadece. Ne oraya ne buraya ait, ne orada ne burada barınabilenlerden. Görülmeyenlerden.

Hayaletler Hiç Uyumaz, Aramızda Dolanırlar...[1]

Tüm göçmenler ve mülteciler gibi bu dünyanın hayaletlerindendi onlar da... Yanımızdan her gün geçen, görmediğimiz ve görmek istemediğimiz binlercesinden birkaçı sadece. Ne oraya ne buraya ait, ne orada ne burada barınabilenlerden. Görülmeyenlerden.
 
Lars Von Trier 2000 yapımı Dancer In The Dark’ta Björk’un bir adet Altın Palmiye’yle ödüllendirilen performansıyla hayat verdiği Çekoslovak göçmen Selma’nın "kadersizliğiyle” bizleri gözyaşına boğduğunda, birçoğumuz içimizden "hadi canım, bu kadar da değil" demiştik. Oysa hepimiz içten içe bal gibi de "o kadar" olduğunu biliyor ve bu konuya dair sorumluluk almamanın rahatlığıyla kuruyorduk bu cümleyi. Ne de olsa göçmenlerin sorunları bizim değil devletlerin çözmesi gereken sorunlardı. Ülkelerinde bir düzen kuramamışların başka ülkelerde yaşadıkları acılar kaçınılmazdı çoğu zaman. Üstelik sıra göçmenlere gelene kadar onlara göre daha fazla hakka sahip olması gerektiğine inandırıldığımız kendi insanlarımız neler neler yaşıyordu.  Aradan geçen 10 küsur yıl çok az şeyi değiştirmiş olmalı ki, Türkmenistanlı dostumuz Ümide’nin Selma’yı aratmayan öyküsünü biz doğrudan Ümide’yi tanıyanlar bile geç duyduk ve yaşadığı tüm acılar sonrası 23 Aralık sabahı bebeğini Türkiye’de bırakıp, biri kardeşinin diğeri çok sevdiği eşinin tabutlarıyla 11.00 uçağına bindirilip sınır dışı edilmesine engel olamadık.
 
Ümide ve Enver ülkelerindeki yoksulluk nedeniyle, daha katlanılır bir yaşam için göçmen olarak Türkiye’ye gelmişlerdi. Göçmenlerin ucuz iş gücü pazarında, sürekli şikâyet edilme, sınır dışı edilme tehditleriyle korkutularak, üç kuruşa saatlerce çalıştırılmalarına rağmen, burada evlenmiş (imam nikâhıyla) ve Ümraniye’de bir gecekondu kiralamışlardı. Türkmenistanlı olmaları, Türkçe bilmeleri, Türkmenistanlıların İstanbul’daki göçmen sayısı ve dayanışmasının diğer göçmenlere göre ehven-i şer düzeyde olması İstanbul’a yerleşmelerini ve alışmalarını kolaylaştırmıştı. Bir süre sonra bir bebekleri oldu, “daha iyi” bir gecekonduya taşındılar, televizyon bile (!) aldılar. Her ikisi de çalıştığı için Ümide’nin kız kardeşi Seyide, bebeğe bakmak üzere yine göçmen olarak Türkiye’ye getirildi. Böylece Türkmenistan’daki yoksulluktan da uzaklaşmış olacaktı.
 
19 Aralık sabahı Ümide evden çıktı, çift vardiya çalıştığı işine gitti, gece eve dönmedi. Sabah Enver’in çalıştığı fırından aradılar, Enver işe gelmemişti. Ümide önce Enver’i aradı sonra Seyide’yi. Kimse cevap vermedi. Endişeyle ev sahiplerine haber verdi... Ev sahipleri kapıyı çaldı, açan olmadı. Kapıyı kırıp içeri girdiklerinde Enver ve Seyide’nin sobadan sızan gazdan zehirlenmiş bedenleriyle karşılaştılar. Bebek Muhammet Ali ölmemişti. Apar topar hastaneye gidildi, sağa sola koşuldu, birileri arandı... Sonrası malumumuz. Hastaneler, koridorlar, karakollar, sakinleştiriciler, gözyaşları, susmayan telefonlar, sorular, sorular, sorular...
 
Ümide’nin bezdirici çalışma şartlarından sığındığı tek yer olan evi yoktu artık, çok sevdiği Enver de, kardeşi Seyide de... Ölmemiş olmasına rağmen bebeği Muhammet Ali de. Çünkü biz de aslında başka bir Türkmenistanlı göçmen arkadaşının isteği dışında doğan bebeğini evlat edindiğini polise olan biten her şeyin üstüne bir de çocuk taciri olarak suçlanmamak için verdiği doğum belgelerinden öğrendik. Böylece Ümide’nin yıllardır bin bir zorlukla kurmaya çabaladığı “pılık pırtık”[2] dünyasından geriye kalan son parça da alınmış oldu. Hastane bebeği koruma altına aldı ve Ümide’ye vermedi.
 
İlk günü yaşadığı şokun etkisiyle hastanede baygın geçiren Ümide ikinci günün sabahı gözyaşlarına boğulmuş biçimde bizi aradığında, kendisi için çoktan sınır dışı edilme kararı çıkmıştı ve karakolda tutuluyordu. Bize haber verebilmesini de yaşadığı trajedinin ağırlığı ve Türki Cumhuriyetler olması nedeniyle kendisine gösterilen "toleransa” borçluyduk. Sınır dışı edilmesini engelleyebilmek, en azından o geceyi karakolda değil de hastanede müşahede altında geçirebilmesini sağlamak amacıyla aradığımız avukat, adliye memuru, polis karakolu, savcı, yetkili ordusundan edinebildiğimiz tek somut bilgi bu oldu. Olan biten her şey yetmiyormuş gibi biz Ümide’yi en azından bir hastaneye aldırmaya çalışırken, Ümide son gecesini gece nöbetini devralan karakol yetkililerinin gündüz çalışanlarına göre daha "toleranssız" olması nedeniyle "nezarethaneye" kapatılarak geçirdi. Daha da korktu, daha da kahroldu, neden oraya konduğunu anlayamadı.
 
O gece Ümide için nasıl geçti bilemiyoruz? Sabah son kez konuşma şansı bulduk ve çalışıp-barınamadığı, kendisini ve ailesini yaşatamadığı topraklara geri gönderildi. Beş-altı yıl önce başlayıp, neredeyse hiç ilerlemediği göçmenlik yaşamında katlandığı tüm o eziyetin bedelini sevdiği iki insanın cesediyle ödeyerek... Geride bebeğini ve pılık pırtık eşyalarını, o koşullarda bile başka ihtiyaç sahiplerini düşünerek “ihtiyacı olan birine verin” dediği yegane mülkü televizyonunu bırakarak...
 
18 Aralık Dünya Göçmenler Günü’nde Mültecilerle Dayanışma Derneği’nin Uluslararası Göç Örgütü verilerine dayanarak yaptığı basın açıklamasına göre;[3] her yedi insandan biri göçmen durumunda ve düzensiz/belgesiz göçmen olarak tanımlanan insanların büyük bölümü ülkelerindeki savaş, çatışma ortamından, bu çatışmaların veya doğal afetlerin, yerle bir ettiği ekonomilerden, yoksulluktan, açlıktan, kronik işsizlikten, insan hakları ihlallerinden, zulümden kaçıyor.
 
Ümide ve Enver’in hikâyesi bunlardan sadece biriydi...[4] Üst katlarında oturan ev sahiplerinin olayla ilgili bilgi almak isteyen muhabirlere “Azeriler miydi neydi tam bilmiyorum?” demesi de onlar özelinde göçmenlere ve mültecilere yaklaşımı bir çırpıda özetledi. Tüm göçmenler ve mülteciler gibi bu dünyanın hayaletlerindendi onlar da... Yanımızdan her gün geçen, görmediğimiz ve görmek istemediğimiz binlercesinden birkaçı sadece. Ne oraya ne buraya ait, ne orada ne burada barınabilenlerden. Görülmeyenlerden. Ucuza çalıştırılan, sömürülen, ucuz iş gücünde, bebek bakıcılığında, ev temizliğinde, ağır işlerde ilk akla gelenlerden. Küresel sermaye ve savaşlar sonucunda onlara yaşatılan tüm acılara rağmen tek satırlık haber değeri bile olmayanlardan. Bir başka komşularına göre “kaderlerine böyle yazılmışlardan”.
 
Kim yazıyor peki bu kaderi? Bu hayaletlerin üzerine ölümün karanlık ağlarını kim atıyor? Kim onların yaşadıklarını  “kaderle” görünmezleştiriyor? Bu sorulara cevap verebilmek için konuyla ilgili kurumların yayınladığı raporlara ve birkaç istatistiğe bakmakta yarar var;
 
●      Göçmen Dayanışma Ağı’na göre Türkiye’ye 1923 ile 1990’ın başlarına kadar 1.6 milyonun üzerinde göçmen geldiği, bu tarihten beri ise Türkiye’de, transit göçmenleri, sığınmacıları, mülteciler ve göçmen işçileri de içeren bir milyonun üzerinde göçmen olduğu tahmin edilmekte.[5]
 
●      Bu insanların çoğu sıklıkla göçmen/insan kaçakçılığı, insan ticareti, organ mafyaları, düşük ücret, kötü iş ve yaşam koşulları, sömürü, ayrımcılık, şiddet, nefret suçları ile karşı karşıya kalmakta ve gittikleri ülkelerde düzensiz göçmenlere “suçlu” gözüyle bakıldığı için “kaçak” olarak adlandırılmaktalar. “Yakalanmaları” durumunda, bunun nedenleri, ne kadar tutulacakları, kendilerine ne olacağını, ne gibi haklara sahip olduklarını söylenmeden bazen aylarca/yıllarca alıkonulabiliyor ve sonunda da zorla sınır dışı ediliyorlar.[6]
 
●      İnsan Hakları Araştırmaları Derneği’nin 2008 tarihli daha güncel raporuna göreyse;[7] sadece 2008 yılında zorla sınır dışı edilen mülteci, sığınmacı ve göçmenlerden oluşan toplam sayı 13.971, fakat gerçek sayının belirlenmesinde İçişleri Bakanlığı kayıtlarının esas alınması gerekmekte ise de resmi makamlar bu konuda düzenli bir bilgilendirme yapmıyor. Aynı rapor sadece basın-yayın organlarına yansıyan bilgilere göre 2008 yılında toplam 76 göçmenin hayatını kaybettiğini belirtiyor. Bu kişilerin arasında BMMYK tarafından statüleri onaylanmış mülteci ve sığınmacılar da var. Ölümlerin tamamına yakını mülteci, sığınmacı ve göçmenlerin kara ve deniz sınırlarını geçişleri sırasında yaşanan kazalar ve boğulmalar sonucu gerçekleşmekte ise de güvenlik güçlerinin neden olduğu ölüm vakaları da yaşanıyor. [8]
 
●      Türkiye İstatistik Kurumu’nun yayınladığı 2009 tarihli rapora göre;[9] Türkiye’de fertlerin yaklaşık % 0,48’i yani 339 bin kişi sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının, % 18,08’i yani 12 milyon 751 bin kişi ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu kadar karanlık ve derin bir yoksulluk tablosuna sahip bir ülkede -yüksek olasılıkla bu istatistiklere dâhil olmayan- göçmenlerin durumunun çok daha karanlık olduğunu tahmin edebilmek güç değil.
 
●      Göçmenler -kayıtlı dahi olsa- yaşadıkları ülkelerde sosyal haklardan ve toplumsal dayanışmadan yeterince yararlanamıyor.[10] Büyük bir çoğunluğu yaşadıkları ülkelerde kaçak kabul edildikleri ya da kayıtlı olsalar dahi kendi dillerinde eğitim veren kurumlar olmadığı için eğitim alamıyor, çocuklarını okula gönderemiyorlar. [11] Benzer sebeplerle sağlık ve barınma hakkından yeterince yararlanamıyorlar.[12]
 
Tüm veriler ve bilgilerden de anlaşılacağı üzere göçmenlerin yaşadıkları “kaderle” görünmezleştirilip “talihsizlikle” açıklanabilecek kadar basit değil. Bu insanları ölüme sürükleyen kendi ülkelerinde de geldikleri ülkelerde de en acımasız biçimleriyle yüzyüze kaldıkları küresel kapitalist politikalar ve bunun sonucunda oluşan yoksulluk. Eğer Ümide ve ailesi ülkelerinde bir gelecek yaratabilme umuduna sahip olabilselerdi, geldikleri ülkede azgın bir sömürü çarkının içine girmeselerdi, çift vardiya çalışmak zorunda kalmasalardı, daha korunaklı bir evde barınabilselerdi, “kaçak” olarak tanımsızlaştırılmak yerine “resmi/kayıtlı” sığınmacı statüleri olabilseydi ölmeyeceklerdi.[13] Maalesef göçmenler için gerekli düzenlemeler yapılmadığı, mevcut ve imzalanmış sözleşmelere uyulmadığı ya da sınırlı uygulandığı için Enver ve Seyide’yi kaybettik, Ümide’nin de şu an nerede olduğunu, ne yaptığını, yaşayıp yaşamadığını bilmiyoruz. Onu bu ülkeden uzaklaştırmış olmak sorunu görünmezleştirdi ama onu daha büyük bir sorun yumağının içine bıraktı. Tıpkı ülkelerine geri gönderilen binlerce yüzbinlerce göçmen gibi.
 
Türkiye’deki göçmenlerin ve yaşadıkları ülkelerde siyasi - ekonomik baskı altında olduğunu beyan ederek Türkiye’ye sığınma talebinde bulunan herkesin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14. maddesi[14] gereği “başka ülkelere sığınma ve kabul edilme hakkını” kullanabilmesi için başta Cenevre Sözleşmesi[15] olmak üzere tüm uluslararası sözleşmelerin eksiksiz uygulanması gerekiyor. Her an hepimizin herhangi bir nedenle başka bir ülkede göçmen olma olasılığı bu sorunu “kadere” havale ederek görünmez kılmaktansa, bu soruna dair gerekli sorumluluğu almayı ve devletleri bu konuda gerekli düzenlemeleri yapmaya davet etmeyi zorunlu kılıyor. Aksi takdirde Ümide ve ailesinin küresel kapitalist politikaların ve yoksulluğun sonucunda yaşadıkları trajedi son göçmen trajedisi olmayacağı gibi, göçmenler aramızda dolanan hayaletler olmaya devam edecek ve en temel insani haklardan yararlanamayacaklar. 

[1] Dandadadan grubunun Hayaletler şarkısından.
[2] Latife Tekin romanlarına sıklıkla konu ettiği yoksulları “pılık pırtık insanlar” olarak tanımlar.
[4] Sadece son 3 ayda kaza ve yangınlarda ölen göçmen sayısı 12. 9 Ekim 2011’de İstanbul Sultangazi’de yine bir gecekonduda meydana gelen yangında 7 göçmen işçi yaşamını kaybetti. 11 Kasım 2011’de Edirne’de göçmenleri taşıyan bir minibüsün Yunanistan sınırına 3 km kala kaza yapması sonucunda 3 göçmen öldü.
 
[5] Gerek paylaşılan istatistiklerin yetersizliği, gerek bir kısım göçün kayıtlara geçmemesi ve göçmenlerin bir kısmının geçici süre kalması gerekse de sayı meselesi çoğu zaman siyasi bir araç olarak kullanılması göçmen sayısının raporlanmasını zorlaştırsa da İstanbul Ticaret Odası (İTO)’nun 2003’te yaptığı araştırma da bu tahmini doğruluyor. Araştırmaya göre, Türkiye’ye her yıl yaklaşık 300 bin göçmen girmekte ve bunların yarısı da ev işleri ve bakıcılığın yanı sıra, seks işçiliği, inşaat, tekstil, gıda sektörlerinde kayıt dışı ucuz emek olarak çalışıyor. 163 farklı ülkeden gelen göçmenlerin sayısının 1 milyon civarında
 
[6] Türkiye’nin en çok göç aldığı ülkeler; Afganistan, Azerbaycan, Bangladeş, Burma, Cezayir, Çin, Eritre, Filistin, Gürcistan, Irak, İran, Moritanya, Myanmar, Pakistan, Ruanda, Sri Lanka, Somali, Sudan, Suriye ve Türkmenistan. Bu ülkelerin ortak özelliği hemen hepsinde savaş olması ve kişi başına gelir sıralamasında dünya ölçeğinde son sıralarda yer almaları. Dolayısıyla göçmenler aslında kendi ülkelerinde de oldukça kötü koşullarda yaşıyorlar. Bu nedenle geri gönderilmeleri durumunda hayatlarını devam ettirmeleri daha da güçleşiyor.
 
[8] Göçmenler düşük ücretli ve yüksek riskli ağır işlerde kayıtsız çalıştırıldıkları için ne kadarının iş kazalarında öldüğü ya da sakat kaldığı raporlanamıyor. Kadınların zorla seks işçiliği piyasasında çalıştırılmaları; cinsel şiddet, korunmasız cinsel ilişki gibi nedenlerle ölümleri ve yaralanma/sakat kalma durumları da raporlanamıyor.
 
[10] Örneğin yakın zamanda yaşanan Van Depremi’nde Van’da yerleşik çoğunluğu Afganlardan oluşan mülteciler en son yardım ulaştırılabilen ya da hiç yardım ulaştırılmayan kitle içindeydiler.
 
[11] Bu durum Almanya ve İsveç dışındaki gelişmiş ülkeler için de geçerli.
 
[12] Ümide’nin eşini ve kız kardeşini kaybettiği evin düzenli bir baca tesisatının olmadığı tespit edildi, ayrıca yalıtımı çok zayıf olduğundan, kendi olanaklarıyla yalıtmaya çalışmış fakat yetersiz kalmışlardı, bebeklerini soğuktan koruyabilmek için gece sobayı söndüremediler. Sultangazi’de 7 işçinin ölümüne sebep olan yangının sebebi de eski elektrik tesisatıydı.
 
[13] Ümide gitmeden önce Türkmenistan’dan ölüm tehditleri aldığını söylemesine rağmen sığınma talebinde bulunabileceği bir süre bile tanınmadı kendisine. Daha önce yaptığı sığınmacı başvurusu da reddedilmişti.
 
[14] Herkesin, sürekli baskı altında tutulduğunda, başka ülkelere sığınma ve kabul edilme hakkı vardır.
 
[15] Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair en önemli uluslararası sözleşme olan Cenevre Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 1950 tarihinde kabul edilmiş, 28 Temmuz 1951 tarihinde imzalanmış ve 22 Nisan 1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye bu sözleşmeyi 29 Ağustos 1961 tarihinde, 359 sayılı kanunla onaylamıştır. Sözleşme, mülteci tanımını "1951 yılından önce ve Avrupa’da meydana gelen olaylar"  şartıyla sınırlarken bu sınır Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Protokol ile 1967’de kaldırılmıştır. Türkiye bu değişikliği 1 Temmuz 1968’de "coğrafi sınır" şartıyla onayladığından uygulamada sadece Avrupa Konseyi üyesi ülke vatandaşlarına mülteci statüsü  verebilmektedir. Avrupa Konseyi üyesi olmayan ülkelerden gelen kişilere ise sadece "geçici sığınma" imkanı tanımaktadır. Bu özelliğiyle  Avrupalı ve Avrupalı olmayan mülteciler arasında bu ayrımı etkin bir şekilde uygulayan tek ülke durumundadır.

Etiketler: insan hakları, mülteci
İstihdam