04/10/2010 | Yazar: KAOS GL

'Diller, Çehreler, Barış', bilinç kıvrımlarımızdaki toplumsal linç izlerini yeniden ziyaret etmemize yol açan, çözüm arattıran, o çözüm&uu

Hep Ellerinden Tutacağım Kardeşim... Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı 'Diller, Çehreler, Barış', bilinç kıvrımlarımızdaki toplumsal linç izlerini yeniden ziyaret etmemize yol açan, çözüm arattıran, o çözümü bazen buldurup bazen kaybettiren, soru sorduran, tartıştıran bir kılavuz
 
Annem ve elinden tutan ben pazar yerinde yürüyorduk. Bir tanıdık selamıyla durduk. “Portakal alacağım,” dedi annem. Eliyle bir köşeyi gösterdi tanıdık. “Oradan alma sakın!” dedi, “Onlar PKK’lı.” Pek anlamadım; ama şaşırdığımı ve içimin burkulduğunu hatırlıyorum. Yıllar sonra beş kişiye PKK’lı diye linç girişiminde bulunuldu o sahil kasabasında, şaşırmadım...

Çıktığını öğrenir öğrenmez elime alıp okumaya başladığım, Ahmet Tulgar’ın ağırlıklı olarak üç sene içinde Kürt meselesine ilişkin ürettiği yazıların bir bölümünü içeren Diller, Çehreler, Barış bana yıllar evvelki ‘pazar vukuatı’nı hatırlattı her satırında. Yıllardır Birgün, Evrensel, Radikal, Birikim, Tiroj gibi mecralardan hem mesleği öğrenmeye çalışanlara okkalı bir muhabirlik dersi verecek hem de kalemine ve kurgu yeteneğine hayran edecek yazıları okumaktaydık. Ancak Kürtler üzerine -bir gün kitapların yasaklanmasına gerek kalmayacak; çünkü zaten kimse okumayacak misali- bol bol söz söylendiği bir dönemde böyle bir kitabın üretilmesi son derece yararlı olmuş. Çünkü bu süreçte kimilerimizin kafası karışıp kimilerimizin berraklaşırken, Everest’ten çıkan bu kitap, Ahmet Tulgar eşliğinde bilinç kıvrımlarımızdaki toplumsal linç izlerini yeniden ziyaret ettiğimiz, çözüm arattıran, o çözümü bazen buldurup bazen kaybettiren, soru sorduran, tartıştıran bir kılavuz...

Tulgar 2007’de Doğubeyazıt’ta yaptığı konuşma sırasında kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden DEP milletvekili Orhan Doğan’a adadığı ve “İyilik çok yakışır çünkü her insana...” diyerek başladığı kitabının önsözünde bu yazıları yazma sebebini şu sözlerle açıklamış: “Bir sosyalist olarak duyduğum siyasi ilginin yanı sıra mesleğimin temel prensiplerinden olan halkın haber alma hakkına saygım beni yeniden ve yeniden ülkenin bu yakıcı sorununa bakmaya, üzerine düşünmeye, kendimce çözümler önermeye yöneltiyordu. Ama elbette en güçlü davet vicdandan gelir ki ben de bu davete icabet ettim. Vicdanımın davetine. Mümkün mertebe serinkanlı kalmayı gerektiren kuramsal makalelerimde dahi yaşanan adaletsizliklerle, zulümle ve (gencecik) insan kayıplarının acısıyla arama mesafe koymamaya, akademik bir sırça köşk sakini olmamaya çalıştım. Böyle serinkanlı, mesafeli bir okur da öngörmüyordum zaten. Ben aklın iyiliğine inanırım. Benim okurlarım böyle insanlar.”Alıntılanan paragraf Tulgar’ın kendi içindeki halleri öyle güzel anlatıyor ki. Keskin politik görüşleriyle beslenen gazetecilik yönüyle; aklı ve vicdanı, sevgisi ve öfkesi yan yana durabiliyor. Bu farklı yönlerden hiçbiri birbirini yok etme peşine düşmüyor.
 
Sen iyiydin Ahmet Kaya
16 Kasım 2009’da yayımlanan Ahmet Kaya’yı andığı ‘Kaya gibi iyilik’ yazısında örneğin, bütün bu yönler tek tek öyle iyi seçiliyor ki: “İyiliğin sana saatini şaşırttığını bilemezsin, anlayamazsın seni zamansızlıklara düşürdüğünü, seni erkenci, hep erkenci kıldığını. Kötülük oysa dakiktir ve geç de olsa gelir. Zamanlıdır. Ve tam zamanıdır kötülüğün ama sen bilemezsin. Sen bu kadar iyiydin işte Ahmet Kaya. Ah, unutulur mu o gülüşün. O çelebi halin. Sesindeki o samimiyet. Buydu, bunlardı faşizmin karanlık günlerinde söylediğin kahraman şarkıları sadece solcuların, sadece Kürtlerin değil, herkesin, bir toplumun, faşizmin karanlık sokaklarından geçen bütün bir toplumun diline dolayan. Yol arkadaşı yapan. Ve buydu, kötülüğün böyle gününü beklemesine neden olan. Senin en korkutucu yanın iyiliğindi, bu toplumsallaşmış iyiliğindi faşistler nezdinde. Ve hâlâ o kadar korkutuyor ki o iyiliğin bu faşistleri, suçu birbirlerinin üzerine atıyorlar. Kaçarken olay yerinden, ceketleri ve etekleri kapılara sıkışıyor ama gazetelerinin uçları kalıyor arşiv çekmecelerinin dışında. Dosyalar tozlansa da yeniden açılıyor.”

Bu alıntıdaki ‘iyilik’ vurguları üzerine Ahmet Tulgar’ın kendisinin de kitabının muhtelif yerlerinde söz ettiği Immanuel Kant izlerinden bahsetmek gerek. Tulgar, Kürt meselesine “Evrensel ve ebedi barışın, ahlak ve aklın filozofu” diyerek andığı aydınlanma sürecinin tamamlayıcılarından Alman filozof Kant’ın ‘daimi barış’ının ışığında bakıyor. Söylediklerinin tamamına katılmak olanaklı değil Tulgar’ın. Oturup saatlerce tartışılacak görüşleri de var kitapta. Ve hatta tutarsızlıkları. Ama önemli olan o değil, hem okuyucu hem de yazar için. Çünkü okuyucu yazarın kendini ‘mutlak doğru’ ilan etmediğini, o yazıları da o kitabı da ‘şık dursun’ diye yaratmadığını gayet iyi biliyor. Tulgar da her insan gibi düşünüyor, karar veriyor, sonra vazgeçiyor, ‘bu daha doğruymuş’ diyor. Kendisi de kitabın önsözünde okuyucuya şöyle sesleniyor: “Şimdi redaksiyon masasında bir kez daha okuduğumda ise savrulma değilse de sarsıntılarımın olmuş olduğunu fark ediyorum. Evet, birbiriyle çelişen şeyler de yazmış olabilirim zaman zaman. Ama burası da öyle bir ülke ki, bu da öyle bir süreç ki. Belki de işte tam da bu yüzden, yani ‘burası da öyle bir ülke, bu da öyle bir süreç’ olduğundandır...”

Akademik birikimin yanı sıra elbette- edebiyattan da beslenen yazar, Mavi Marmara olayından sonra 14 Haziran’da yayımlanan ‘Faydalı Barış’ başlıklı yazısında ise politik kişiliğini edebiyatla birleştiren Bertolt Brech’ten şöyle alıntı yapıyor: “Bertolt Brecht, savaşı yücelten bir ruh halinin hâkim olduğu ve gerçeklerden söz etmenin açık veya gizli zor ile engellendiği, elbette bizim içinde bulunduğumuz ortam ile kıyas kabul etmeyecek denli vahim bir durumdaki savaş Almanyası’na ilişkin olarak kaleme aldığı, böylesi dönemlerde suçlanmadan ve okur da bulacak biçimde, dikkate alınacak şekilde yazabilmenin yöntemlerini önerdiği, Gerçeği Yazmanın Beş Zorluğu adlı muhteşem, dahiyane makalesinin bir maddesinde şöyle diyor: ‘Yine de öyle alanlar bulunur ki, buralarda insan cezalandırılmadan düşüncenin başarısına işaret edebilir; bunlar diktatörlüklerin düşünceye ihtiyacı olduğu alanlardır. Mesela savaş bilimi ve teknoloji alanında düşüncenin başarıları kanıtlanabilir. Stokların organizasyon ve buluşlar sayesinde artırılması düşünceyi gerektirir. Gıda maddelerinin kötüleşmesi, gençlerin savaşa hazırlanması, bütün bunlar için düşünce gereklidir; bunlar anlatılabilir. Savaşa övgüden, bu düşüncenin niyet edilmeyen amacından kurnazca kaçınılabilir; böylece savaşın en iyi nasıl sürdürülebileceği sorusundan doğan düşünce, bu savaşın akılcı olup olmadığı sorusuna uzatılabilir ve akıldışı bir savaşın en iyi nasıl engellenebileceği sorusunun cevaplanmasında kullanılabilir.’”
 
Ne zaman bir Kürt arkadaşa rastlasam
Ahmet Tulgar’ın ‘en sevdiği’ Amerikalı ‘rock’çı Bruce Springsteen 90’ların başında HIV virüsü taşıyan birinin hayatını anlatan Philadelphia isimli film için bir şarkı yazdı. Streets of Philadelphia isimli şarkıda “Yaralı ve hırpalanmıştım/ ne hissettiğimi kimseye söyleyemedim/ Kendimi bile tanıyamıyordum/ Bir pencerede gördüm aksimi/ kendi yüzümü bile bilmiyordu” diyor ve soruyordu Springsteen: “Ah kardeşim beni bu Philadelphia sokaklarında/ erimeye mi/ terk edeceksin?” Türkiye’de Türk olmayanların, Türk olup da yaşananların utancını taşıyanların yaşadığı bir dönemi de hatırlatır bu şarkı bana.

25 Ekim 2007 tarihli ‘Avuçlarımızın İçi Soğurken’ yazısının ilk paragrafını okuduğum an şarkıyı anımsadım yeniden. Çünkü Tulgar sanki Springsteen’e cevap veriyordu , ‘hayır kardeşim, hep ellerinden tutacağım’ diye: “Bugünlerde ne zaman bir Kürt yurttaşımıza rastlasam bir yerde, arabasına binsem mesela ya da elinden kahve içsem bir kafede, hiç belli etmeden, kendimi tanıtmadan, fikrimi, fikriyatımı açık etmeden ve bu arada da olur ha beni bir yerlerden tanıyor, biliyor olmamasını umarak, kendimi ona herhangi biri olarak sunarak, onu yatıştırmaya, onu rahatlatmaya, onun bu şehirde kendisini herhangi birisi gibi hissetmesini sağlamaya çalışıyorum.”

Diller, Çehreler, Barış’ı okurken bir kez daha uzun kirpikleriyle örtülen güzel gözlerindeki kırgın ama hep neşeli ifadeye anlam verdim Ahmet Tulgar’ın. Çünkü politika insanidir. İnsani olan her şey de politiktir. Politika içinde kırılganlığı, sertliği; hüznü, mutluluğu; aklı, vicdanı ve elbette umudu barındırır...

DİLLER, ÇEHRELER, BARIŞ
Ahmet Tulgar
Everest Yayınları
2010
238 sayfa
12.5 TL.

Etiketler: kültür sanat
İstihdam